IRAK TÜRKLERİNİN 16 OCAK 1980 ŞEHİTLERİ

ABDULLAH ABDURRAHMAN:
     1913 yılında Kerkük’te doğdu. Bağdat’ta Bağdat Harb Okulu’ndan mezun oldu. 1941 yılında İngilizlere karşı olan milli harekette yer aldı. 1948 yılında büyük Türk Generali Mustafa Ragıp ve Ömer Ali Paşalarla birlikte Filistin’i kurtarma harekâtına katıldı. 1958 yılında Irak’ta Krallığa karşı yapılan ihtilalden sonra, Kerkük İkinci Tümen Komutan Yardımcılığı görevinde bulundu.
     19 Temmuz 1959 tarihinde yapılan Kerkük Katliamından şans eseri kurtuldu. Bağdat’ta devrim komuta konseyi başkanı General Abdulkerim Kasım ile görüşerek, kendisine Kerkük’teki olayları haber verdi. Bunun üzerine General Kasım, Kerkük’e olayları bastırmak ve ortamı sakinleştirmek için bir ordu gönderdi. Böylece Kerkük’ü, daha büyük bir katliamdan ve felaketten kurtardı. Bu davranışıyla Türkmenlerin büyük bir sevgisini kazandı.

     Emekli olan Albay Abdullah Abdurrahman, 1960 yılında kurulan Türkmen Kardaşlık Ocağı’nın 1964-1976 yılları arasında aralıksız olarak tam 12 yıl başkanlığını yürüttü. Başkanlık yaptığı zaman içerisinde diğer arkadaşları ile birlikte Türkmen köy, kasaba ve şehirleri dolaştı. Buralardaki Türkmenlerin meseleleri ile yakından ilgilendi. İnsanları için elinden gelen her türlü çalışmayı yaptı. Başkanı olduğu Kardaşlık Ocağı vasıtasıyla gerek kültürel gerekse sosyal yardım yaparak, insanların bilinçlendirilmesinde önemli bir rol oynadı. Türkmen millî davâsını insanlara anlatarak, insanların yarınlarına daha iyi bakmasını sağladı.
     Baas Partisi’nin Irak Türklerine karşı güttüğü sindirme politikası sebebiyle, 1976 yılında, Türkmen Kardaşlık Ocağı başkanıyken, usulsüz bir şekilde Ocak’tan uzaklaştırıldı. 1979 yılında tevkif edildi. Çeşitli işkencelere tabi tutuldu. Diğer dava arkadaşları ile birlikte, 16 Ocak 1980 tarihinde, 65 yaşını geçmiş olmasına rağmen idam edildi.

Dr. RIZA DEMİRCİ:
     1918 yılında Kerkük’te doğdu. Kerkük Türklerinin sevilen isimlerinden ve toplum önderlerindendir.  
     İlk, orta ve lise öğrenimini Kerkük’te tamamladıktan sonra yüksek tahsilini yapmak üzere Türkiye’ye geldi. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’ni 1951 yılında bitirdi. Buradan mezun olduktan sonra aynı yıl Irak’a döndü. Erbil ve Kerkük Orman Bölge Müdürlüklerini kurdu. 1959 yılında İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nde tezini vererek  doktor unvânını aldı. Daha sonra Bağdat Orman Genel Müdürlüğü Teknik İşleri Daire Başkanlığı ve Genel Müdür Yardımcılığı görevlerinde bulundu.
     07 Mayıs 1960 târihinde Bağdat’ta kurulan Türkmen Kardaşlık Ocağı’nın kurucularındandır. Türkmen Kardeşlik Ocağı’nın en aktif üyelerinden biriydi. Ocak bünyesi içerisinde çok başarılı işler yapmıştır. Bunların en önemlilerinden birisi, Kardeşlik Ocağı içerisinde bir Öğrenci yurdu açıp, burayı yönetmesidir. Bu vesile ile yüzlerce Türk öğrencisinin en iyi şekilde tahsillerini yapmalarını sağlamıştır. Ayrıca, Kardaşlık Dergisi’nin çıkarılmasında, Irak Türkleri hakkında gerek coğrafik gerekse tarihî araştırmalar yapmasında, Irak’ta bulunan Türk nüfusunun yerleşim sahalarının tespitinde büyük çabalar harcamıştır. Millî şuuru yüksek, mütevazı, yardım sever, millî davâsını her şeyin üstünde tutan, görevine bağlı ve cesur bir kişiliğe sahipti.
     Dr. Rıza Demirci davâ arkadaşları ile birlikte tutuklandıktan sonra idam edilmek suretiyle şehit edildi. Dr. Demirci’nin idam edildiği açıklanmadığı gibi, cesedi de ailesine teslim edilmemiştir. Kendisiyle yapılan en son görüşme 5 Mart 1979 tarihinde vuku bulduğundan bu tarih, yakınları tarafından şehit edildiği gün olarak kabullenilmiştir.

ÂDİL ŞERİF:
     Kerkük halk önderlerindendir. 1928 yılında Kerkük’te doğdu.  Doğumu: Kerkük, 1928.
     İlkokul tahsilini Kerkük’te tamamladıktan sonra iş hayatına atıldı. İş hayatındaki başarıları yanında millî dâvâ ile ilgili özverili hizmetleriyle sevildi, sayıldı. Dâvâsı uğruna maddî ve mânevî her türlü fedâkârlığı yapmaktan hiçbir zaman geri kalmadı. Halk içerisinde yetiştiği için halkın dostu idi. 1959 yılında yapılan katliamın intikamını almak için çalışmalara başlandığında, en aktif görevleri üstlendi, mücâdele timleri kurulmasına öncülük etti. Bu olaylardan kısa bir süre sonra Kerkük’ten ayrılıp Bağdat’a yerleşti. Burada da millî dâvâya elinden gelen hizmetleri yapmaya devam etti. Mart 1979’de tevkif edildi, 16 Ocak 1980 günü, diğer arkadaşları ile birlikte idam edildi.

Doç. Dr. NECDET KOÇAK:
     7 Nisan 1939’da Kerkük’te doğdu.
     İlkokula Kerkük’te başladı. İlk günün okul dönüşü babası sordu: ‘Bu gün okulda ne yaptınız?’  Nejdet cevap verdi:  ‘Bayrağımızı ve marşımızı öğrendim.’  Asıl bayrağını ve asıl marşını, ilk Türkçülük bilgisiyle birlikte o gün öğrendi. O bilgiler, sonraki yıllarda Türklük şuuru, Türklük aşkına dönüştü. O şuur ve aşk ile yetişti.  
     1958’de Üniversite tahsili için Ankara’ya geldiğinde Türklük ve Türk Dünyası hakkında bilinmesi gereken her şeyi en ince detayına kadar biliyordu. Ankara Türk Ocağı ve Üniversiteliler Kültür Kulübü çevrelerinde sağlam dostluklar kurdu. Anakara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nin Makine Bölümü’nü bitirdikten sonra, Kerkük’te ve Irak’ın diğer bölgelerinde Türklere uygulanan mezâlimi biliyor olmasına rağmen, 1970’de, ‘Soydaşlarımın bana ihtiyacı var!’ Diyerek Irak’a döndü. Bağdat Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak göreve başladı. Profesörlük tezi üniversite senatosunca kabul edilmesine rağmen, Arap şovenizminin siyâsî merkezi olan Baas Partisi’nden vize alamadı. Bu olayda, geleceği ile ilgili olarak hazırlanan meş’um  plânın gizli olduğunu sezinlemiş olmalı. Buna rağmen tam bir tevekkül içerisinde görevine devam etti.
     22 Mart 1979’da Türkiye lehine casusluk yaptığı iddiasıyla tutuklandı. Aleyhine hiçbir delil yoktu. Buna rağmen idam kararı verildi. Kanlı diktatör Saddam, af yetkisini kullanmadı. 16 Ocak 1980 gününün ilk saatlerinde, 10 ay aradan sonra eşiyle son görüşmesinde, sehpaya giderken, yetişmesine yardımcı olduğu gençlere şu mesajı gönderiyordu: ‘Hiçbir şey değişmesin. Doğru bildiğiniz yolda devam edin. Arkadaşlara söyleyin, korkmasınlar. Kimsenin adını vermedim. Ağaç budandıkça yeşerir ve gelişir. Davâmız, yerde kalmayacaktır.’  Sabahın ilk ışıkları, darağacında sallanan bir bayrağın üzerine doğdu. Bir yiğit, milletini  sevmiş olmanın bedelini ödemişti.



YAKUT TÜRKLERİ


Yakut Türkleri Rusya Federasyonu’na bağlı Yakudistan Muhtar Cumhuriyeti’nde yaşar.  Yakudistan dünyadaki en büyük araziye sahip olan devletlerden biridir. 3.103.200 kilometrekarelik yüz ölçümü ile Avrupa kıtasına yakındır. 2010 yılı sayımına göre nüfusu 1.000.000 civarındadır. Dünyanın nüfus yoğunluğu en düşük ülkesidir. 3 kilometrekareye düşen insan sayısı 1’dir. Dünyanın en soğuk ülkelerinden biridir ve kış mevsiminde ısının eksi 60-70 derecelere düşer.  Yakudistan’da yaşayanlar, eksi 40 derece soğukta, günlük kıyafetleriyle üzerlerine başkacı bir örtü almadan açıkta keyifle uyuyabilmektedirler.

Nüfusun % 52’si Türk, % 39 Rus, % 2 Ukraynalı, % 7’si ise küçük etnik gruplardır.

Ülkede Yakutça ve Rusça konuşulur. Kiril alfabesi geçerlidir. Yakutça sayılar şöyledir: bize hiç yabancı gelmeyecektir: 1 - bir. 2 - ikki. 3- üs. 4 - tüört. 5 - bies. 6 - alta. 7 - sette. 8 - ağıs. 9 - toğus. 10 - uon.

Yakudistan’da kürk avcılığı ve balıkçılık yapılır. Elmas, altın, doğal gaz, kömür, gümüş ve bakır gibi yeraltı zenginliklerine sahiptir. 1990 yılından itibaren eski gelenekleri ve inançları canlandırma akımı başlamış ve 2002 yılında başşehir Yakutsk’da bir Şaman tapınağı da inşa edilmiştir.

Yakut Türkleri ile Kuzey Amerika Kızılderilileri ve yerli halklar arasında genetik bağlar ve benzerlikler olduğu belirlenmiştir. Yakutların, Bering Boğazı’nı sal veya kayıkla veya deniz donduğu vakit yürüyerek geçerek Alaska’ya ulaşması, oradan Kanada, Kuzey Amerika, hatta Grönland’a gitmeleri hiç de imkânsız değildir.


‘HEKİM / THE PHYSİCİAN ’ İSİMLİ FİLMDEKİ HEZEYANLAR


ABD’li Yahudi kökenli romancı Noah Gordon’un eseri ‘The Physician’ Türkçe adı ile ‘Hekim’ film yapılmış. Bu eser Avrupa’da büyük ilgi görür iken, ABD’de önemsenmemiş.
Romanı okumadım. Filmi seyrettim. Şaşırdım kaldım! Acaba tarihimizi biz mi yanlış biliyoruz diye yeniden bilgilerimi tazeledim!
Film; ‘Rob Cole’ adında bir İngiliz gencinin, tıp ilminin öncülerinden İbni Sina’nın yanında hekimliği öğrenmesi üzerine kurulmuş.
Film güzel çevrilmiş. Ancak konusunun tarihi gerçekler ile alakası yok! Filmi izledikten sonra acaba filmin başında ‘Bu film bir kurgudan ibârettir.’ diye bir uyarının varlığını aradım. Böyle bir uyarı da yoktu!
Madem böyle bir uyarı yoktur. O halde biz de olması veya olmaması gerekenleri yazalım:
1-   İbni Sina Acem değil, Türk’tür.
2-   İbni Sina intihar etmemiştir. 57 yaşında Isfahan’da değil Hemedan şehrinde vefat etmiştir.
3-   İbni Sina Selçuklular döneminde yaşamamıştır.
4-   Selçuklu Türkleri barbar ve uygarlık düşmanı olarak gösterilmiştir. Bu tarihi aldatmacanın ta kendisidir. Zira Dünya’da ilk üniversiteyi ‘Nizamiye Medreseleri’ adı ile kuran Selçuklulardır.
5-   Selçuklu Türklerini Yahudi düşmanı ve soy kırımcı olarak göstermişlerdir. Bu durum ise tarihi inkâr etmektir. Eğer bugün Yahudiler tarih sahnesinden silinmediyse bunda en büyük pay Türklerindir. Hazar Türk Devleti’nin ve Osmanlı Cihan Devleti’nin Yahudilere yaptığı iyilikleri inkâr etmek mümkün mü?
6-   Yahudilerin; barışçı, bilim ve uygarlık önderleri olarak gösterilmesini roman yazarının Yahudi olmasından dolayı kendi soyunu övmesini anlayışla karşılayabiliriz.
7-   Filmin kahramanı Rob Cole’un, İbni Sina’ya hocalık yapacak konuma gelmesi de gülünç bir durumdur.
8-   Avrupa’da İbni Sina öğretisi 11. yüzyılda değil, Haçlı Seferlerinden sonra 12. yüzyılda başlamıştır.
9-   İbni Sina sanki bütün bilgisini Yunan filozoflarından kazanmış gibi bir algı oluşturulmaktadır. İbni Sina’nın hocası el Biruni’dir. el-Birunî Türk’tür. İbni Sina Yunan filozoflarının eserlerinin çevirisini yapmış ve tanıtmıştır. Avrupa, Yunanlı filozofları İbni Sina sayesinde öğrenmiştir. Hatta İmam Gazali, İbni Sina’yı bu çevirilerinden dolayı eleştirmiştir.
Sözün özü:
Bu filmi eleştirmemin sebebi, tarih bilinci olmayan Türk gençlerini yanlış yönlendirecek endişesidir.
Neden Kültür Bakanlığımız bu film ile ilgili hem roman yazarına, hem de film yapımcısına uyarıda bulunmuyor ve ülkemizde kamuyu aydınlatıcı açıklamalar yapmıyor?  
YILMAZ KARAHAN  "mailto:[email protected]" [email protected]  

İBN-İ SÎNÂ


Büyük Türk âlimi İbn-i Sînâ; 980 senesinin Ağustos ayında, günümüzde Afganistan sınırları içerisinde bulunan ve o dönemde Gazneli Mahmud’un yönetiminde bulunan, bir müddet sonra da Selçuklu İmparatorluğu tarafından fethedilen  Belh şehrinde dünyaya geldi. 57 yaşında iken, 21 Haziran 1037 tarihinde, o tarihte Selçukluların toprağı olan, günümüzde İran sınırları içerisinde bulunan Hemedan şehrinde ebedî âleme intikal etti.  

Tarihiyle, coğrafyası ve insanlarıyla bizden bir şehir olan Belh, o yıllarda İslâm kültür ve medeniyetinin gelişmesine katkıda bulunan pek çok ilim adamının yaşadığı bir yerleşim merkezi idi. Şakik-i Belhî, Hatemi Esam Hazretleri, Kadı Mutî el Belhî, Hazret-i Mevlânâ  Celâleddin-i Rûmî ve babası babası olan ve 1160 – 1231 yılları arasında yaşayan Sultânü’l – Ulemâ  (âlimlerin Sultânı)  Bahaeddin Veled, 711 – 783 yılları arasında yaşayan İbrâhim Edhem Hazretleri ve 980 – 1037 yılları arasında  yaşayan İbn-i Sînâ… ve diğerleri gibi.

Eserlerini Arapça yazdığı için İbn-i Sînâ’nın Arap milletinden olduğunu söyleyen batılı yazarlar vardır. Bazı eserlerini de Farsça kaleme aldığı için ülkemizde yayınlanan bâzı ansiklopedilerde, İranlı olduğu belirtilir. Batılılar O’nu Avicenna ismi ile anarlar. Yalnız doğuda değil, Orta Çağ Avrupa’sında da en büyük tıp bilgini olarak kabul edilir. En meşhur eseri: el – Kanun fî’t – Tıp adı ile kaleme aldığı beş ciltlik tıp kitabıdır. Bu eser, on ikinci asırda Lâtince’ye, on yedinci asırda Fransızca’ya çevrilerek üniversitelerde mecbûrî ders kitabı olarak  okutuldu. Kitap, on sekizinci asırda Türkçeye çevrildi.

İbn-i Sînâ, yalnız tıp alanında değil; felsefe, İslâmiyet, matematik, mantık, astronomi, farmakoloji olarak adlandırılan ilâçlarla canlılar arasındaki etkileşimi inceleyen ilim dalında, fizik, kimya, jeoloji, musîkî ve edebiyat sahasında, âlim mertebesinde bilgi ve söz sâhibi idi.

Henüz on yaşında iken Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Değişik hocalardan fıkıh, kelâm ve felsefe üzerine dersler aldı. Farâbî’nin eserlerinden yararlandı. On yedi yaşında iken, dönemin Buhara Prensi Sâmânoğlu Nuh’u, yakalandığı amansız hastalıktan kurtardı. Bu başarısı sebebiyle saray kütüphânesine memur olarak tâyin edildi. Her türlü ihtiyaçları karşılanacak şekilde maaşa bağlandı. Tefekküre vakit ayırıp, akıllara durgunluk veren enerjisi ve ısrarlı didinişleri ile daha yirmi beş yaşında iken âlim mertebesine yükseldi.

İrfan sahasının genişliğini gösteren eserleri incelendiğinde O’nun âlim bir doktor, sistemler koyan bir filozof, keşifler yapan bir farmakolog, müthiş bir riyâziyeci, kudretli bir mantıkçı, engin bir din âlimi olduğu anlaşılır.

İbn-i Sînâ, ilmi ile olduğu kadar ahlâkı itibariyle de mümtaz bir şahsiyettir. İftiralar sebebiyle hayatının bir bölümünü hapishânelerde ve sürgünlerde ezâ ve cefâ içerisinde geçirdi. Kendisine yapılan haksızlıkların intikamını alma imkânlarına sâhip olmasına rağmen, buna tenezzül etmedi. Bilgisini, ilmini ve mâhâretini, insanların iyiliği ve huzuru yolunda cömertçe kullandı. Akıl hastaları o devrin Avrupa’sında, karanlık mağaralarda öldüresiye dövülmek suretiyle tedâvi ediliyordu. İbn-i Sînâ, dünyada ilk defa bu metodun yanlış olduğunu, insanca muâmele etmenin daha faydalı sonuçlar doğuracağını iddia ve ispat eden kişidir.

Kısa ömrünün son dönemlerinde yazdığı eserlerde, şu cümlelere yer vermiştir: “Biz beşeriz. Sen bizim tövbemizi kabul et Ya Rabbi !”  -  “ Kalbinde, senin azâmetinden başka sevgi bulunduran kalp, hastadır.”  -  “Ya Rabbi! Fitneden sana sığınırım. Senden yüz çeviren kalpleri kendine çevir. Eğer nefslerimizin hastalığını ve körlüğünü sen iyi edip şifâya erdirmez isen, Senden başka kime mürâcaat edebiliriz ki ?”

Batılı âlimler, bir türlü yenemedikleri sahte gururları ile hurâfeler içinde boğulup bâtıla meylederken O, ilimde ilerledikçe mutlak kudrete yaklaşıyor, O’na teslim oluyordu.

Elli yedi yıllık hayatında iki yüz elliden fazla eser kaleme aldı. Eserlerinin çoğu günümüze ulaşmamıştır.  Günümüze ulaşan eserleri, O’nun büyüklüğünü ve tâkip ettiği yolu anlamak için yeterlidir.

Ülkemizde, beş adet büyük hastahâne, İbn-i Sînâ adını taşımaktadır. O’nun adı aynı zamanda yüzlerce okulun da adıdır.


*  *   *
Esintiler 48 sayfasında hayatından bir kesit verilen Özbekistan’ın Millî Şairi ÇOLPAN’dan bir şiir:

TÜRKİSTAN… AH TÜRKİSTAN…


Güzel Türkistan sana ne oldu? 
Seher çağında güllerin soldu. 
Çemenler berbad, kuşlar feryad 
Hepsi mahzun. Olmaz mı dilşad? 
Bilmem niçin kuşlar ötmez bahçelerinde?
 
Birliğimizin sarsılmaz dağı
Ümidimizin sönmez çerağı
Birleş ey halkım gelmiştir çağı
Bezensin şimdi ah Türkistan bağı
Uyan halkım, yeter bunca cevr-ü cefâlar

Al! bayrağını, kalbin uyansın
Kulluk ve esâretin herşeyi yansın 
Kur yeni devletini, duşmanlar ürksün 
Yüce Türkistan, başın göklere değsin 
Yayıl, yeşer öz vatanın gül bağlarında

Şairin müstear ismi olan Çolpan, Çoban Yıldızı demektir. ‘Uzağı gören’ anlamına da gelmektedir. Asıl adı: Abdülhâmid Süleyman’dır.

1897 yılında Özbekistan’ın Fergana şehrinde doğdu. Türkçü düşüncelere sâhip olduğu gerekçesiyle birçok defa tevkif edilip hapse atıldı. Türkistan Türklerinin bağımsızlığı üzerine şiirler yazmaktan vazgeçmediği için 1938 yılında kurşuna dizilmek suretiyle şehit edildi.