•    Osmanlı Donanma-yı Hümâyunu, 01 Temmuz 1570 târihinde  Kıbrıs’ın fethi için Limasol Limanı’na demir attı. Ertesi gün karaya asker çıkarıldı. Bir yıl iki ay on yedi gün sonra, 1 Ağustos 1571 târihinde, Kıbrıs’ın tamamı Osmanlı Devleti’nin oldu. Kıbrıs Seferi’nin serdârı Lala Mustafa Paşa, donanma komutanı ise Piyâle Paşa idi.
    •    İngiliz donanmasının Akdeniz’de bulunan gemileri, 01 Temmuz 1878 trihinde Kıbrıs’a gitme emri aldı. Kıbrıs’a giden İngiliz gemilerinden askerler karaya çıktı ve adayı teslim almaya başladı. Bu işlem, Osmanlı Devleti’nin ‘Geçici’ olmak şartıyla Kıbrıs’ın yönetimini İngiltere’ye bırakan anlaşmaya dayandırılıyordu. Bu anlaşma, 1876-1877 Rusya Savaşı’ndan mağlup çıkan Osmanlı Devleti’nin imzalamak mecburiyetinde kaldığı Ayastefanos Antlaşması’nın ağır hükümlerini, Osmanlı Devleti lehine değiştirebilmek için imzalanmıştı.
    •    Güney Kıbrıs Rum Kesimi, 04 Temmuz 1990 târihinde Kıbrıs Adası’nın tamamı adına, Avrupa Topluluğu’na tam üyelik için müracaat etti. Avrupa Ekonomik Topluluğu, Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilk defa 1972 yılında bir ortaklık anlaşması imzalayarak ilişki kurdu. 26 Haziran 1990’da Dublin'de yapılan Avrupa Topluluğu zirvesinde ‘Kıbrıs meselesi Türkiye-AT ilişkilerini etkiler.’ Şeklinde bir bildiri kabul edildi
    •    Avrupa Topluluğu Konseyi başvuruyu, görüşünü bildirmesi için 17 Eylül 1990'da Komisyona havale etti. Komisyon 30 Haziran 1993'te başvurunun uygun bulunduğu yolunda görüş bildirdi. Bu görüş Londra ve Zürih Anlaşmalarına aykırı idi.
    •    Yunanistan’a bağlı subaylar 15 Temmuz 1974’de Kıbrıs’ta ihtilâl yaptı. ENOSİS’cilerden Nicos Sampson, Cumhurbaşkanı sıfatıyla yemin etti. Kıbrıs’ın tamamının Yunan Cumhuriyeti olduğunu ilân etti.
    •    20 Temmuz 1974’te Türk Ordusu,  Birinci Kıbrıs Barış Harekâtı’nı gerçekleştirildi.

Not: Kıbrıs ile alakalı geniş bilgiler, Şubat 2014’te ESİNTİLER 38, Temmuz 2014’te ESİNTİLER 43 numaralı bölümlerde verilmişti.


HUN TÜRKLERİNDE MÜZİK (*)


Türk târihi pek çok açıdan eşsiz özelliklere sâhiptir. Bunlardan biri, 5.000 yıllık târihe sâhip olmasıdır. (Bu sürenin 40.000 yıl olduğunu belirtenler de bulunmaktadır.) Diğer bir özellik de yayıldığı geniş coğrafyadır. Bu durum, kültürel zenginliğin çeşitlenmesinde mühim rol oynamıştır.
(Türklerin sanat hayatına ve kültürüne ait bilgi ve belgelerin en eskisi, Hun İmparatorluğu dönemine aittir.) 
Hunlara ait sanat ürünleri, sanat târihimizin kaynağını teşkil ettiği için büyük önem taşımaktadır. Türk müziğinin kökenleri de diğer sanat dalları gibi o dönemlere dayanmaktadır.
Hun devleti bir yandan Türk dünyasında kültür birliğini sağlamış, diğer taraftan dış temaslar sâyesinde yönetimi altındaki insanların günlük hayatına ve zevklerine dışarıdan yeni gelen unsurları (zevk ve kültürüne uygun hâle getirerek) katmıştır. Bu anlamda Hunlar, hem müzikle ilgili değişimleri, yönetimi altındaki boy ve budunların hepsine ulaştırarak Türk müziğinin ortak bir dili olmasında etkili olmuştur; hem de Türk müziğini yaygın bir müzik durumuna getirmiş, bu şekilde çeşitli müzik kültürlerini etkilemiş ve onlardan etkilenmiştir. Bu durum, Hun müziğinin gerek biçim, gerek çeşit, gerekse kullanılan müzik âletleri açısından gelişmesine ve zenginleşmesine sebep olmuştur.
Hun dönemi sanatkârları, günümüze gelebilen çok değerli ürünler ortaya koymuşlardır. Bozkırın tekdüze hayatında, belki de hayatlarını daha renkli hâle getirebilmek için, her türlü eşyalarını süsleme çabasına girmişlerdir. Müzik de onların hayatında çok önemli bir unsur olarak yer almıştır. Müzik, Hunlarda hem günlük hayatın bir parçası, hem de inancın, devlet törenlerinin, festivallerin ayrılmaz bir öğesidir.
Hunlarda kağanların sarayları ve boy başkanlarının (beylerin) kaldıkları yerler, devletin ve toplumun sadece yönetim mekânları değil, aynı zamanda en önemli kültür, sanat ve müzik merkezleriydi. Buralarda müziğe büyük ilgi duyulur, müzikçiler ve müzik toplulukları bulundurulur, müzik yapılır, konserler verilirdi. Hun hükümdarlarının sarayında müziğe karşı ilgi duyulduğunu ve sarayda müzik heyetleri olduğunu Çin kaynaklarından öğrenmekteyiz. Hun büyüklerinin kurganlarında, ölen kişiye ait değerli eşyalar olduğu bilinmektedir. Bu kurganlarda telli sazlar ve davullar bulunması, Hun ileri gelenlerinin müziğe verdiği önemi göstermektedir.

Müzik Türleri:

Türklerin geçmişten günümüze çok zengin bir müzik kültürü vardır. Dînî merasimlerde, av eğlencelerinde, savaşlarda, çalışma sırasında, doğum ve ad verme merâsimlerinde müzik her zaman çok önemli bir konumda olmuştur. Zaman içinde kültür gelişip şekillendikçe, müzik de kendi içinde ayrışmış ve gelişmiştir.
Hunların ilk dönemlerinde kamlar toplumun hem din ve bilim adamı, hem büyücüsü hem doktoru hem de müzisyeni idi. Zamanla toplumda iş bölümünün gelişmesiyle birlikte, kamların görevleri azaldı. Buna bağlı olarak da müzisyenlik daha bağımsız, kendine özgü, gittikçe daha çok bilgi, beceri, duyarlılık ve yaratıcılık isteyen bir meslek niteliği kazandı. Bu oluşum, Türklerde müziğin ve müzikçiliğin gelişmesinde önemli bir rol oynadı. Giderek bu işi yapanların sayısı ve halk içindeki tesirleri artmaya başladı. Müzikle ele alman konular da zamanla zenginleşti. Müzik sadece bir tapınma aracı olmaktan çıkarak savaş, aşk, övgü, alay, oyun, ninni, kahramanlık gibi farklı konuları işlemeye başladı.
Bugünkü Türk halk müziği, Türk askerî müziği ve Türk dînî müziği geleneklerinin kökleri Hunlara dayanır. Hunlar döneminde askerî ve dînî müziğin eğitim, kurumlaşma, işleyiş, etkinlik ve dağarın (repertuvar) belirli bir seviyeye ulaştığı düşünülmektedir. Daha sonraları ozan-kopuzculuk da belirginleşerek ayrı bir oluşum içine girmiştir. Hunlar döneminde Türk müziğini dînî ve din dışı olmak üzere iki kısma ayırmak mümkündür. (Bir başka sınıflandırmada şu başlıklar yer almaktadır.)
Dînî müzik, askerî müzik, kahramanlık ve destan müziği, Toplantı, tören ve festival müzikleri, günlük hayatı konu alan müzikler ve ağıtlar.
Müzik âletleri için de şu isimler verilebilir: davul, kopuz, boru ve boynuz, Hun arpı/Hun çengi, def, ney, burga, gubing adı verilen küçük boy davul, balman adı verilen üflemeli bir çalgı, koş-ney denilen çiftli düdük… 
(*) FEYZAN GÖHER VURAL: İslamiyet’ten Önce Türklerde Kültür ve Müzik / Hun, Köktürk ve Uygur Devletleri, s: 84-85, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2016
(Parantez içindeki notlar, sayfayı hazırlayana aittir)


BÜYÜK TÜRK ÂLİMİ İBN SÎNÂ


Tam adı Ebü'l-Hüseyin b. Abdullah b. Sînâ’dır. 980 senesinde Buhara yakınlarındaki Efşene şehrinde doğdu. 1037 yılında Hemedan şehrinde vefat etti.
Eserlerini Arapça yazdığı için Arap, babası Şiî mezhebine mensup olduğu için kendisinin de şiî olduğu iddia edilirse de bu bilgiler doğru değildir. Ana dili Türkçeyi çok iyi bilirdi. Türkçe şiirler yazdı. Şiî olmadığını eserlerinde açıkladı.

İbn Sînâ'nın tıp, felsefe ve mantıkla ilgili eserlerinin pek çoğu 12. yüzyıldan başlayarak Latince'ye, bazıları ise Süryânîce ve İbrânîce'ye çevrilmiş, 17. yüzyılın sonlarına kadar Avrupa'nın eğitim öğretim ve araştırma merkezlerinde ders kitabı olarak okutulan kaynakların başında yer almıştır. Sâdece İslâm dünyasında değil, Batı dünyasında da büyük itibar gördü ve ‘Tıbbın İncili’ olarak anıldı. Kitap Arapcadan başka Latince ve İbrânîce olarak seksen yedi defa basıldı.


TÜRKİYE VE AVRUPA BİRLİĞİ


Avrupa Birliği’nin temelleri 1955 yılında atıldı. O dönemde adı ‘Ortak Pazar’ olarak anılıyordu. Türkiye, Yunanistan’la aynı zamanda 1959 yılında Ortak Pazar’a üyelik için başvurdu. Müracaatımızın üzerinden 2016 yılı itibariyle 57 yıl geçmiş bulunuyor. 1963 yılında Ankara Anlaşması imzalandı ve merhum Turgut Özal’ın Başbakanlığında 1987 yılında Avrupa Birliği’ne ‘tam üyelik’ başvurusu yapıldı.

Türkiye’nin ‘tam üyelik’ isteği 2002’den sonra Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’nin iktidara gelmesi ile yeni bir hareketlilik kazandı. Yapılan sık temaslar ve hükümetlerin etkili görünmeleri sonucu 2004 yılının son ayında, AB zirvesinde Türkiye’nin ‘tam üyelik’ talebi oy birliğiyle kararlaştırıldı ve bu karar oybirliğiyle tasdik edildi. 2005 yılında, tam üyelik müzâkereleri Türkiye ile AB kurulları arasında başlatıldı. Fransa ve Almanya, ülkemizin tam üyelik statüsüne sâhip olmasına, açıkça ve ateşli bir şekilde karşı çıktılar. Bu tutumları aynen devam ediyor. Ucu açık olan ve ne zaman biteceği belirsiz olan ‘müzakerelerin neticelenmesi hâlinde bile tam üyelik yerine ne olduğu bilinmeyen imtiyazlı üyelik statüsü verileceği kanaati hâkimdir. 

Bütün bu açık şekilde ortaya çıkan ve devam eden gelişmeler şu hakikati gözlerimizin önüne sermektedir: Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olma hedefinin gerçekleşmesi, görülebilir bir vâdede, belirsiz hâle gelmiştir. Bugünkü AB’nin siyasî ve hukukî yapısı içinde, 27 üyeli hale gelmiş bir topluluktan Türkiye’nin tam üyelik isteğinin kabulü sâdece tahminlere dayandırılabilir.

KERKÜK


Kardeşimin tasası, bana keder bana gam,

Yarım ötelerdeyken ben nasıl olurum tam.

Kerkük, çileli şehir, özbeöz Türk ve İslam.

YILLARDIR KIVRANIYOR ZULMÜ İLE BAASIN.

KERKÜK, BİLİRİM, İÇİN İÇİN AĞLAMAKTASIN.

Merhametten nasipsiz, insanlık yönünden ham

Haccac’ı aratmıştı katliamıyla Saddam.

Ve bir de sıkılmadan demişti; ‘Dâvâm İslam’

SEN ONU ÖKSÜZ, YETİM VE BOYNU BÜKÜĞE SOR.

SEN ZULMÜ KAN AĞLAYAN, TÜRK’E VE KERKÜK’E SOR.

Kerkük Anadolu’mun kokusuyla doyuyor,

Her rüzgârda mâziden bir fısıltı duyuyor.

Ve zulüm karşısında bütün dünya uyuyor.

ÇÜNKÜ DERT BENİM DERDİM, ÇÜNKÜ AĞLAYANLAR TÜRK.

YARATAN RABBİM KADİR, SABIR ZAFERDİR KERKÜK.

Ey devlet, sen büyüksün, öze dönünce büyük,

Verilen beyanatlar cesaretsiz ve tek tük,

Senin millî bir dâvân, kenar kaçtığın Kerkük.

DEĞER, GEL BU UĞURDA, AÇIKÇA TAVRINI KOY.

ORTAYA İNANCINI VE BÜTÜN VARINI KOY.

AHMET MÂHİR PEKŞEN  (Sivas)



TÜRKLER ve İSLAMİYET


Orta Asya'nın Araplar tarafından fethi ve buna bağlı olarak İslâm dininin bir fâtihler dini olarak Türk yurtlarına ulaşması ve Türkler arasında yayılarak millî bir din olması ve bundan da öte bir büyük kültür ve medeniyet hâline gelmesi, sâdece Türk milleti ve Muhammed ümmeti için değil, belki de kıyamete kadar insanlık târihinin en önemli olaylarından biri ve büyük bir dönüm noktasıdır.

Bu arada hemen şunu itiraf edelim ki; İslâm dininin Türk târihi ve toplumunda ayrı bir yeri olduğu gibi, Türklerin de, İslâm târih ve Müslüman milletler câmiasında âdetâ hiç bir millete nasip olmayan son derece mümtaz ve şerefli bir yeri vardır. Dünyada hiç bir din, İslâm dini kadar Türk milleti, onun manevi değerleri ve sosyal yapısına tesir etmediği gibi, hiç bir millet ve toplum da Türkler kadar İslâm târihi ve Müslüman milletlerin mukadderatlarında etkili olamamışlardır. Zira Türkler diğer milletlerin aksine, İslâm milletleri câmiasına, çok güçlü askerî bir millet olarak girmişler ve parlak kılınçları ile, Allah’ın dinine bütün güçleri ile sâhip çıkmışlardır. Onlar Arapların İslâm dünyası liderliğine son verdikleri gibi bu câmianın; koca bir Hıristiyan dünyasına karşı her zaman zinde bir gücü ve İslâm'a hizmeti kucaklayan önder bir milleti olmuşlardır. Türklerin İslâm dünyasındaki bu güçlü, aktif ve liderlik devirleri bazı küçük aralık ve farklılıklarla yaklaşık on iki asır devam etmiştir.

Diğer taraftan Türklerin Müslüman olması ve onların bir büyük iman seli ve hidâyet coşkusu hâlinde İslâm dinine koşmaları, Orta Çağ İslâm hilâfeti içinde çok önemli ve hayırlı bir gelişmedir. Zira Müslüman Türkler; özellikle Abbâsiler devrinde İslâm hilâfetinin merkezî otoritesini tamamen kaybettiği, İran Şiiliğinin bir devlet hâline geldiği, Sünni İslâm doktirininin artık yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya olduğu, İslâm âleminin fikrî, idârî, askerî ve siyâsî bakımlardan tamamen bir başıbozukluk ve bir kargaşa, bir anarşi içinde yaşadığı, üstelik Müslüman aydınların artık bir yeis ve ümidsizlik içinde âdetâ boğulurcasma çırpınıp durdukları bir dönemde İslâm dünyasının ufkunda boy göstermişler ve bir kurtarıcılar ordusu olarak beklenilmişlerdir. İslâm dünyasını içine düşmüş olduğu bu vahim durumdan ancak, parlak kılınçlarını Allah’ın dininin yüceliğine adayan Asya’nın bu yeni ve zinde güçleri kurtarabilirdi.
İşte Türkler İslâm dünyasına böyle bir izzet ve ikbâl içinde girmişlerdir. Bunun İslâm dünyası ve Müslüman milletler için ne kadar hayırlı bir gelişme olduğu, daha sonraki olaylar ve târihin köklü şahâdetiyle de sâbit olmuştur.

Bundan sonra İlk ve Orta Çağlardan beri alışılagelmiş bütün sosyal, siyâsî ve ekonomik dengeler tamamen alt-üst olmuş, Selçuklular ve özellikle Osmanlılar sâyesinde daha ziyâde Türklerin askerî gücüne dayanan yeni bir düzen kurulmuştur. Bu yeni düzen sâyesinde İslâm dini gücüne, şimdiye kadar, hiç bir din ve siyâsî kuruluşun ulaşamayacağı müstesna bir satvet, azâmet, ihtişam ve ululuğa kavuşmuştur. Asr-ı Saadet hariç, İslâm Dini, Emeviler ve Abbâsiler de dâhil Türklerden önce hiç bir devirde böylesine ulu bir azamet ve kudrete hiç bir zaman ulaşmamıştır.

(Prof. Dr. ZEKERİYA KİTAPÇI: İlk Müslüman Türk Hükümdar ve Hâkanları. Yedi Kubbe Yayınları, 4. Baskı, Konya 2004, s: 5-7)