Göktürkçe Öğreniyorum’ isimli kitabın yazarı GÖKBEY ULUÇ’la TÜRKÇE ile İlgili Meselelerimiz Hakkında Konuştuk.

(BİRİNCİ BÖLÜM)

Oğuz Çetinoğlu: ‘Gökbey Uluç’ ve ‘Göktürkçe’… Alaka çekici bir berâberlik… Adınız mı sizi Göktürkçe’ye yönlendirdi, yoksa siz, merakınız sebebiyle adınızı mı değiştirdiniz veya müstear isim mi kullanıyorsunuz?

Gökbey Uluç: Iğdırlıyım ve Iğdır'da kullanılan adların çoğu kez ülkemiz genelinde hiç kullanılmadığına ya da çok az bir biçimde denk gelindiğine tanık oluyoruz. “Kızyeter, Taptık, İlkay, Sonay, Güvercin, Şeker, Telli, Güzel, Hanımbacı, Asyabeyim, Gülderen” gibi adlarla birlikte, dünyada üç ülkeye sınırı bulunan tek il olan Iğdır'ın sınır komşusu İran'dan da etkilenildiği görülmektedir. “Besti, Şerabanı, Naciye, Şemsinur, Sucettin, Laye, Simzer, Terlan, Göher, Müseyip, Müçteba, Ali Asker, Mehdi...” gibi adlara epeyce denk gelinmektedir. Gökbey adı da böyle... Bizim buralarda kullanılır. Bu ad ile dükkânlar da bulunmaktadır. İlimizde yaşayan her ulus, kendi ulusunun koyu savunucusudur. Bundan ötrü, benim savunduklarımı sıradan bir Iğdır Türkü de savunmakta olduğundan adım pek doğaldır. 

Çetinoğlu: Göktürkçeye alakanız ne zaman, ne sebeple başladı?

Uluç: "Dil çalışmalarına ne zaman başladın" diye sorduklarında "10'lu yaşlarımdan beri" diyor, "nasıl" dédiklerinde de "bilmiyorum" diye géçiştiriyordum. Ne olmuştu da, dile eğilmiş, özleştirme çalışmalarına yönelmiştim; ara sıra düşünüyor, bir türlü çıkaramıyordum. Ancak iki yıl önce bilinçaltımdaki gizli ayrıntıyı buldum: 10'lu yaşlarımda soğuk değdiği için aşırı öksürüyordum. Babam, hastaneye götürdü. Bekleme odasında otururken, duvardaki asılı çerçeve ilgimi çekti. Karşısına geçip incelemeye başladım. İç organları gösteren bu sıradışı resim beni büyülese de, organlar üzerine yazılanları anlamamıştım. Bu duruma kızıp; "Bizim de içimizde bunlardan var, niye yabancıların adlarını yazmışlar?" sorusunu kendime sordum. İşte! Başlangıç bu. Bir daha, bir çocuk, bir çerçevenin karşısında kızmasın diye...

Dil çalışmalarına yöneldikten sonra bir biçimde dilin somutlaşmış biçimi diyebileceğimiz yazı ile de ilgileniyorsunuz. Yazının da ana aracı alfabedir, desek yanılmış olmayız. O dönemler kendi yazı düzeneğimi bile geliştirmiştim. Her ne denli Latin damgalarına (harflerine) benziyorduysa da, kendim türetmiştim. İlerleyen yıllarda zaten bir yazı düzeneğimiz, kendimize özgü bir alfabemiz olduğunu öğrenince, onun üzerine yoğunlaştım. Böylece bugünkü konumumuza erdik.

Çetinoğlu: Göktürkçe dilini konuşup anlayabiliyor musunuz? Yoksa Türkiye Türkçesini Göktürk alfabesiyle mi yazıyorsunuz ve öğrettikleriniz yazı ile sınırlı mı?  

Uluç: Konuşamıyorum, çünkü çevremde konuşacak kimse yok. Kimseyle konuşamayınca da konuşma diline geçiş yapamıyorsunuz ne yazık ki. Dolayısıyla yalnızca yazıları okuyup anlayabiliyorum. Türkiye Türkçesini de Türk alfabesiyle (Göktürkçe alfabesiyle) sıkça yazarım. Günlüğümü bu alfabe ile tutar, betik (kitap) okuduğumda sayfa kenarına yazacağım notu bu damgalarla işlerim.

Öğrettiklerim yazı ile sınırlı. Çünkü öğretim çalışmalarımızın süresi çok kısıtlı. Genel olarak 5 haftalık bir süremiz oluyor. Bu da yalnızca temel düzeyde bir öğretim sağlanması demek oluyor.

Çetinoğlu: Göktürkçeyi kimlere öğretiyorsunuz?

Uluç: Öğrenmek isteyen herkese öğretiyoruz. 5 yaşındaki Kübra da öğrencimiz oldu, 70'li yaşlarındaki Ahmet amca da. Ülkü ocaklarındaki gençler de katılımcımız oldu, Osmanlıca gazeteleri okuyarak zaman geçiren orta yaştaki beyler, hanımlar da... Irkçılık düzeyindeki katılımcılarımıza, bir cami imamı da eşlik etti günün birinde. Şimdiye değin Azerbaycan ve İran'da verdiğimiz kursları, geçen yıldan beri Türkiye'de de vermeye başladık. Iğdır, Hatay, Yozgat, Van, İzmir, Karabük, Konya, Isparta... Her yaştan ve her akımdan, her görüşten kişiye sınırlandırma getirmeden bu dersleri veriyoruz.

Çetinoğlu: Göktürkçeyi öğrenenler öğrendiklerini kullanabiliyorlar mı, Nasıl kullanıyorlar ve gelir sağlayabiliyorlar mı? 

Uluç: Kullanım alanları kısıtlı olduğu için çok az yerde kullanıyorlar. Daha çok günlüklerini, kişisel defterlerini bu damgalarla yazıyorlar. Takılarda, giysilerde de sıkça görmeye başladık. En sık gördüğümüzse, araçlara yapıştırılan yazılardır. Sokak duvarlarına yazılan yazılamalara da denk geliyoruz. Bunun dışında düğün davetiyesini bu harflerle yazdıran çiftlerimiz de artık bulunmakta. Geçenlerde biri genel ağ üzerinden şunu sordu; “YDS'de geçerli mi?”. Bunun olacağı günleri ivedilikle bekliyoruz.

Çetinoğlu: Göktürkçe Öğreniyorum ’ isimli kitabınızda, tarihî Türkçede bulunan ve Anadolu’da kullanılan, buna rağmen büyükşehir insanlarının bilmedikleri veya unuttukları için kullanamadıkları kelimelere rastlanıyor: Bacı, yordam, söz çatmak ve güngen…  Bu şekilde Göktürkçede olup da Türkiye Türkçesinde bilinmeyen - kullanılmayan başka kelimeler de var mı?

Uluç: Göktürkçe dediğimiz, işin özünde Türkçenin Türk alfabesiyle yazıya dökülmüş halidir. Birkaç bilgi verirsem açıklayıcı olur. Göktürkçe dediğimiz dönemdeki sözcük sonundaki /g/ sesi düşer. Böylece o dönem (Göktürkçe) “sarıg, atlıg, ölüg” gibi sözcükler günümüzde “sarı, atlı, ölü” olarak hâlâ yaşamaktadır. O dönemde sözcük içindeki /d/ sesi, günümüzde /y/ sesine dönüşmüştür. Böylece “adak” sözcüğü günümüze “ayak” olarak gelmiştir. “Ayıg” sözcüğünü ele alalım. Söz sonundaki /g/ sesi düşer dedik, geriye “adı” kalır. Söz içindeki /d/ sesi /y/ sesine dönüşür dedik; böylece “adı” olur “ayı”. Kısacası, sözcükler olduğu gibi duruyor. Göktürkçeyi de Anadolu’daki ağızlardan biri olarak saymak, hiç de yanlış sayılmaz.

Çetinoğlu: Kitabınızda Türk dilbilgisi kaidelerine aykırı olarak üretilmiş-türetilmiş daha doğrusu uydurulmuş kelimelere de yer vermişsiniz. Olanak, anımsamak, odaklanmak, kişisel, neden olmak, örneğin, tümce, gereksinim, öğbilim, ödün, sözcük ve diğerleri… 

Bu kelimeleri Tarihî Türkçemizde bulunduklarını ilmî olarak tesbit ettikten sonra bilerek mi kullanmaktasınız, yoksa mâsum bir özenti mi? 

Mevzûubahis kelimelerin kullanılmasının uygun olacağına dâir karara nasıl vardığınızı anlatır mısınız?

Uluç: Sözünü ettiğiniz sözcükler, kök olarak Türkçe kökenli oldukları, onlara eklenen ekler de yine Türkçe ekler oldukları, üstelik dilimizdeki ek, kök birleşimlerini belirleyen kurallar çerçevesinde oldukları için kullanımlarında bir sakınca bulunmamaktadır. Yazılarımı da olabildiğince duru bir Türkçe ile yazma çabasında olduğumdan, bu sözcükleri kullanmayı yeğliyorum.

Çetinoğlu: Bu eklerin hakîkaten Türkçe asıllı olduklarından emîn misiniz? Ayrıca Türkçede bulunan her kök kelime, herhangi bir ek ile birleştirilerek kelime teşkîl edilebilir mi? Bu husûsta bir takım kaideler yok mu? Şâyet varsa, mezkûr kelimeler bu kaidelere uygun olarak teşkîl edilmiş midir? 

Uluç: Dilimiz birtakım kurallar çerçevesinde kendisini olabildiğince sağlam bir biçimde korumaktadır. Başka bir dil olsa, belki çoktan ölmüştü. Bir keresinde bana; “Türkçenin en büyük sorunu nedir?” diye sormuşlardı. Şöyle demiştim; “Konuşanlarının Türkler olması”. Türkçe, bizden çok çekti. Bileni de çektirdi, bilmeyeni de! Bilmeyenlerin çektirmesini, bilmedikleri için bir kıyıya koyacak olursak, bilenlerin çektirdiklerine değinmemiz, özellikle de sözcük türetme, diriltme akımının yoğun olduğu dönemlerde başına gelenlerden söz etmemiz gerek. 

Olağan koşullarda sözcük türetmek, dilde yapılacak en son gelişim uygulamasıdır. Bilindiği üzre dil, toplumsal yaşama sürecinin getirileri doğrultusunda kendisini sürdürür, doğal olarak geliştirir. Bu tüm dillerde örneği bulunan bir gerçektir. “Eski Türkçe, Orta Türkçe, Çağdaş Türkçe” dediğimiz gibi “Eski, Orta, Çağdaş Almanca” da diyebiliyoruz. Böylece, gelişen bir toplumda gerek etkileşimle, gerek de kendi var ettiği bir durumla karşılaşıldığında ona bir ad vermek için bir sözcük ortaya sunulur. Dilimizde bu sunumu yapmanın yollarına değineyim. Örneğin bir bilim erimiz bir buluş yaptı; kan akışını yavaşlatıcı bir em (ilaç). Doğal olarak buluşuna bir ad vermesi gerekir. Bu bilim erinin izlemesi gereken yol şudur;

1 – İstanbul Türkçesinde buluşunu birebir karşılayan bir sözcük arar. Sesteş olabilecek türden bir sözcük de olabilir. 

2 – Yazı dili olarak kullandığımız İstanbul Türkçesinde sözcük bulunamazsa, yöresel sözcüklerde bir arama yapılır. 

3 – Yöre ağızlarda bir sözcük bulunamazsa, Oğuz öbeğinde yer alan Gagavuz Yeri, Azerbaycan, Türkmenistan, Salur Türkçelerinde aranır.

4 – Oğuz öbeğinde sözcük bulunamazsa, Uygur öbeğinde aranır.

5 – Uygur öbeğinde sözcük bulunamazsa, Kıpçak öbeğinde aranır.

6 – Kıpçak öbeğinde sözcük bulunamazsa, Sibirya öbeğinde aranır.

7 – Sibirya öbeğinde de sözcük bulunamazsa, yaşayan Türklerin ağızlarındaki sözcük taraması bittiği için sıra eski betikleri, eski yazmaları taramaya gelmiştir. Böylece Türkiye'ye geri dönüp, yaşadığımız topraklarda yazılan eski el yazmalarındaki sözcüklerde aranır.

8 – Eski yazmalarda izlenecek sıra, yaşayan Türk dilleri arasında yapılan sıralamayla eştir. Oğuz olduğumuz için, bizim önceliğimiz Oğuz yazmaları, sonra Uygur, Kıpçak, Sibirya biçiminde olacaktır. Eski yazmalarda ulaşabileceğimiz en kök kaynak da Talas, Yenisey, Orkun yazıtları gibi ortak değerlerimizdir. Bu aşamaya “diriltme” aşaması denir. Ölmüş, kullanılmayan bir sözcüğü, günümüz Türkçesine uyarlayarak kullanırız. Uyarlamak derken, örneğin söz başındaki /k/ sesini günümüz için /g/ sesi olarak almaktan söz ediyoruz. Kiçe > gice > gece, ket– > get > git... 

9 – Diriltilecek sözcük de bulunamazsa, son iş olarak türetme yoluna gidilir.

Bir sözcük türetmek, bu denli çetin bir iş olsa da, bu ardıcıllık gözardı edilip, çoğu kez doğrudan türetime gidilmiştir. Türetmenin de kendince yolları vardır. Dilimiz [kök] + [ek] = [söz] denklemi üzerine kurulu olduğundan, önceliğimiz “kök”tür. Kök sözcüğün Türkçeliği konusu iyice bilinmeli, önemli kaynaklarda örneklerine denk gelinmeli, ses değişimlerini açıklayabilecek durumda olmalıdır. Kök sözcükte sorun yoksa, ona eklenecek ekin uygunluğuna bakılır. Eklerimiz genel olarak kendi dilimizden olsa da, bu aşama es geçilmemelidir. Örneğin son dönemlerde –asyon diye, –lite diye ekleri dilimizde görmekteyiz. Konuşma dilinden ara ara yazı diline geçtiğine bile denk geliyoruz ne yazık ki; atmasyon, ajitasyon, olabilite... Özentilik olarak başlayan bu konuşma biçimleri sonradan dile yapışıyor, bir süre sonra da yazıya geçiyor. Duyarlı kişiler olarak bu konunun da üzerinde durmamız gerekir.

Çetinoğlu: Yine birlikte düşünmek üzere meselâ “sözcük ” kelimesi üzerinde bir nebze durur musunuz? Sizce ‘sözcük’ kelimesi, yapısı îtibâriyle ve ifâde ettiği mânâ ile ‘kelime ’nin mukabili olabilir mi? Zîrâ ‘söz-cük ’, yâni ‘küçük söz, küçük lâfız ’ kelime demek midir? Üstelik bin senelik târihî derinliği olan ve kendisiyle birçok tâbir yapılmış bulunan bu kelimenin yerine köksüz, târihsiz bir başka kelime ikame etmekten maksad nedir?

Uluç: Kelime” sözcüğü ana dilimizden olmadığı için, onu Türkçe bir karşılığı ile değişmek gerekiyordu. Az önce yeni bir sözcüğün dilimize alınması için gerekli yordamı sıralamıştım. Buna göre Oğuz öbeğine bakmak gerekirken, demeli 3. adıma uğramak yerine 9. adıma gelip doğrudan sözcük türetmişler. Oysa Oğuz öbeğinden Azerbaycan'da “kelime” değil “söz” derler. Bizim de “söz” dememiz gerekirdi. Sözcük demeye ayrıca gerek yoktu. Böylece “ortak dil” isteğimize biraz daha yaklaşacak olurduk. Yine de “sözcük”, kökü de eki de bizim olan bir sözcük olduğundan kullanılmasında bir sakınca yoktur. Azerbaycanlılar için “söz”, “kelime”yi birebir karşılıyorsa, demek bizim için de “sözcük”, “kelime”yi karşılar. Gönül isterdi “sözcük” yerine “söz” diyelim, “cümle” yerine “tümce” değil de Türkmenlerin “sözlem”ini alalım. Bu bakımdan “sözcük” sözcüğü köksüz değildir. Bizim için (burada Anadolu Türkleri adına konuşuyorum) bizim için bir geçmişi olmasa da, öbür soydaşlarımız için açık bir geçmişi, derin bir kökü bulunmaktadır. Özleştirmeyi gerekli buluyorum, ancak bu, yapılan yanlışları gözardı edeceğim anlamına gelmiyor. 

Çetinoğlu: Dilimizde mahallî bâzı kelimelerin bulunması, Türkçenin rengi ve zenginliğidir. ‘Manda’ya neden herkes ‘camış’ veya ‘kömüş’ , ‘merdiven’e ‘badal’ demek mecburiyetinde olsun ki? O kelimeler, belli bölgelerin malıdır. Beğenilirse, diğer bölgelerin insanları da alır kullanırlar. Dayatmada bulunmaya gerek var mı? 

Uluç: Dilde dayatma, söz konusu olamaz. İsteyen istediği sözcüğü söylemekte, yazıp çizmekte özgürdür. İstersem “hür” derim, istersem “erkin”, istersem de “özgür”. Kimsenin bana bu konuda karışmak gibi hakkı bulunmamaktadır. Yöre sözcüklerinin genele yayılması ancak bir sözcük aranırken gündeme gelebilir. Örneğin “ödül” sözcüğü yöresel bir nitelikteyken, bu sözcük yazı dilimize alındı da bugün hepimiz “mükafat” yerine kullanıldığını bilir olduk. Yazı dilimizdeki yabancı bir sözcüğü karşılamak için söz konusu varsıllığımızdan yararlanmak en doğal hakkımızdır. “Bunun yerine bu sözcüğü de kullanabiliriz” denir, bir kıyıya çekilir. Beğenilirse genele yayılır, beğenilmese kendi yöresinde yaşamını sürdürür. Dileyen yazınsal bir varsıllık adına koşuklarında, denemelerinde, savlarında kullanabilir, buna da karışamayız. Karışırsak, bu kez de biz “tasviyeci” oluruz. Yabancı sözcükleri tasviye etmek isteyenlerden bile kötü oluruz! Onlar yabancı sözcüğü dışlıyorken, biz kendi sözlerimizi dışlıyoruz. Bu, bizi daha kötü kılar.

Çetinoğlu: Türk dilbilgisi profesörleri Tahsin Banguoğlu, Muharrem Ergin, Fâruk Kadri Timurtaş, Necmettin Hacıeminoğlu, Mehmet Kaplan, Ömer Faruk Akün ve diğerleri… Ayrıca Türk dili konusunda ciddî araştırmalar yapmış Nihat Sâmi Banarlı, Sâmiha Ayverdi, İlhan Ayverdi, Yavuz Bülent Bâkiler, Şâkir Alparslan Yasa, Yakup Şimşek ve daha nice Türk dili âşıkları bu kelimelerin Türkçeyi yozlaştırdığını belirtiyorlar. Siz bu düşünceye katılıyor musunuz? Cevabınız ‘Hayır’ ise Neden?

Uluç: Tahsin Yücel'in “Dil Devrimi ve Sonuçları” betiğinde özleştirme akımına karşı çıkanların şu sözlerini yazar;

“Türkçemizin güzel âhengini, ceviz çuvalı boşaltırken çıkan takur tukur seslere boğmakta, meselâ o cânım rüyâyı çüşten farkı olmayan düş, hâtıraanı kılığına sokmakta midesi bulanmış insan ağzından çıkar gibi bir sesle söylenen ödül kelimesi de dâhil bir dil çorbası oluşturmaktadırlar. Oysa bizim alışkın olduğumuz kelimeler velevki yabancı bir dilden aktarılmış bile olsalar bu garçlı gırçlı lâflara hem zevk hem âhenk bakımından yüz defa müreccahtır.”

Oysa düş de, ödül de özleştirme akımından önce dilimizde bulunan sözcüklerdi. Yörelerde kullanılan sözcükleri bile böylesine acımasızca yerebilmek ne yazık!

Çetinoğlu: Tahsin Yücel, dil devrimcisidir. Türk dili uzmanı değil. Fransız dili ve edebiyatı dalında eğitim gördü. Hikâye yazarı olarak bilinir.  Hikâye yazan herkesin Türkçeyi iyi bildiği söylenemez. Sizin de belirttiğiniz gibi Türkçe, en çok da Türkçe bildiği zannedilenler tarafından tahrip ediliyor. Nurullah Ataç, Agop Dilaçar, Necmi Dilmen… gibi. Bu sonuncusu da zannederim hukukçu.                                                                    

Tahsin Yücel, alıntıladığınız sözleri kime cevaben yazmış? 

Uluç: Tahsin Yücel’in ‘Dil Devrimi ve Sonuçları’ isimli kitabına alıntıladığı satırlar 64. sayfada geçmekte ve E. Bayraktaroğlu, F. Baysal ile A. Fenik'e ait sözler olarak gösterilmiştir.

Çetinoğlu: E. Bayraktaroğlu: Emin Bayraktaroğlu olarak Türk dilini çok iyi bilen Nihat Sâmi Banarlı’nın müstear adıdır.  F. Baysal, Faik Baysal ise, O da Tahsin Yücel ile aynı çizgidedir. A. Fenik, Adviye Fenik olabilir. Gazetecidir. 

Alıntıladığınız satırlar, Nihat Sami banarlı tarafından yazılmış ise, yazdıkları doğrudur. Faik Baysal, Tahsin Yücel ile aynı çizgidedir. Onun böyle bir yazı yazması mümkün değil. Tekrar bakmak lâzım. 

Yanlış türetilmiş, uydurulmuş kelimeler mevzuunda sizinle ayrı bir röportaj yapabiliriz. Ne dersiniz? 

Uluç: Bu konuda ayrıca görüşmek güzel olur. 

Gökbey Uluç’un Yayınlanmış kitapları:

*Dede Korkut Betiği: İstanbul, 2015. Kutlu Yayınevi  
*Göktürkçe Öğreniyorum: Bakü, 2014. Kutlu Yayınevi
*Irk Bitig: Bakü, 2013. Türkçesi Varken Yayınları.
*Ustan Gönüle: (Roman) İstanbul, 2013. Sokak Kitapları Yayıncılık.
*Yazışmalık: (Derleme) Bakü, 2012. Apostrof Yayınları.  
*Göktürkçe Araştırmaları: (Araştırma) Bakü, 2011. Karhan Neşriyyat.
*Sevilmek İsteyen Kişi: (Roman) Bakü, 2011. Karhan Neşriyyat.    
Tercüme ettiği kitaplar: 
*Düşün ve Başar: (Muhammed Bozdağ’dan)  Bakü, 2010.
*Genel Kültür Nasıl Edinilir?: (Aylin Atmaca’dan) Bakü, 2011.  

 (DEVAM EDECEK)