DERKENAR
MEYVE TADINDA ROMANLAR
Bir yazı okudum, ufkum açıldı…

Kitapları özellikle de romanları meyveye benzetirim… Farklı lezzette, farklı güzellikte, farklı iklimlerde yetişen, tatları, kokuları, rayihaları farklı meyvelere…
Bazı meyveler çok tatlı çok yumuşaktır… Tazeyken de lezizdir kurutulunca da… İncir gibi… Hele ilaç görmemiş dağ incirini, yeşil – sarı arası tatlı bardacıkları bulabilirseniz yemenin tadına doyulmaz… Yemesi de zevkli ve kolaydır… Her yaşa da hitap eder… Tıpkı Reşat Nuri Güntekin’in, Refik Halit Karay’ın, Kemal Tâhir’in, Ömer Seyfettin’in, Orhan Kemal’in  romanları gibi… Çocukken okurken aldığınız hazzı, gençken de hissedebilirsiniz, yaş kemale erince de, yaşlanınca da…
Bazı meyveleri yemek, sabır ister, çaba ister… Mesela; nar… Kabuğunu soyacaksınız, üstünüzü başınızı leke yapmadan taneleyeceksiniz, sonra lezzetine vararak yavaş yavaş yiyeceksiniz… Belki yerken çekirdeklerinden rahatsız olacaksınız… Ama müthiş zevk de alacaksınız… Bitirdiğinizde o rayihayı hiç unutmayacaksınız…. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü, Peyami Safa’nın Yalnızız’ını okumak da aynı nar yemek gibidir… 
Başlangıçta zorlanırsınız, sabırla okumaya devam ederseniz, edebilirseniz, her sayfasında, hatta her satırında ihtimam gösterirseniz alacağınız lezzet müthiştir… Ve O tadı hiç unutamazsınız…
Bazı meyveler iz bırakır… Yerken eliniz, ağzınız o meyvenin salgıladığı boya ile renklenir… O meyveleri yediğinizi herkes anlar… Karadut gibi, taze ceviz gibi… Bazı kitaplar da okuyanda derin izler bırakır… Roman, okuyucusunu o kadar etkiler ki, okuyucu çocuğuna roman kahramanının ismini koyar…Mesela Nihal Atsız’ın Bozkurtların Ölümü romanının kahramanları Kürşat ve Almıla  onbinlerce kişiye isim olmuştur… Ben de ilk kızıma Almıla ismini vermek istemiş, ama ailemin itirazı üzerine verememiştim…  Güntülü ismi de Atsız’ın Ruh Adam romanının yayınından sonra konmaya başlayan bir isimdir… 
Bazı meyveler tatlı değildir… Ayrı bir lezzettir; ekşidir, mayhoşdur, hatta bazılarına göre acıdır… Ama hayatın gerçeğidir… Can eriği, ekşi elma, koruk, greyfurt  bu tür meyvelerden ilk aklıma gelenler… Bazı romanlarda da üzüntü, elem, keder, acı, gözyaşı hâkimdir… Okurken gözyaşlarınızı tutamazsınız, onların acılarını içinizde hissedersiniz… Mesela; Cengiz Dağcı’nın Kırım Türkülerinin sürgünlerini, acılarını, vatan hasretini anlattığı kitapları ‘Korkunç Yıllar’, ‘Yurdunu Kaybeden Adam’, ‘Badem Dalına Asılı Bebekler’, ‘Ölüm ve Korku Günleri’, Zülfü Livaneli’nin  Nazi Almanya’sı saflarında çarpışan Kırım Türklerinden oluşan Mavi Alay’ın hazin macerasını anlattığı  ‘Serenad’ı ve hiç şüphesiz  Halit Hüseyni’nin (Khaled Hosseini) çok farklı romanı, ‘Uçurtma Avcısı’… Ekşi meyve tadındaki romanlardan ilk aklıma gelenler… Listeye Reşat Nuri’nin ‘Acımak’ı, Steinbeck’in ‘Fareler ve İnsanlar’ı gibi onlarca romanı eklemek de mümkün…
Bazı meyveler gençlere mahsustur… Kütür kütür Amasya elmasını , ekmek ayvasını çocukken yiyemezsiniz… Yaşlanınca da dişiniz kesmez…Yine yiyemezsiniz…  Tıpkı genç yaşlarda okunan; Jules Verne’in, Jack Landon’un, Oğuz Özdeş’in, Abullah Ziya Kozanoğlu’nun romanları gibi…
Bazı meyveleri sevmeseniz de, daha önce tadına bakmamış olsanız da, hem reklamı tanıtımı iyi yapıldığı için hem de merak ettiğiniz için, yemek mecburiyetini hissedersiniz… Yersiniz fakat hoşlanmazsınız, tadı yabancı gelir… Çoğu zaman da bitiremezsiniz… Ama bir süre sonra acaba tadını mı alamadım diye düşünerek yeniden yemeyi denersiniz….Bazı tropikal meyveler gibi…Mesela Avakodo… Defalarca yemeye çalışmama rağmen sev(e)medim…  Orhan Pamuk’un her kitabını da, reklam kampanyalarının etkisiyle aldım… Defalarca deneme rağmen çoğunu bitiremedim… Aynı Avakado’yu hiçbir seferinde tamamen yiyemediğim gibi…
Bazı meyvelerin tamamını  bir seferde yemeniz mümkün değildir… Mesela karpuz ve kavun gibi… Bir dilimini keser yersiniz… Tatlıdır, suludur, lezizdir… Yemediğiniz bölümünü buzdolabına kaldırırsınız, ertesi gün ikinci dilimi kestiğinizde ilk günkü tadı bulamazsınız… Üçüncü dördüncü günde, ilk günkü lezzetten eser kalmamıştır… Nihayetinde kaldırır atarsınız… Nehir romanlar olarak tanımlanan birbirinin devamı niteliğindeki romanları da büyük meyvelerin dilimlerine benzetirim. Romancı duyarlılığı ile iyi kurgulanan ilk kitaplar genelde güzeldir. Kitabın tutması üzerine ticarî kaygılarla birinci kitabın devamı niteliğinde yazılanlarda aynı lezzeti bulamazsınız… Mesela Henri Charrierie’nin hayat öyküsünü anlattığı otobiyografik romanı ‘Kelebek’in milyonlarca satması üzerine yayıncıların isteği üzerine kaleme aldığı O’nun devamı niteliğindeki romanı ‘Banko’da okuyucu aynı lezzeti bulamadı… Ancak; başlangıçta tek ve kapsamlı bir kitap olarak kurgulanan, ara vermeden kaleme alınan, fakat romanın çok uzun olması nedeniyle ciltlere bölünerek yayınlanmak mecburiyetinde kalınan nehir romanları bu kapsamın dışında tutmak gerekir… 
Bazıları her meyveyi sevmez. Elma ve mandalina dışında bir meyve yemeyen bir arkadaşım var mesela… Annem de muzu hiç sevmez, ağzına almaz. Bazıları da her meyveyi yer ama bazılarını çok severek yer… Okuyucu kitap ilişkisinde de aynı durum geçerlidir… Bir yazarın ilk kitabını beğenirsek, üslubunu seversek, genelde diğer kitaplarını da alırız. Benim okumalarım da öyledir… Çok sevdiğim yazarların; Dostoyovski’nin, Tolstoy’un, E.Hemingway’in,  B. Shaw’ın, Attila İlhan’ın, Peyami Safa’nın, Kemal Tahir’in, Refik Halit Karay’ın, Tarık Buğra’nın, Cengiz Aytmatov’un, Emine Işınsu’nun tüm romanları vardır kitaplığımda… 
Bazı meyveleri ait olduğu topraklar dışında yetiştirdiğinizde, çoğu zaman aynı kalitede ürün alamazsınız… Tropikal meyveleri ülkemizde de yetiştiriyorlar, ama genellikle aynı tadı almanız mümkün olmuyor. Malatya’nın şekerpare kayısısını da başka bir yörede aynı vasıfta yetiştiremiyorsunuz. Keza Iğdır kayısısını, Yeşilyurt kirazını da ülkemizin başka yerlerinde aynı kalitede yetiştirmek çok zor… Araştıran, topraktan, ağaçtan, meyveden iyi anlayan bahçıvanlar bu genellemenin istisnası oluyor… Tercüme kitaplar da ait oldukları topraklar dışında yetiştirilen meyvelere benzer… Hiçbir kitabı tam olarak çevirmek mümkün değildir… Kitap tercüme edilince, yalnızca yazarın eseri olmaktan çıkar, yazar ve çevirmenin ortak eseri olur. Tema yazara aittir, üslup ve anlatım çevirmene, yani bahçıvana… Yıllar önce Knut Hamsun’un bir kitabını almıştım; ‘Dünya Nimeti.’ Behçet Necatigil’in Türkçemize kazandırdığı  kitabı müthiş haz alarak okumuştum.. Behçet Necatigil’in şiirsi çevirisinin, romandan zevk almamda ne büyük payı olduğunu Knut Hamsun’un ikinci kitabını okumaya çalışınca anladım… Knut Hamsun’un Dünya Nimeti’ni okurken duyduğum haz, O’nun ‘Açlık’ isimli romanını da almama sebep oldu.. Fakat Açlık’ı okuyamadım, çünkü çeviri başkasına aitti ve berbattı… Orta Okulda iken Türkçe Hocam Mustafa Dinçer bana Dostoyevski okumamı önermişti ve ilave etmişti; ‘bulabilirsen Nihal Yalaza Taluy’un çevirisi olsun.’ Benim Dostoyevski ile bilahare de diğer Rus romancılarla tanışıklığım Nihal Yalaza Taluy’un çevirileri ile başladı.  Nihal Yalaza Taluy’un çevirilerinden aldığım tadı, diğer mütercimlerin Rus azarlardan yaptıkları çevirilerde bulamadım.  Amerikalı yazarlardan yapılan çevirilerde favorim  bir başka Nihal’dır; Nihal Yeğinobalı….  John Steinbeck, Pearl S. Buck, Oscar Wilde ve Mark Twain’i O’nun çevirilerinden tanıdım… Çeviri romanda, çevirmen de romancı kadar önemlidir… Onun için tercüme kitapları alırken, öncelikle beğendiğim çevirmenlerin çevirdiği kitaplarını almaya çalışırım, çevirmeni  araştırırım.… Bir kanaate varamazsam kitapçılarda 5-10 sayfasını okurum, beğenmezsem sahafların yolunu tutar eski baskıları araştırırım. Yine de bir sonuç alamazsam çevirilerden kalın olanını tercih ederim.
Önce kâr diyen kapitalizm pek çok şey gibi meyvelerimizi de bozdu, hormonla şişirilmiş meyveler, kabak aşısı karpuzlar piyasayı sarınca, toplumda organik meyve merakı başladı. Dün kimsenin yüzüne bakmadığı kurtlu elmalar, şekilsiz armutlar rağbete bindi… Edebiyat dünyasında da yazıldıkları dönemde kıymeti bilinmeyen, yazdıklarını yayınlayacak yayınevi bulamayan bazı yazarlar, bir eleştirmenin, bir yayınevinin dikkatini çekince yıllar sonra değeri anlaşılıp gündeme gelebiliyor, yaşarken hiç basımı yapıl(a)mayan kitapları öldükten sonra onlarca baskı yapabiliyor…. Mesela Ahmet Hamdi Tanpınar, Mesela Yusuf Atılgan, Mesela Bahaettin Özkişi…
                                                                                                                                                                  Meyve sevmeyen insanlar da var etrafımda, meyveyi sevenler de… Aynı kitap okumayı sevenler ve sevmeyenler olduğu gibi… Meyveyi sevmeyenlerde iki özelliğin ön plana çıktığını gözlemledim; ya ailelerinde meyve yeme alışkanlığı yoktur, veya ilk yedikleri meyve hoşlarına gitmemiştir. Meyveden soğumuşlardır. Kitap okumayı sevmeyenler de, ya kitap okunmayan evde büyümüşlerdir, veya; ilk okudukları kitabı zorla, sevmeden okumuşlardır… Ben o konuda çok şanslıydım; çok kitap okunan bir evde büyüdüm. İlk tanıştığım yazarları (Kemalettin Tuğcu ve Ömer Seyfettin) da çok sevdim. Dolayısıyla kitapları…
Umarım gelecek kuşaklar meyveleri de kitapları da çok severler…
Yine umarım ki, ülkemin çocukları; sağlığa zararlı kimyasal içerikli abur-cuburlar yerine meyve yerler… Bilgisayar oyunları ile oynamak yerine kitap okurlar…
FAZLI KÖKSAL


BİR KİTAP… 
OKUMAYA TEŞEBBÜS ETTİM, DÜNYAM KARARDI…

Bir dostum, kendi yayını olarak bastırdığı kitabı, adıma imzalayıp verdi. ‘Kitabınızla ilgili tanıtım yazısı yazar, gazetedeki sayfamda yayınlarım.’ Dedim. Memnun oldu. Söz vermiş oldum. Sözümü tutmam gerek.
Sayfanın sol üst köşesinde; ‘Kötü kitabın bu sayfaya giremeyeceği’ belirtildiği için, kitabın ve yazarın adı yerine hayalî isimler kullanarak, kitaptan değil de yalnızca içinde yer alan hatâlardan bahsedeceğim.  
Bu hatâların ve doğrularının mutlaka yazılması gerek. Çünkü Türkçemiz, bize ‘millet’ olmayı sağlayan en değerli varlığımızdır. Türkçemizin bozulmasına, kaybolmasına müsaade edilemez. Türkçemiz kaybedilirse, candan aziz vatanımız dâhil, kaybedilecek hiçbir değerimiz kalmamış demektir.  
*
Bâzıları ‘Bir kitap okur, hayatı değişir…’  
Bana verilen kitap, dünyamı kararttı. 
Çünkü akıl almaz Türkçe hatâları ile doluydu. 
Kitabı alırken, kitabın ve yazarının isminin yazılış şeklini görünce; ‘Meslektaşlarınızın çoğu Türkçe bilmez. Türkçeyi, kafasını kırarak, gözünü çıkartarak kullanırlar. İnşallah siz de aynı hatâya düşmemişsinizdir.’ Dedim. 
Cevap: ‘Günümüzde kim Türkçe biliyor ki?’ oldu. 
*
Doğrusu bu kadarını da tahmin etmemiştim. Okurken terledim.  Kovadan boşaltılan su altında kalmış gibi oldum. Kendimi çıkmaz sokaklarda sıkışmış; önümde, sağımda ve solumda uçurum, arkamda ise ancak korku filmlerinde görülebilecek irilikte bir canavar varmış gibi hissettim. Kâbus gördüğümü zannederek yanağımı çimdikledim, gözümü oğuşturdum, kalkıp yüzümü yıkadım… Nafile. Korkunç gerçek elimde ve karşımdaydı. 
Yazarın mesleği, adı ve soyadında büyük harf kullanılmamıştı: dr. bilge bilgili
Kitabın adı da küçük harflerle yazılmıştı: fikirler deryası 
Bilindiği gibi Arap alfabesi ile yazarken büyük harf kullanılmaz. Fakat Türk alfabesini kullanmaya başladığımız 1 Kasım 1928 tarihinden bu yana, yazı sistemimizde büyük harf vardır. Nerelerde kullanılacağı imla kuralları ile belirlenmiştir. 
Sinir sistemimin felç olmasını önleyebilmek için tamamını okumaya cesaret edemediğim kitabın ilk 10 sayfasında önemli gördüğüm 10 Türkçe hatâsı şunlardı: 
1-‘Dahi’ ve ‘bile’ anlamındaki ‘de’ ve ‘da’ takıları bitişik yazılmıştı. Örnek: ‘Bende ona dedim ki’ Doğrusu: ‘Ben de ona dedim ki’ şeklindeki yazılıştır. Ayrıca, bir önceki cümlede adı geçen kişi yerine ikinci cümlede üçüncü tekil şahıs zamiri olarak kullanılan ‘O’ kelimesi, büyük yazılmalıydı. 
2-Özel isimlerle kendinden sonra gelen hece veya heceler arasına (’) üstten virgül konulmamıştı. Örnek: ‘Türkiyede’ Doğrusu; ‘Türkiye’de’ şeklindeki yazılıştır.
3-‘ki’ son eki bitişik yazılır: Örnek: ‘Çantamda ki’ şeklinde değil, ‘çantamdaki’ 
4-Cümle düzeni kuralına uyulmamış. Örnek: ‘Öğretmen düşünmemizi ikaz ve ‘düşünün ibret alın’ Dedi. Doğrusu: ‘Öğretmen, düşünmemiz için ikaz etti ve ‘düşünün, ibret alın’ dedi.
5-Cümle tamamlanınca nokta konulur. Nedense gerek görülmemiş. 
6-‘Atatürk düşünceler güçle, top ve tüfekle asla öldürülemeyeceğini açıklamıştır.’ Cümlesinde, ‘düşünceler’ kelimesinin, ‘düşüncelerin’ şeklinde olması gerekirdi. 
7-‘Büyük düşünür Mevlana’da demiştir ki’ yazılışı yanlıştır. Doğrusu: ‘…Mevlana da…’ şeklinde olmalı.
8-‘kur’an-ı kerim’ ismi, saygı gereği, ‘Kur’an-ı Kerim’ şeklinde yazılmalıdır.
9-‘ilahi yasalar’ diye yazılmış. ‘Yasa’ kelimesi üzerinde hatır için durmayalım. ‘İlahi’ kelimesi, bir şiir çeşidini veya manzum duayı ifâde eder. ‘İlahi yasalar’ tamlamasıyla kast edilen; ‘Allah’a ait’, ‘Allah tarafından ortaya konulan kanunlar’ demektir. O halde birinci kelimenin sonundaki ‘i’nin, ‘î’ olması gerekirdi.  
10-’Teemmül bir nesne hakkında düşünmeyi zihinde yoğunlaştırma demektir.’ Cümlesinde; yazım, bilgi ve ifâde hatâları var. 
10.a-‘Teemmül’ kelimesinin doğru yazılışı: (te’emmül) şeklindedir. Bilgiçlik taslamak yerine ‘etraflıca düşünme’ denilseydi, hatâya düşülmezdi. 
10.b-Bu cümlede, te’emmül kelimesinden sonra (,) virgül konulmalıydı. 
10.c-Kelimenin anlamı; nesne hakkında’ değil, ‘Bir iş hakkında etraflıca düşünme’ demektir. 
10.ç-‘Yoğun’ kelimesi, ‘kesif’, ‘koyu’ anlamında Türkçemizin güzel kelimelerinden biridir. Kelimenin; ‘çok’, ‘sıkışık’, ‘derin’, ‘şiddetli’, ‘yüklü’, ‘kuvvetli’, ‘ağır’ ve benzeri anlamları yoktur. Kelimeye bu anlamları yüklemek yanlıştır ve Türkçemizi fakirleştirir. 
Trafik yoğunluğu’ derken, ‘sıkışık’, ‘yoğun gündem’ derken, ‘yüklü’, ‘yoğun problemler’ derken ‘büyük’, ‘yoğun sis’ derken ‘kesif’, ‘yoğun yağmur’ derken ‘şiddetli’ veya ‘sağnak’, ‘yoğun alkış’ derken, ‘bol’ ve ‘devamlı’, ‘yoğun duygular’ derken ‘derin’ ve ‘güçlü’, ‘işlerin yoğunluğu’ derken ‘çokluğu’, ‘yoğun yeşil’ derken ‘koyu’ kelimelerini Türkçeden atmış oluyoruz. Misalleri çoğaltmak mümkün: ‘muhteşem’, ‘ağır’, ‘şiddetli’, ‘karmaşık’, ‘devâsa’, ‘çeşitli’, ‘bol’ ve diğer kelimeler de atılanlara dâhil edilebilir.
Okuyucunun sabrını taşırmamak için ilk 10 sayfadaki diğer hatâları belirtmiyorum. 
Şu kadarını söylemeliyim: Şüphesiz ki yazmak, iyi bir iştir. Ancak yazılanlar yayınlanmadan önce, titiz bir şekilde gözden geçirilmelidir. 
İyi bir yazar olabilmek için Türkçeyi iyi öğrenmek gerekir. 
Türkçeyi güzel kullanan; Refik Hâlit Karay, Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fâzıl Kısakürek, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi ediplerimizin ve şairlerimizin romanlarını ve şiirlerini, doğru ve güzel Türkçeyi öğreten; Tahsin Banguoğlu, Nihat Sâmi Banarlı, Fâruk Kadri Timurtaş, Necmettin Hacıeminoğlu, Muharren Ergin, Yavuz Bülent Bâkiler gibi dilcilerimizin ve yazarlarımızın makaleleri dikkatlice okumalı ve edinilen bilgiler ışığında yazılmalı. Aksi takdirde, yanlışları örnek alanların vebâli üstlenilmiş olur.  
OĞUZ ÇETİNOĞLU