Başına Mevlevî Sikke’sinin geçirmiş, Salta’sını giymiş, İstanbul’daki Mevlevîhâne’lerden birisinde, bir Mevlevî dedesinin sandukasının önünden bir televizyon kanalında program yapıyor, Mesnevî okumaları ve kendince izahlar’da bulunuyor. Doğum tarihi dikkate alındığında yeni yetme bir şeyh, daha doğrusu müteşeyyih... 
İstanbul’da doğmuş, Fatih’te bulunan İstanbul İmam-Hatip Lisesinde okumuş, Marmara Üniversitesi Türkoloji Bölümüne kaydolmuş ise de buradaki tedrisatını tamamlamadığı anlaşılmaktadır. Çocukluğunun Fatih-Karagümrük civarında geçtiği anlaşılmaktadır. 
1925 yılında, Devrim kanunlarıyla, 30 Teşrînisânî 1341 tarih ve 677 sayılı kanunla tekke ve zâviye’lerle türbelerin seddine (kapatılmasına) Türbedârlıklarla Bir Takım Unvanların men ve ilgasına dâir, kanunla bütün tekke ve zâviyelerle türbeler kapatılmıştı. Buhar kazanlarındaki aşırı tazyiki boşaltmak için ba’zı emniyet subaplarının açık bırakılması gibi bilerek veya göz yumularak ba’zı tekkeler açık kalmıştı. 
Meselâ İstanbul’da açık olan ba’zı tekkeleri biliyoruz. İstanbul’da Kasımpaşa’da bir Kâdirî Tekkesi vardı. Aslını, asâletini çoktan kaybetmişti, fakat Kâdirî olduklarını iddia eden ba’zı kimseler gidip-geliyor, hattâ, seyircilere ba’zı trans hallerini bile sunuyordular. Trans haline gelmiş sözde mürid’ler suratlarına akkor halinde kızdırılmış şişleri sokuyorlar, herhangi bir acı hissetmiyorlardı. 
Tekke’nin sözde şeyhi, gazete ve televizyon muhabirlerine röportajlar veriyor, kendisinin eski zaman şeyh’lerine benzemediğini, Atatürkçü bir şeyh olduğunu, stat’lara maç seyretmeye gittiğini, mûsikî dinlediğini, güreş tuttuğunu filan anlatıyordu. 
Bir de, Fatih Karagümrük’de Cerrâhî Tekkesi vardı. Hâla da var... 
Esas i’tibâriyle Halvetiyye-Ramazaniyye tarikatının Nureddîn Cerrâhî’ye (V.1133-1721) nisbet edilen bir koludur. 1925 yılında tekke ve zâviyeler kapatıldığında İstanbul’da, beş Cerrâhî Tekkesi bulunduğu tesbit edilmiştir. Cerrâhî Âsitâne’si (Fatih Karagümrük’teki hâlen açık bulunan tekke, iki Sertarîkzâde, İğci Mehmed Hüsâmeddin ve Karagöz tekkeleri. Cumhuriyet döneminde sâdece Fatih-Karagümrük’deki Cerrâhî Âsitânesi açık kalmıştır. 1925 yılında tekkeler kapatıldığında, İbrahim Fahreddin Efendi, Âsitâne Postnîşin’i idi. Türbe kapatılınca Türbedâr olmuş, bu tarihten sonra da tekke faaliyetlerine devam etmiştir. Demek ki, rejim bu tekke’deki faaliyetleri, tıpkı, Kasımpaşa Kâdirî tekkesindeki faaliyetler gibi kendisi için herhangi bir tehdît unsuru görmemiş, müsamaha etmiş, hattâ muzaharette bulunmuştur. 
İbrahim Fahreddin Efendi, 1964 yılında, Cerrâhî şeyh’liğini halife’lerinden Muzaffer Ozak’a bırakmıştı. 
Muzaffer Ozak Efendi. Müezzinlik Kadrosu ile Beyâzid Kapalıçarşı civarındaki câmi’lerden birisinde imamlık yapıyor, Cum’a günleri hutbe okuyordu. Ayrıca, Beyâzid Sahaflar Çarşısında Sahaf idi. Medrese tahsilinde bulunduğumuz yıllarda, hemen hemen, her Cum’a günü kendisine uğrar Arapça metinler’den bulunanları mübâya’a ederdik. Onun için, Müceddid, Beyâzid Cami’i’ndeki va’az’ından sonra kendisine uğrar, “Es-Selâmü Aleyküm Yâ Ebe’d-Derâhim,” (Allah’ın selâmı üzerine olsun, ey! Paraların Babası), diye takılırdı. Müceddid’in ifadesiyle ifade edelim, kendileri “Hafif Meşrep Aleviydi,” Sahaflardan komşusu olan Şemseddin Yeşil ile birlikte, Anadolu’dan gelen Üniversite talebesine Haz.Muaviye hakkında ehl-i Sünnet fikriyatına aykırı söylemlerde bulunuyorlardı. Fakat, Müceddid’e karşı son derece hürmetkârdı. Aleyhine laf edeceklere, “Siz, önce bir abdest alın, hattâ bir gusül abdesti alın, ondan sonra o Mübârek Zât’ın ismini zikrediniz,” diye çıkışırdı. 
Muzaffer Ozak Efendi döneminde (1964-1985) Cerrâhîler yurt içinde ba’zı artist ve şarkıcıları halkalarına kattılar. Bu dönemde hususiyle genç hanımların hücumuna ma’ruz kaldılar. Yurtdışında, Avrupa ve ABD’ye açıldılar. Buralarda kilise ve havra salonlarında Cerrâhî zikrini icra ettiler. 
Bir Kardinal’in Muzaffer Ozak Efendi’ye, “Biz, burada, kilise ve Katedrallerimizi size açtık. Biz, İstanbul’da ayin yapmak istesek, Mavî Cami’i’n (Sultanahmed Camiî) ibâdet mahallini bize açabilir misiniz?” diye sorduğunda, Muzaffer Efendi, “Hayır!” dedi. Ama niçin diye sorduğunda: 
“Biz, Müslümanlar sizlerin de inandığı Peygamber’ler, Haz.Mûsâ ve Haz.İsâ’ya inanıyoruz. Fakat sizler bizim Peygamber’imiz, Haz.Muhammed-Mustafâ’ya inanmadığınız için, sizin Cami’lerimizde âyin yapmanıza izin veremeyiz,” diye cevaplandırmıştı. Zekice ve habt’ettiren bir cevap... Muzaffer Ozak Efendi’nin vefatından sonra Cerrâhî Şeyh’liğine İbrahim Fahreddin Efendi’nin halifelerinden, Sefer Dal Efendi geçmiştir. 
Genç şeyh’in daha doğrusu müteşeyyih’in çocukluğu tahmin ediyorum, Cerrâhî Tekke’sinin koridorlarında geçmiştir. Bu bakımdan zaman zaman da Cerrâhî olarak takılmaktadır. Günümüz şeyh’leri (pardon) müteşeyyihleri için farketmiyor. Bukalemun gibi bulunduğu yerin rengine bürünürsün olup-biter. Yerine göre Mevlevî, yerine göre Cerrâhî, yerine göre de Kâdirî... Nitekim, son olarak folklorik bir ekip oluşturmuş, her bir müride bir üniforma giydirmiş, kendisi de bir üniformaya bürünmüş bir televizyon kanalında Kâdirî zikri icra ediyordu. 
Bursa’da bir kimse kartvizit bastırmış, kesinlikle şaka olsun, diye değil, ciddî ciddî kendisine kartvizit bastırmış, büyük harflerle ismini yazdıktan sonra, geçmişte güzerân eyleyen ne kadar Turuk-u Âliye varsa hepsinin ismini de yazdıktan sonra, kendisinin bütün bu Turuk-u Âliye’nin hepsinin de Mürşid-i Kâmili olduğunu yazdırmış... 
50-60 sene öncesinde, Anadolu’nun muhtelif şehir’lerinde az sayıda esnaf bulunurdu. Bu esnâf’tan ba’zıları, Tekel mallarını satan yetkili bayi, Gaz, Tuz, Şeker, tek yetkili Bayi’i, traktör, lastik, yedek parça, tek yetkili bayi’i olurdular. 
Bu mübârek de ortalığı boş bulmuş, Turuk-u Âliye’den sayılmış, geçmişte ne kadar tarîkat varsa, fark etmiyor, Zikr-i Hafî olsun, Zikr-i Celî olsun, hepsinin mürşidi, hepsinin bayi’i... Ne diyelim, Allah akıl fikir versin... Tasavvuf, bizâtihi edep, bizâtihî mahfiyâtkârlık, bizâtihî tevazu’dur. Hattât’ların çok güzel bir hat san’atı olarak yazdıkları, konaklar’da saraylarda, Tekke ve zâviye’lerde asılan levha, “EDEP YÂHÛ!.. 
Tasavvuf ve Tarîkat Kalpazanları, zaman zaman birbirlerini pazarlarlar. Bir kalpazan kendisinin ne büyük bir velî olduğunu göstermek için bir başka velînin (tabiî ki, Kalpazan bir başka velî’nin kerâmetlerinden sık sık bahseder ve her nedense bir önceki kalpazan’ın gösterdiği kerâmet başkalarında değil de, hep daha sonraki, 2. nesil kalpazan velî üzerinde tezâhûr eder.
Olaçıkageldi, Nevzuhur, yeni velîmiz(!) kitabında, tasavvufla-Tarikâtle hiçbir münasebetleri bulunmayan ve bunu hayatta iken bizzat kendilerinin ifade ettiği, birisi, “Zaman tasavvuf ve tarikatle alakadar olma zamanı değildir, bu zaman, imanı kurtarma zamanıdır,” diyerek, bir diğeri, “Efendi Hazret’leri, siz hangi tarikate mensupsunuz?” denildiğinde, “Benim hiç bir tarikate intisabım yoktur, ben, Haz.Muhammed’in tarîkatındanım,” diyen birisi!... 
Anlatılanlara bakınız. Bir bayram günü üstad’a götürmek üzere tatlı hazırlatmış, nasıl kabul ettireceğini merak içinde bekliyormuş, zirâ Üstad asla hediye kabul etmezmiş. (kocaman bir yalan, Üstad dediği zât’ın bütün ömrü hediye kabul ederek geçmiş ve bunu bütün risâlelerinde sitayişle bahseder.) Derken, bayram sabahı üstad’ın talebesinden birisi kapısını çalar, içeri buyur edilir, fakat gelen kişi üstadı’nın sokağı başında beklemekte olduğunu söyler. Üstad’da tabî eve buyur edilir. Üstad eve gelir gelmez, “Es-Selâmû aleyküm, velî Efendi,” diyerek ev sahibinin elini sıkıca kavrar ve musafaha eder. Daha sonra elini kaldırır, şehâdet parmağıyla işâret ederek “Efendi Hazret’leri, bir belde’de evliyâ’dan bir zât bulunsa ya bayram yahud kandil günü gelse, o belde’de yaşayanlara o velâyet sahibi zâtı ziyaret etmek vâcip olur. Bu sebep’ten biz de sana geldik. Haydi bakalım, velî Efendi tatlınızı da kabul ettik. Getirin de beraberce yiyelim,” der. 
Aynen bunun gibi, bütün kalpazan velîler bir başka kalpazan velî’ye esbâb-ı âdiye ile bile (normal şartlarda bile) vuku bulacak her bir cemileyi kerâmet olarak karşılıklı olarak izâfe ederler...