Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi İslamî İlimler Fakültesi Dekanı, Arap Dili ve Belagati (*) Öğretim üyesi Prof. Dr. AHMET TURAN ARSLAN ile DİL ÜZERİNE SOHBET


GİRİŞ:

Türkler tarih boyunca alfabe, vatan, bayrak ve hatta din değiştirmişler, dillerini asla değiştirmemişlerdir. Ana dillerini büyük bir ihtimamla koruyup geliştirmeye çalışırlarken, yönetimi altındaki insanların ana dillerine saygılı olmuşlar, inanç ve kültürlerinin gerektirdiği şekilde yaşamalarını hoşgörü ile karşılamışlar, ‘Cihan devleti’ unvanını bu şekilde korumuşlardır..

Günümüzde ‘millî devlet’ kavramı ön plana çıkmış olmakla birlikte millî devlet, yalnızca bir modeldir. Asıl hedef, güçlü devlettir. Güçlü devlet, insan kalabalıklarını, farklılıkları yok etmeden hâkim kültürün potasında kaynaştırmakla mümkün olur. İnsan toplulukları ‘millet’ hâline getirilememişse, ‘devlet’ten bahsedilemez. Çünkü devlet, millet içindir. Millet, devlet için değildir. Bilindiği gibi devletsiz millet olabilir fakat milletsiz devlet olamaz. Devletler tarih sahnesinden silinebilmiş fakat dilini kaybetmeyen milletler yok edilememiştir. Onlar, devletlerini yeniden kurabilmişlerdir.

Milleti oluşturan insanların tamamı, aynı özelliklere sâhip olmayabilir. Ancak, insan topluluklarının millet hâline dönüştürülebilmesi için hâkim kültür etrafında birlik olmak, çokluktan birlik oluşturmak şarttır.

İnsanların müşterek bir iletişim aracı yoksa bir arada bulunmaları ve ‘birlik’ oluşturmaları mümkün olmaz. Buna rağmen dil, yalnızca iletişim aracı değildir. İnsanlar topluluğunun ortak hâfızasını, değerlerinin ve gelecekle ilgili düşüncelerinin oluşturucusu, koruyucusu, geliştiricisi ve taşıyıcısıdır. Dil aynı zamanda, devlet çatısı altında yaşayan insanlara, aidiyet duygusu kazandıran en önemli etkendir. İnsan topluluklarını millet hâline getiren din, tarih ve diğer unsurları paylaşmanın da tek aracı dildir. Dil tek ise, devlet de tektir. İki ayrı ana dilin varlığı, devletin ikiye bölüneceğinin ilk işâretidir.

Millet ve devlet yapılanmasında böylesine önemli bir manevî değer olan dilin bozulması, yok olmasına yol açar. Bozulmayı önlemek, devletin ve dil hassasiyeti olan vatandaşların görevidir.

Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan ile bu görevin önemi üzerine konuştuk.

İyi okumalar.  
 

     Oğuz Çetinoğlu: Dilin kültüre etkisi, kültürün insan topluluklarının millet hâline gelmesindeki yeri ve önemi hakkındaki görüşlerinizi lütfeder misiniz?
     Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan: Önce size teşekkür ederim, böyle önemli millî konuları ele aldığınız için. Fakültemize de hoş geldiniz.
     Efendim, milleti oluşturan önemli unsurlardan biri dil, diğeri de dindir. Tabii, başka birçok unsurlar var, birçok etkenler var. Fakat bunlar bir milletin ana kimliğidir. Çünkü insanın hayatını, günlük hayatındaki birçok hareketlerini de bu iki unsur oluşturur. Dil, bir millet için çok önemlidir. Bir defa, bir milletin birbirini anlamasının aracı, vasıtasıdır. İnsanlar dil ile anlaşırlar, onunla güler, onunla oynar, onunla zevklenir, onunla üzülür, üzüntülerini onunla ifâde ederler. Hattâ kelimelerindeki vurgular, ses tonları… Bazı kelimeleri kısaltarak söylersiniz, bâzı kelimeyi uzun söylerseniz olmaz, tek bir kelime veya hazif (yeni kullanımda: eksilti) yaparsanız daha etkili olur karşınızdaki insana. Dolayısıyla bunlar bir milletin hayatını da oluşturur. Gülmeleri, eğlenmeleri, oyunları, düğünleri, bayramlaşmaları, hepsi dil ile olur hâsılı.  
     Malezya’dayken gördüm, birçok Bosnalı (ki onlar Türk değildir) Fatih zamanında Müslüman olmuşlardır. Fakat Türkleri ve Müslümanlığı o kadar benimsemişler ki, birçok Türkçe kelimeyi de almışlar. Malezya’da bir arkadaşımızın annesi vardı; Bosna böreği yapmış, ondan ikram ederdi. Türkçe bilmediği halde Türkçe olarak bize ‘Bayramlar mübarek ola’ derdi. Türk olmadıkları hâlde bu kelimeleri almışlar, benimsemişler, bu kadar sevmişler. Müslümanlık dolayısıyla, birçok kelimemizi kullanır duruma gelmişler. Türkçe kitaplarımızı alıp okumuşlar, bir kısmını kendi dillerine tercüme etmişler.  
     Kelimeler asırlar boyunca, her asırda farklı bir mânâ kazanır. Bu durumla ilgili olarak şöyle bir benzetme yapılabilir:  Bir tren katarı düşünelim: Çeşitli vagonlar ve de vagonlarda insanlar var. Her istasyonda bir kısmı iner, başka insanlar biner. Tren katarı yoluna devam eder.  Kelimeler de öyledir. Milletler zaman içinde yoluna devam ederken, bâzı kelimeleri bırakırlar, yeni kelimeleri türetirler veya başka milletlerden alırlar. Dil lokomotifine takılırlar ve tarihteki yolculuklarına devam ederler. Bâzen de aynı kelimelere, asırlar içerisinde farklı mânâlar yüklenir.  Bunu da insanların elbise değiştirmesine benzetebiliriz. Türk Dil Kurumu’nun bu konuda çalışmaları oldu. Hangi asırda, hangi kelimeler, hangi anlamda kullanılıyordu; sonra ne gibi anlam değişiklikleri oldu… Bunlar araştırılıyor. Gerçekten çok doğru ve yerinde bir çalışma.
     Gerek kelimelerin kendilerinin gerekse mânâlarının değişimi, tarihî süreç içerisinde olur. Bir kelimeyi âni bir kararla bugünden yarına, akşamdan sabaha değiştirmek yanlıştır.  ‘Bunu değiştireyim, bunu atayım, öbürünü alayım…’ diyemezsiniz; Çünkü dil, bir milletin tarihini ve kültürünü oluşturuyor ve yaşatıyor. Bu durum milletin geçmişi, varlığını koruması ve güçlenmesi için çok önemlidir.
     Bunu sadece biz söylemiyoruz, Avrupalılar da böyle söylüyorlar. Bendeniz doçent olabilmek için İngilizce çalışıyordum. Okuduğum kitapta bir tartışma dikkatimi çekti. Konu şuydu: İngilizcede ‘What’ kelimesi eskiden olduğu gibi, bu şekilde mi yazılsın, yoksa okunduğu gibi ‘vat’ şeklinde mi yazılsın?
     İngiltere’de bu konuda insanlar ikiye ayrılmışlardı. Bir kısım uzmanlar birinci tezi, diğerleri ikinci tezi müdâfaa ediyordu. İkinci tezi müdâfaa edenler; ’İngilizce daha kolay ve daha çok kişi tarafından öğrenilip konuşulur.’ diyorlardı. Diğerleri de ‘Hayır, olmaz, yapamayız.’ diyordu.
     Londra’ya gittiğim zaman görüştüğüm uzmanlara bu tartışmadan bahsettim:
     -İngilizceyi, okunduğu gibi yazsanız, bize de kolaylık olur.’
     -Öyle yaparsak, yeni yetişen İngiliz gençleri, Shakspeare’i anlayamazlar, cevabını alınca itirazıma devam ettim:  
     -Anlamasınlar, ne olur ki?
      Cevabı dikkat çekiciydi:
     -İngiliz kültürü için, İngiliz edebiyatı için Shakspeare çok önemlidir. Shakspeare’i anlamayan İngiliz’i ne yapayım ben? Shakspeare’i anlamayan, İngiliz sayılmaz.
     Shakspeare,16. asırda yaşamış, ölmüş bir zat. Yeni yetişen nesillere O’nu tanıtıyorlar, benimsetiyorlar. O’nu anlamayan İngiliz gencini, kendi milletinden saymıyor.  Böyle bir sözü hiçbir Türk aydınından duymadım. Fuzûlî’yi anlamayan… Fuzûlî’yi bırakın, Mehmet Âkif’e millî şairimiz diyoruz, millî şairimizi, Millî Marş’ımızı anlamayan gençleri, Türk saymadığını söyleyebilen aydınımız var mı?  
     1950’lerdeki yazılan eserin ikinci baskısında yazar diyor ki; ‘Sadeleştirmek mecburiyetinde kaldım. Çünkü gençlerden talep geldi.’
     Gençlik, 50-60 sene önce yazılmış bir eseri anlayamıyor.  Demek ki kültür köprüleri yıkılmış… Geçmişimizle bağlar kopmuş… Benim dedemi, Fatih’i anlamıyorsa bir genç, anlamadığı için de Fatih’imle iftihar etmeyecekse, kiminle iftihar edecek? Gençlerimiz geçmişinden güç almadan geleceğini nasıl inşa edecek?
     Dil de insan gibidir diyorlar, gençleşme ve gelişme devreleri olur, ihtiyarlık zamanları olur; ama asıl kökler bitmez, yok olmaz. Muhtelif zamanlarda diğer milletlerin, komşu ülkelerin dillerinden kelime almak veya yönetimimiz altında bulunan milletlerden kelime almak… gayet normaldir. Bu her dilde vardır, sadece bizde değil.
     Çetinoğlu: Rusçada ‘balkon’ kelimesi var. Türkçeden geçmiş. Fransızcada ‘yoğurt’ kelimesi var.  
     Prof. Arslan: O kelimeyi İngilizler de kullanıyorlar. Kazan Türklerinde Arapça kelimeler var mı diye aradım. Çok kelime var. Türkçeden Rusça’ya geçmiş. Rusçadan Türkçeye geçmiş kelimeler var. Bu gayet normal, çünkü beraber yaşadık. Ruslar Kars’ta 40 sene kadar kalmışlar, Doğu Anadolu’da kalmışlar. Beraber yaşamış insanlar var; onlardan bize, bizden onlara kelime geçmiş… Bu gayet normaldir. Kelime alışverişleri, tarihi bir olayı, o milletlerle bir arada bulunduğumuzu yansıtıyor.  
     Çetinoğlu: ‘Dil de insan hayatı gibi değişikliklere uğrar, gelişmeler olur’ dediniz. Türk dilinin dünüyle bugünü arasındaki değişiklikleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
     Prof. Arslan: Efendim, ben Türkçe uzmanı değilim. Fakat genel kültür kapsamında söyleyecek olursam, Türkçenin kendine kapalı olduğu, diğer milletlere kapalı olduğu zamanda kullandığı kelimeler vardı; bir de özellikle Türklerin İslamiyet’le tanıştıktan, İslamiyet’i kabul ettikten sonraki hayatları var. Mesela Uygur Alfabesini kullanmışlar vaktiyle. Müslüman olduktan sonra Arap Alfabesine geçmişler. Müslümanlığı benimseyince, onların kelimelerini de almışlar. Özellikle dini hayatımızla ilgili kelimeleri daha yoğunlukla almışız. Bu gayet normal bir şeydir. Diyelim ki, Kelime-i şahâdet, mânâsını bilmesek bile ezberlemişiz. Kelime-i tevhid’i ezberlemişiz, salât demişiz meselâ.
     Çocukluğumuzda bize sorarlardı:
     -İslam’ın şartı kaç?
     -Beş. Derdik.
     -Nelerdir? Diye sorulduğunda,
     -Kelime-i şahâdet, namaz, oruç, hac… Demezdik, Savm ü salat, Hacc ü zekât, kelime-i şahadet getirmek… Derdik. Hatta kelime-i şahâdeti başta söylemek lazım gelirken, belki kafiyeye uysun diye sonda söylerdik. Oruç tutmak, namaz kılmak, hacca gitmek, zekât vermek ve kelime-i şahadet getirmek. Kelime-i şahadet için ‘getirmek’ fiilini kullanırdık.
     Çetinoğlu: Hâlâ öyle kullanılıyor.
     Prof. Arslan: ‘Getirmek’ kelimesine ilişkin bir hatıram var. Kısaca anlatayım, efendim. ‘Kelime-i şahadeti getirmek’ dedik. Türkçede getirmek tabiri Arapçada; ‘zikretti’ manasındadır. Kelime-i şahadeti söylemek, zikretmektir. Benim büyük oğlum küçükken bir gün kendisine sordum:
     -İslam’ın şartı kaç Mustafa?
     -Beş.
     -Nelerdir?
     -Birincisi Kelime-i şahadet getirmek. Dedi.
     Bakın, bir Türk çocuğunun hâfızasında, ‘getirmek’ kelimesi nasıl yer etmiş!
     Getirmek kelimesinden, oradan bir şeyi alıp buraya getirmek anlaşılır, tekrar sordum:
     -Nasıl oluyor kelime-i şahadet getirmek?
     Anlayamadı, tekrar sordum:
     -Kelime-i şahadeti nasıl getiriyoruz?
     Cevabına bakın:
     -Arabayla. Dedi.
     Getirmek sözünün çocuğun zihnindeki çağrışımını almış oldum. Getirmek nasıl olur diye düşündü. Yük neyle geliyor? Arabayla. Onun için, ‘Arabayla’ demişti de gülüşmüştük. Fakat sonra düşündüm, çocuk haklı idi.
     ‘Getirmek’ sözünü kullanıyorum. Çocuk,  Kelime-i şahadetin ne olduğunu bilmiyor. ‘Getirmek’ kelimesini kullanınca, yük aklına geliyor. Kelime-i şahadeti, yük gibi bir şey olarak algılıyor ve cevabını ona göre veriyor: ‘Arabayla’   
     Bunlar çok önemlidir efendim. Son şeyhülislamlardan Mustafa Sabri Efendi de iki nokta üzerinde çok durur: ‘Dil ve din, bir milletin hayatı için çok önemlidir.’ Der. O bir Türk aydını olarak bu iki unsurun değiştirilmemesi için mücadele de etmiştir ve milletini etkili bir şekilde de uyarmıştır.
     Meselâ güneş dil teorisi; Dili Türkçeleştireceğim diye eskiler atılmış, yeni kelimeler alınmış. Yeni kelimeler alınırken, tamam, Türkçeden, hakikaten öz Türkçeden, halkın kullandığı, halkın anladığı kelimeler alınırsa eyvallah, daha rahat anlaşılır; ama maalesef böyle yapılmamış.
     Ben bir liste görmüştüm, atılan ve yerine konulan kelimeler sıralanmıştı.
     Atılan kelimenin yerine konulan kelimeye bakınca, insan ister istemez  ‘Bunlar Türkçe mi?’  Diye soruyor. Baktım ki, çoğu Latince kökenli kelimelerden alınmış. Ne anladık biz bundan? Arapçayı atıyorsun, Latince kökenli kelimeyi alıyorsun. Bu, Türk’ün yararına bir şey değil ki kardeşim. Türk’ün yararına bir şey getir. Ama halk dilini benimseyen bazı yazarlar var. Hakikaten bazı kelimeler de var ki, inkâr etmemek lazım, hakikaten Türkçe kelimeler. Bunlara eyvallah. Çünkü bakıyorum ki, o kelimeler eskimemiş.
     Kanuni fermanlarında buldum. Bazı arkadaşlara tercüme ettim. Kanuni’nin fermanları Türkçedir. Onlar uydurma değil. Güneş dil teorisi ile dilimize alınan bâzı kelimeler var ki, uydurulmuş. Bu uydurma şeyler doğru değil. Halk, benimsediği, diline uygun bulduğu kelimeleri kullanır. Yani öyle kelimeler var ki, onu, profesör de anlar, yazar da anlar, dağdaki çoban da anlar. Vatandaşın anladığı bir kelimeyi dilden atmamak gerekir. Mesela Ziya Gökalp’in kullandığı bazı kelimeler de bizim anladığımız kelimelerdir.
     Evet, cevap kelimesi Arapça kökenlidir fakat herkes biliyor ve kullanıyor. Artık dilimize yerleşmiştir.
     Bir de şunu arz edeyim bu arada: Dilde yeni konulan kelimeler, yeni çıkarılan kelimeler için, bir de eğer karşılığı sözlüğe konulmamışsa, gençler, kelimeyi kullanan farklı kişiler, aynı kelimeye farklı anlamlar yüklüyorlar.  
     Mesela ‘bağlam’ kelimesi… Öğrencilerimden biri kullandı. Sordum: ‘Kardeşim, sen bu kelime ile ne anlatmak istiyorsun?  Bu kelimeyi annen mi kullandı, baban mı kullandı? Deden, nenen kullandı mı?’  
     Bir yerden duymuşlar, anlamını bilmeden özenti olarak kullanıyorlar. Herkes kelimeye farklı bir anlam yüklüyor. Bu çok tehlikeli bir şeydir.
     ‘Olanak’ kelimesi uyduruldu, ilk defa kullanan önemli bir mevkide olduğu için herkes O’na özendi ve yazılarda, konuşmalarda kullanılmaya başlandı.  
     Çetinoğlu: İmkân, mümkün, fırsat, çâre kelimeleri yerine kullanılıyor. 4 kelime sözlüklerden atıldı. Dilimiz fakirleşti.   
     Prof. Arslan: İmkân kelimesini en âliminden en câhiline kadar, dağdaki çobandan üniversite öğretim üyesine kadar herkes kullanırdı. ‘Olanak’ kelimesi bir ihtiyacın karşılığı mıydı? Daha önceleri bilinmeyen bir kavram mıydı? Hiçbiri değil. Bir kelime ortaya atıldı ve kelimeyi kullanan kişiye özenenler her yerde özenti neticesinde kullanmaya başladılar. Kelime, zorla millete kabul ettirilmeye çalışıldı.

(DEVAM EDECEK)