Yavuz Bülent Bâkiler tarafından hazırlanan Ârif Nihat Asya isimli kitap, 19 X 23 santim ölçülerinde mat kuşe kâğıda basılı olarak 130 sayfa hacimle, Türk Dil Kurumu tarafından ‘Türkçeye Emek Verenler Dizisi’nin 71. Kitabı olarak 2017 yılında yayımlandı.

Yavuz Bülent Bâkiler, kitabın önsözünde açıklıyor: ‘Ben 20 yıl Ârif Nihat Asya’nın yanında-yöresinde oldum. Evinde hâtırâlarını dinledim, kimseye anlatmadıklarını bana yazdırdı.’

Üstadı çok yakından tanıyan Bâkiler, eserine O’nun ebedî âleme intikal anlarını anlatarak başlıyor. Sonra; ‘Çeşitli özellikleriyle Ârif Nihat Asya’ başlıklı bölüm var. Burada üstâdın özelliklerini başlık altında anlatıyor:

-Tam bir halk adamıdır.

-Köpekle köpekçe, adamla adamca konuşurdu.

-Türkçe hususunda çok hassastı.

-En sevdiği şarkı: ‘Güller arasında seni bensiz gören olmuş

-Kalender mizaçlıdır.

-Mevlânâ ve Yunus Emre’ye hayrandır.

-Hazırcevap ve nüktedandır.

-Pervasızdır.

-Cesâretlidir.

-Güzel konuşurdu.

-Kitaplarını imzalarken zarif ve nüktedan ifâdeler kullanırdı.

-Türkiye sevdalısıydı.

İkinci bölümde Yavuz Bülent Bâkiler’in Ârif Nihat Asya’dan dinledikleri yer alıyor: Soyu sopu, Tokat’ın Kapusuz köyüne dayanıyor.

Bayrak şiiri ile alakalı hâtırası:

1942 yılında Adana Lisesi Başmuavinliğinden Malatya Lisesi Müdürlüğüne tâyin edildim. 1943 yılının Ağustos ayında da ikinci askerliğimi yapmak üzere Diyarbakır’a çağrıldım. Diyarbakır’da hem bir cehennem sıcağında kavrulup durdum hem de müthiş bir Diyarbakır sıtmasına tutuldum. Diyarbakır’da, orduevinde kalıyordum. Bir gece, orduevinin üst kattaki odalarından birinde ateşler içinde yatıyordum. Aşağıdan kulağıma müzik sesleri, kadın erkek kahkahaları geliyordu. ‘Nedir, ne oluyor?’ diye düşünürken hatırladım ki, günlerden 30 Ağustos’tur ve orduevinin aşağıdaki salonunda 30 Ağustos balosu vardır. Aşağıda balo var ama benim kolumu kaldıracak mecalim yok. Sıtma, zayıf bedenimin üzerine çökmüş vaziyette. Zaman zaman kendimi derin kuyuların dibine düşmüş gibi zannediyorum. Derken gecenin bir vaktinde, yattığım odanın kapısı usulca açıldı. Elektrik düğmesi çevrildi. Baktım en önde, yüksek rütbeli bir subay. Arkasında birkaç doktor subay daha var. Kendi kendime ‘Eyvah!’ dedim. ‘Azrail doktor kıyafetiyle çıkıp gelmiş. Fakat arkasındaki doktor üniformalı subaylar da neyin nesi?’ Yanılmışım. Bana güler yüzle yaklaşmaya başladılar. Kimi nabzımı tutuyor, kimi ateşime bakıyordu. Hâlimi hatırımı sordular. Geçmiş olsun dediler. Muayenemden sonra yüksek rütbeli olan subay, diğerlerine emir verdi: ‘Yarın derhal hastaneye’ dedi.

Sabahleyin kaldığım odaya birkaç sıhhiye eri geldi. Beni bir sedyeye uzatıp hastaneye götürdüler. Bana boş bir yatak gösterdiler. Kendimi oraya zor attım. Aynı odayı paylaştığım diğer hastalar başucuma toplanıp dediler ki:

-Şansın varmış doğrusu. Bu hastanede boş yatak bulmak fermana mahsus. Bu yatakta yatan hasta, dün gece vefat etmeseydi hastaneye yatman mümkün olmayacaktı.

Kendimi bir ölünün üzerine uzanmışım sandım. Birkaç saat önce ölen bir kimsenin yatağına yatmanın ne demek olduğunu anlamak da mümkün değildir, anlatmak da. Gördüğüm büyük alakaya mı sevineyim; bir ölünün yatağına uzanmama mı üzüleyim? Acaba bu alaka nedendi? Orduevi odasından bir hastane odasına nasıl getirilmiştim? Merakımı ziyâretime gelen arkadaşlarımdan öğrendim. Meğer 30 Ağustos balosunda dans edilirken, eğlenilirken kahramanlık şiirleri de okunmuş. Orada bulunan benim yakın arkadaşlarımdan Kemal Dağlıoğlu:

- Bir şiir de ben okuyayım, demiş.

- Oku bakalım! demişler.

Dağlıoğlu da çok güzel şiir okurdu. Orada, benim ‘Bayrak’ şiirimi okumuş. Kemal’e o şiiri birkaç defa okutmuşlar. ‘Kimin bu şiir?’ demişler.

Kemal de şahadet parmağıyla tavanı göstererek:

- Bu şiiri yazan adam, yukarıda bekâr odasında, 40 derece ateş içinde yatıyor şimdi, demiş.

Kemal’in bu açıklamasından sonra, bir albay başkanlığındaki doktor subaylar beni muayene için çıkıp odama gelmişler. Ben bu alakayı bana, ‘bayrağımızın şefaati’ olarak değerlendiriyorum. Bunu söylemek mecburiyetini duyuyorum. Söylemezsem, bayrakla ilgili hatıralarımın eksik kalacağına inanıyorum.

Bayrak’ şiiri, doğrusu çok sevildi. Çok ezberlendi. Çok okundu. Ama o ‘Bayrak’ şiirine şaşı bakanlar da kör bakanlar da oldu. Bazı, beyni keçeleşmişler, benim o şiiri, Rus bayrağı için yazdığımı şurada burada söyleyip durmuşlar. Diyeceksin ki hangi gerekçeyle? Gerekçe müthiş efendim! Hani ben daha ilk mısrada: ‘Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü’ diyormuşum ya? Oradaki ‘kızıl’ kelimesiyle Rus’un kızıl ordusunun kızıl bayrağını anlatıyormuşum. İyi mi? Üstelik Türkçemizde de kızıl kelimesi, komünist kelimesinin karşılığıymış. Komünistlerden hep ‘Kızıllar’ diye bahsediyormuşuz. Tamam işte; al başına belayı. Peki, Moskof un bayrağında beyaz renk var mı? Yok! Peki, Moskof bayrağının ay yıldızı var mı? Yok! Yok, ama kızıl kelimesinden huysuzlananların ağzını kapamak da mümkün değil. İşin hazin tarafı, bizim insanımız kızıl kelimesinin de yoldaş kelimesinin de tamamen Türkçe kelimeler olduğunu bilmiyor. Komünizm yüzünden bu kelimeleri de kullanamaz olduk. Her ne ise... Adana’da iki üç arkadaşıma, o aklı evvellerden biri demiş ki:

-Ârif Nihat, o şiiri Rus bayrağı için yazmıştır. Bu, kızıl kelimesinden de belli oluyor işte!’

Arkadaşlarım bu suçlamaya hiç itiraz etmemişler:

-Ya, öyle mi? Biz bunu hiç bilmiyorduk. Anlat hele! Anlat hele! demişler.

Adamı konuştura konuştura, ara sokaklardan birine sokmuşlar. Orada ‘Yer misin yemez misin?’ diyerek adamı bir temiz dövmüşler. Bu hâdise bana, bayrağımıza dille tecavüzde bulunanların elle de bayrak direkleriyle de cezalandırılacaklarını hatırlatıyor.

Böyle zavallı kafaların zırvaları ‘Bayrak’ şiirini gölgeleyemedi. Fakat görüyorum ki bazı kimseler, hazırladıkları antolojilere, okul kitaplarına, takvimlere... ‘Bayrak’ şiirinin son kıtasını almıyorlar:

Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim;

Yeryüzünde yer beğen

Nereye dikilmek istersen

Söyle, seni oraya dikeyim!’

mısralarından rahatsızlık duyuyorlar. Ne diyeyim elleri kırılsın!

Bayrak’ şiiri dolayısıyla bir de tahkikat geçirdim ki unutamam. Devrin Maarif Bakanı Hasan Âli Yücel’le nasıl takıştığımızı biliyorsun. Hasan Âli, beni lise müdürlüğünden aldı. Edebiyat öğretmenliğine getirildiğim aylarda, lisede bir müsâmere düzenlenmiş. Talebelerden biri, benim ‘Bayrak’ şiirimi okumuş. Bundan haberim olmadı. Müsâmereden sonra müfettişler geldiler:

-Okulun müsâmeresinde kendi şiirini okutmuş, reklamını yaptırmışsın, diyerek beni suçladılar. Şaşırdım kaldım. Cevap verdim:

-O şiiri okutan ben değilim. Fakat ben okutsam bile, bu hareket nihayet tevazua aykırı olabilir. Kanuna, nizama aykırı bir hareket değildir, dedim. Sonra kendi kendime dedim ki: Bayrağımız, bu olay dolayısıyla bana diyor ki: ‘Şiirimle epeyce şımardın. Bilmelisin ki ben bu kadar şımarıklığı sevmem!’ Şımarmadım, şımarmıyorum!

TÜRK DİL KURUMU YAYINLARI:

Remzi Oğuz Arık Mahallesi, Atatürk Bulvarı Nu: 217 Çankaya, Ankara. Telefon: 0.312-468 07 83 Belgegeçer: 0.312-468 07 83 internet: http://tdk.org.tr

DERKENAR:

HALK HİKÂYELERİ, DESTANLAR, MİT VE MİTOLOJİ

OĞUZ ÇETİNOĞLU [email protected]

Her ne kadar kültürümüze girmiş, dilimize yerleşmiş iseler de ‘mit’ ve ‘mitoloji’, bize ait kelime ve kavram değildir. Bizim halk hikâyelerimiz, efsânelerimiz ve destanlarımız var. Mitoloji denilince çoğumuzun aklına eski Yunan’a ait Ouidipus, Zeus, Afrodit, Apollon, Agamemnon, Tantalos vs. gelir. İlk ve orta öğretimde, Bay Ülgen, Erlik Han, Oğuz Han, Abdülkerim Satuk Buğra Han, Sarı Saltuk gibi destan ve efsâne kahramanlarımız, Yaratılış ve Türeyiş, Ergenekon ve Bozkurt, Battal Gazi, Danişmend Gazi ve Manas Destanlarımız değil, Yunan mitolojisinin birbirleriyle kavga eden, âşık olan çakma tanrılar, akrabasının dul eşiyle evlenen, yeğeninin gücünü kıskanan tırışka kahramanlar, okutulmuştur. Köroğlu’nun da ders kitaplarına yanlışlıkla girdiği söylenebilir.

Bütün bunlara rağmen mitolojinin dünya edebiyatında mühim bir yeri vardır.

Mit’ denilen halk hikâyeleri, geleneğe dayalı olarak gelişen ve yayılan, toplumun hayal gücü ile biçim ve muhtevâ değiştiren, kâinatın teşekkülü, tanrı ve tanrıça gibi olağanüstü varlıklarla alakalı hayâlî hikâyelerder. Sözlü edebiyat olarak doğmuş, zaman içerisinde uzmanlar tarafından yazıya geçirilip belli bir disipline bağlanmıştır.

Mitoloji; jlk çağda ve sonraki dönemlerde değişik kavim ve milletlerde tanrıların, yarı tanrıların ve kahramanların efsânevî târihini inceleyen ilim dalıdır. Mitleri ve mitlerin kökenlerini, mânâlarını sistemli olarak inceler ve yorumlar. Mitlerin tamamı da mitoloji kelimesiyle ifâde edilir.

Bizim halk hikâyelerimizde umûmiyetle; aşk, sevgi ve kahramanlık gibi konular işlenir.

-16. yüzyıldan itibaren destanın yerini almıştır. -Eski târihlerde halk hikâyelerinin özel anlatıcıları vardı. Onlara; meddah denilirdi. Meddahlık, taklit kabiliyeti olan, okur-yazar, az çok kültürlü kişilerin başarabileceği bir sanattı. –Halk hikâyelerinde kahramanların yaptığı dua ve beddualar mutlaka kabul edilir.

Kahramanın en büyük yardımcısı Hz. Allah, Hızır aleyhisselam ondan sonra da hikâye kahramanın atıdır.

Halk hikâyelerimizde değil tanrıya, insana yakışmayacak davranışlar da yoktur. Zâten tanrılar yoktur, Yüce Allah (cc) vardır. Çünkü Türkler, târihin hiçbir safhasında çok tanrılı bir inancın mensubu olmamışlardır. Türk hikâylerinde, destan ve efsânelerinde dâima tek, mutlak ve kadir Allah vardır.

Çerkezlerde Nart Destanları zengindir. Türklerin Ergenekon, Kırım Türklerinin Edige, Kırgız Türklerinin Manas, İran’ın Efrasiyab, Finlerin Kalevala, eski Yunan’ın İlyada ve Odisseia, Hintlerin Ramayana ve Mahabharaba, Hititlerin Telepinu destanlarından izler bulmak mümkündür.

Gerek Türkiye Türklerinin gerekse uzun yıllar Çarlık ve Sovyet Rusya’sının yönetiminde kalan, son 26 yıl içerisinde de aynı kültürün etkisinden tam mânâsıyla uzaklaşamamış olmalarına rağmen Türkistan Türklerinin destanlarında yabancı ülkelerin tesirleri görülemez. Tamâmen Türk’e mahsustur. Benzeşmeler ancak kendi arasındadır. Hepsinde halk yaratıcılığının farklı numûneleri vardır. Üç-beş kelimeden oluşan bir satırlık atasözlerinden, sayfalar dolusu bilgi ve dersler alınır.

Türk dünyası destanlarının çok azı derlenebilmiştir. Derlenebilenler, yazıya geçirilebilenler deryadan bir damla mesâbesindedir. Fakat o damladan Türk’ün engin-derin ve muhteşem kültürünün hazzını, renklerini zenginliğini görmek, tatmak, hissetmek mümkündür.

Gönül arzu eder ki Avrupa, Sibirya, Ortadoğu dâhil olmak üzere bütün Türk dünyasının destanları, halk hikâyeleri, efsâneleri bir külliyat hâline getirilsin. Böyle bir eser, 300.000’luk Türk dünyasının müşterek özelliklerini bir araya toplayacak, birbirimizi daha yakından tanımak imkânı sağlayacaktır. Böylece büyük bir aile olduğumuzun şuuruna varmış olacağız.

Aynı şekilde, Türk dünyası bestelerinin, halk şarkı ve türkülerinin bir araya toplanması mecburiyetinin de bulunduğunu hatırlatmış olayım.

KUŞBAKIŞI:

DUA VE ZİKİR

İslâm dinine göre dua, insanın bütün benliğiyle Cenab-ı Allah’a yönelerek maddî ve mânevî isteklerini O’na arz etmesidir. Kur’an-ı Kerim’de 20 yerde dua kelimesi geçmektedir.

Zikir ise ‘Allah’ kelimesini; tekbir, tehlil, tesbih ve tahmid cümlelerini tekrarlamak demektir. Zikir, Allah’ın yüceliğini dile getirmek ve mânevî olgunluğa ulaşmak maksadıyla yapılır. ‘Tekbir: Allahü ekber / Allah en büyüktür.’ Tehlil: ‘La ilâhe illaâllah / Allah’tan başka ilâh yoktur’, Tesbih: ‘Sübhanallah / Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim’, Tahmid: ‘El-hamdü lillah / her türlü övgü Allah’a aittir’ demektir.

Yazdığı kitaplarla yaşadığı döneme damgasını vurmuş bir din âlimi olan İmam-ı Gazâlî'nin (Doğumu:Horasan’da Tus şehri, 1058-Vefatı: aynı şehirde 1113) bu eseri, Hârun Ünal tarafından Türkçeye çevrilmiş, 14 X 21 santim ölçülerinde 208 sayfa olarak basılmıştır. Eserde dua ve zikirin adâbı ve esasları anlatılmakta, İslâmî öğütler verilmektedir.

ÇELİK YAYINEVİ: Ticarethâne Sokağı Nu: 19/A Sultanahmet, Fatih 34110 İstanbul. Telefon: 0.212-511 28 11 Belgegeçer: 0.212-511 28 12 e-posta: [email protected] www.celikyayinlari.com

TÜRK KİMLİĞİNİN YENİDEN İNŞASI BAĞLAMINDA ZİYA GÖKGALP

Prof. Dr. Ünver Günay, Doç. Dr. Celaleddin Çelik editörlüğünde hazırlanan 238 sayfalık kitap 9 adet makaleden oluşuyor. Yazarları ve makale başlıkları:

1- Prof. Dr. Ünver Günay: Gökalp, Milli Kimlik ve Din. 2-Doç. Dr. Celaleddin Çelik: Gökalp’in Bir Değişim Dinamiği Olarak Kültür - Medeniyet Teorisi. 3- Prof. Dr. İsmail Görkem: Ziya Gökalp’in Folklor Oluşumuna Bakışı. 4-Prof. Dr. Mustafa Argunşah: Ziya Gökalp ve Yeni Lisan Hareketi. 5-Prof. Dr. Hülya Argunşah: Millî Kimlik Oluşturmada Edebiyatın Rolü ve Ziya Gökalp. 6-Prof. Dr. Ünver Günay: Ziya Gökalp ve Din Sosyolojisi. 7-Doç. Dr. Celaleddin Çelik: Gökalp Düşüncesinde Din ve İdeal Tip Olarak Türk Müslümanlığı. 8-Doç. Dr. Kadir Albayrak: Ziya Gökalp’in Türk Din Tarihi Çalışmalarına Katkısı: Toyonizm. 9-Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi Ecer: Ziya Gökalp - Atatürk Yakınlığı.

KESİT YAYINLARI:

Çatalçeşme Sokağı Torun Han Nu: 40, Kat: 1 Cağaloğlu, İstanbul. Telefon: 0.212-511 68 28 Belgegeçer: 0.212-512 56 63 e-posta: kesityayinlari.com / www.kesityayinleri.com

TRAJİK BAŞARI / TÜRK DİL REFORMU:

Türkçe ile alakalı araştırmalarıyla tanınan İngiliz Prof. Dr. Geoffrey Lewis (1920-2008) 1998 yılında Türkoloji ilmine hizmetleri sebebiyle Türkiye Cumhuriyeti Liyakat Nişanına lâyık görülmüştür.

Eseri, Mehmet Fâtih Uslu tarafından Türkçeye çevrilmiş, 2007 yılında yayımlanmıştır.

17,5 X 23 santim ölçülerinde 222 sayfalık kitabında; tarihteki en uzun süreli dil mühendisliğinin çok acıklı hikâyesini anlatıyor. Hikâye, Osmanlı Devleti döneminde başlamış, Cumhuriyet Türkiye’sinde devam etmektedir. Taraf tutarak tartışılmış bir meseleyi, tarafsız ve biraz da ironik bir dille ve belgelere dayanarak anlatıyor.

Kitaptan bir bölüm: ‘Türk Dil Kurumu’nun 1949 yılındaki Altıncı Kurultayında üyelerden biri sordu: ‘Yeni teknik terimlerin oluşturulmasına hâkim olan ilke nedir?’ Cevap veren çıkmayınca salonu derin bir sessizlik kapladı. Dakikalar sonra sessizliği, Dilbilim ve Etimoloji Komisyonu’nun Başkanı Tıp Doktoru Saim Ali Dilemre bozdu: ‘Arkadaşlar, kemküm etmeyelim. Bizim prensibimiz mirensibimiz yoktur, uyduruyoruz.’

PARADİGMA YAYINCILIK:

Alemdar Mahallesi, Çatalçeşme Sokağı Nu: 42, Yücer Han Oda: 3-5 Cağaloğlu, İstanbul. Telefon ve Belgegeçer: 0.212-526 81 52

KISA KISA / KISA KISA…

1-TÜRKİYE’NİN CANI BOĞAZLAR: Süleyman Kocabaş. Vatan Yayınları Kayseri.

2-BİR KÖPRÜNÜN HİKÂYESİ: Cevdet Akçalı. Makaleler. Cinius Yayınları.

3-ATEŞ ÇEMBERİNDE AZERBAYCAN: Okan Yeşilot. Yeditepe Yayınevi.

4-SÜRGÜNDEKİ DERVİŞ MUHAMMED SALİH: Oğuzhan Cengiz. Bilgeoğuz Yayınları.

5-UZMANLAR KONUŞUYOR: Konferanslar. Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları.