‘Kâinat’ın Şuurundan ‘İnsan’ın Şuuruna…

Fizik Yüksek Mühendisi TAŞKIN TUNA ile Metafizik Meseleleri Konuştuk. 

Oğuz Çetinoğlu: ‘Kâinat’ kavramının kısa bir târifi ile sohbetimize başlayabilir miyiz?

Taşkın Tuna: ‘Evren’ adını verdiğimiz makrokozmosla mikrokozmostur. 

Çetinoğlu: Yâni? 

Taşkın Tuna: Sonsuz büyükle, sonsuz küçüğün iç içe geçtiği; birbirinden kopmayan, ayrılmayan, kenetlenmiş bir bütünlüğün adıdır. Bu târiften giderek, ister çevremizdeki minicik âlemler olsun, isterse dev galaktik boyutlardaki âlemler olsun; hepsi de bizi çevreleyen, kucaklayan ve onlarsız asla olamayacağımız; karşılıklı etkileşim ve sıkı iletişim bağları ile birbirimizi tamamladığımız evrenlerin tamâmıdır..

Bu ne muazzam bir ilişki, ne muhteşem bir etkileşim sistemidir ki her nesne bir diğerine muhtaçtır. Hiçbir cisim bir diğerinden soyutlanamaz, ayrılıp kopamaz. Hepsi yerli yerinde, hepsi belirli zaman ve mekân boyutlarında yerlerini alırlar ve hizmete koşarlar.

Nefes aldığımız havadan tutun, bin bir türlü besinlere, tertemiz sulara, değerli madenlere kadar hepsi de bizlere bol bol ihsan edilmiş tabîi kaynakların bulunduğu ve üzerinde milyonlarca tür ve çeşitteki canlılarla birlikte yaşadığımız; yaşamaya mecbur olduğumuz bir Dünyâ!

Bir düşünsek… Bir düşünebilsek… 

Çetinoğlu: Nasıl bir sistemden söz ediyoruz?

Tuna: Yeryüzünde canlı-cansız olarak isimlendirilen 30 milyar sistem mevcut. Bunların her gün bıraktıkları atık miktarı, milyonlarca tonu buluyor. Bu sistemde tamamen fizikle matematikle alakalı kanunlar, prensip ve kaideler hâkimdir. Başıboşluğu, başıbozukluğu ve gelişigüzelliği temsil eden ve ‘kaos’ denilen düzensiz bir Evren yerine burada; belirli kaidelerin geçerli olduğu, tamamen hiyerarşik, uygun bir disiplin ve ahenkli bir nizamın özgün bir bilinç yapısı sergilenir.

İşte içinde yaşadığımız Evrenimiz budur!

Çetinoğlu: En mühim husûsiyeti nedir?

Tuna: İlim adamlarına göre, Evrenimizin en önemli özelliklerinden biri, inanılması güç hassas dengelerin oluşturduğu boyutlardır.

Çetinoğlu: Açıklamanız mümkün mü? 

Tuna: Boyut denildiği zaman aslında Evrenin geometrik özelliği anlaşılmalıdır. Bu özellik, o kadar hassas bir biçimde ortaya çıkmıştır ki, en ufak bir değişim Evrenimizin yapısını alt üst etmeye yeter. Zaman bir boyuttur ve Evrenin yaratılması sırasında maddeyle birlikte ayrışması imkânsız hâle gelmiş bir bütünlüğü temsil eder.

Çetinoğlu: Ya mekân…

Tuna: Mekân da bir boyuttur. Her cisim belirli bir hacme, ölçülebilir bir kütleye ve tanımlanabilen bir geometrik şekle sâhiptir. Bütün cisimlerin ısıyı ve elektriği iletme veya ışığı geçirme veya yansıtma özellikleri yanında; yanma, buharlaşma, donma, uzama, eğrilme, bükülme, burulma ve daha yüzlerce ve binlerce değişmez katsayıları vardır. Her sâbit değer, kullanıcılara sağlanan eşsiz bir faydalanma faktörünü berâberinde getirir.

İrili ufaklı bütün cisimler; katı, sıvı ve gaz hâlinde olsunlar, hepsi de mekân dediğimiz bir ortamda yerlerini alırlar ve hizmete hazır hâlde beklerler.

Çetinoğlu: Kâinattan dünyâmıza gelirsek efendim… Nasıl bir dünyâda yaşıyoruz?

Tuna: Dört boyutlu bir dünyâda yaşıyoruz.

Çetinoğlu: Dört boyut… ???

Tuna: En, boy, derinlik ve zaman… 

Çetinoğlu: Bunlardan biri olmasaydı veya isimlendiremediğimiz beşinci boyut eklenseydi ne olurdu?

Tuna: Üç boyutlu, beş veya daha çok boyutlu bir dünyâda yaşamamız mümkün olmazdı.

Çetinoğlu: Bu hükmünüzün açıklaması var mı?

Tuna: Var! Şöhreti, sınırları aşmış olan Prof. Stephan Hawking, ‘Zamanın Kısa Târihi’ isimli eserinde açıklıyor. O açıklamanın özetinin özetini bile bir röportaja sığdıramayız.   

Çetinoğlu: Demek ki kâinat ve dünyâ, kanunları olan bir şuurla teşekkül ettirilmiş ve yine kanunlarla tespit edilmiş şuurlu bir işletim sistemi ile çalışıyor ve biz insanlara hayat hakkı bahşediyor.  

Efendim! ‘İnsan’ denilince nasıl bir varlık anlaşılır?

Taşkın Tuna: Öncelikle belirtmek gerekir ki, ‘İnsan’ kavramı başka, ‘beşer’ kelimesi başka anlamları ihtiva eder. İnsan maddî ve mânevî boyutları ile bir bakıma anlaşılması son derecede güç bir varlıktır. İnsan insan olmadan önce zikre değer bir şey değildi.’ (İnsan:1) hükmü, bize varlığımızın çok daha ötelerde ve derinlerdeki hakîkatimizi anlatması bakımından kayda değer. Nitekim İnsan mükerremdir, mümtazdır ve hâlifedir.’ (Bakara: 30) 

Konuya bu açıdan yaklaştığımızda ‘beşer’ yâni maddî veya başka bir anlatımla ‘beden’ dediğimiz atom yığınından ibâret olan varlığımızı ‘elbise’ gibi tanımlamamak da yerindedir. Bedenimiz; ‘hava, su, toprak, ateş (enerji) ve nefisten’ oluşmuş beş unsurdan meydana gelmiştir. 

Bu beş maddî unsurun yanında mânevî unsurun da yer alması ile insan varlığı tamamlanmış olur. Bu mânevî boyutlar da ‘kalp, ruh, sırr, hafi ve ahfa’ olarak bilinir. 

İşte insan budur! Beşerî yâni bedenî yönü bizim hayatımızdır. Düşüncelerimiz, isteklerimiz, doymak bilmeyen arzularımız… Hayatımızı devam ettirmek için bu ihtiyaçlar zincirine bağlanmamız kaçınılmazdır. Ama bir de mânevî tarafımız var. Bunlar da bize gereklidir. Hislerimiz, duygularımız, öğrenme, ilim, ahlâk, edep, fazilet, dürüstlük, takva ve imân!

Çetinoğlu: İman neden gerekli?’ Diye soran olursa…

Tuna: İçinde yaşadığımız bu evren ve üzerinde tepindiğimiz bu dünyâ için akıl nasıl gerekliyse, geldiğimiz yer olan İlahî âlemlerden de nasibimiz ölçüsünde ve ölçekte feyz alıp faydalanmamız da bize huzur, sukûn ve mutluluk getirecektir. Bunun için de imân gereklidir. 

İlim ve imânı âdeta tren yolundaki raylara benzetebiliriz. Trenin dengeli bir hızla yol alması için bu iki paralel rayların ahenkle ve uyumla insanı yönlendirmesi gerekliliğine inanmalıyız.  

Çetinoğlu: Hz. Peygamberimiz (sav) ‘İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar’ buyuruyor. Bu söz, ne anlama gelir?

Tuna: Bu mukaddes ifâde, hakîkaten son derecede önemli gerçekleri ihtiva ediyor.     İnsanların uykuda olması bu evrenin aslında sâdece bir hayâl olduğunu ifâde etmesi açısından üzerinde düşünülmesi gerekli bir hükümdür. Sûfîler, hem kendilerini ve hem de bu koskoca kâinatı,  aynaya, perdeye veya denizdeki dalgalara benzetmişlerdir. ‘Dalga - deniz’ ikilemi yanında, ayna ise yine ikili bir sistemi gündeme getirir. Bunda  ‘asıl - görüntü’ ikilemi önem kazanır. Perde örneğinde de ‘öz - gölge’ ikilisini imâ ediyor. Böylece asıl ve hakîki olanla; gerçek olmayanı, ama gerçekmiş gibi görüntü veren eşyayı veya kendimizi anlatıyor. 

Lâkin unutulmaması gereken bir husus daha var. Mutasavvıflar, kendilerini ‘ifna’ ederek, yâni yok sayarak, yüce Allah’a yaklaşma yolunu tercih ederler. Onlara göre, Secde et Allah’a yaklaş.’ (Alak:19) hükmü ile Allah’a ulaşmak için ‘vesile’ aramak usûl olarak kabul edilmiştir. Böylece insanın kendinden sıyrılarak bir an için bekâ âlemine yol alındığı bilinmektedir. Bu hâl, Hz. Musa’nın Tur dağında bayılmasına uygun bir durumu izah ve ispat ediyor. 

Çetinoğlu: Hayatta en hakîki mürşit’…  Hakîkaten ilim midir?

Tuna: Üzerinde yaşadığımız bu dünyâ için ilim, fen ve sanat şarttır! ‘Evet ama yetmez!’ sözünü hemen hatırlatmak gerekiyor.  Yine Hz. Musa’dan örnek vermek gerekirse ‘Elindeki sopa nedir’ sorusuna cevaben ‘Onunla (aklımla) daldan meyve topluyorum’ ifâdesi aklın, hayat çerçevesindeki yerini ve önemini belirtir. 

Ancak daha önce de belirtildiği gibi aklın ve ilmin yanında imânın da yer alması huzur, mutluluk ve hatta sağlık için elzemdir demek, herhâlde yanlış olmayacaktır. 

Çetinoğlu: Necip Fazıl’ın,  ‘Aldığımız her nefesi bile geri veriyoruz. Demek ki bu dünyâda hiç bir şey bize ait değil’ ifâdesi ne mânâya gelir?

Tuna: Üstad doğru söylemiş. Mühim bir gerçeğe parmak basmış olmalıdır. Biz kendimize ait değiliz! Çünkü ve çünkü yaratılmış olmamız hasebiyle bir gölge varlık ölçeğindeyiz! Her an, her sâniye bedenimizden milyonlarca atom dağılıp çöpe gidiyor. Böylece her an ölmekteyiz! Hücrelerimiz parçalanıyor, dokular eskiyor, yıpranıyor ve nihâyet dünyâdan ödünç aldığımız bu ‘elbise’ günün birinde yok olacak! Aslımız, özümüz, gerçeğimiz ve hakîkatimiz yüce Allah’a aittir. Bizim sâhibimiz O’dur.  Biz hiçbir mülke de mâlik değiliz. Kendi bedenine sâhip olmayanın, nasıl olur da mala mülke sâhip olacağı düşünülebilir. 

Bugün Mülk kimindir?!’ hükmü, bu geçeği açıklar. Zira Mülk, Cenab-ı Hakk’ın kudret elindedir (Mülk:1) 

Çetinoğlu: Şuur sâhibi olmak ne demektir?

Tuna: Şuur veya zamanımızda kullanılan kelimesiyle ‘bilinç’ kavramını, nasıl izah eder ve ne şekil ve şartta açıklarsanız açıklayınız, yine de eksik kalacaktır. Şuur şüphesiz bedene ait bir organ değildir. Akıl desek, ‘akıllı olanların -ne demekse- şuurlu olması gerekir’ diye de bir sonuca da ulaşamayız. 

Bizim şahsî kanaatimize göre; şuur, idrak etme yeteneği ve istidadıdır. İdrak etmek, iz’an sâhiplerinin işidir. Şuur; bilmek, öğrenmek içi (bâtını); dıştan yâni zâhirden ayırt etmek kabiliyetidir. Şuurlu insan ünlü Fâtiha’daki hamd'i idrak eden kişidir. Hamd’in idrâki tam bir şuur hâlidir. Başka bir anlatımla nereden geldiğini ve nereye gideceğinin idrâki içinde olmak, şuurlu olmanın ta kendisidir.    

Çetinoğlu: İnsan’dan söz ettik. Gayemiz, maksat ve hedefimiz ne olmalıdır?

Tuna: Varlık âleminde her ne var ve her ne yaratılmış (hûdus) ise mutlaka ve mutlaka daha üst bir mertebeye; olgunluğa yâni kemâle erişmek ister. İşin tabiatı budur. Emir verilmiş, kalem hükmünü yazmış, ‘Sünnetullah(Fetih: 23) programını tamamlamış; tabiat kanunları çerçevesinde ilmî sâbitlere bağlı denklemler evren düzeminde gereğini eksiksiz yerine getirmiştir.   

Böylece koskoca kâinat, yaratılışından bugüne kadar geçen yaklaşık 14 milyar yıllık süreç içinde hiç aksamadan, sapmadan ve şaşırmadan yazılımına uygun olarak titizlikle çalışmakta ve her şey taşıdığı istidat ve donatılmış adâletle ilim ve irfan yolunda ilerlemektedir.

Buna ‘hayret’ etmemek mümkün değildir. Belki de hayranlık duymak, ya da ‘haşyetle’ kendinden geçmek veya en iyisi yine de ‘hikmette’ karar kılmak olmalıdır. Hikmet, aslında insanın tefekkür gücü oranında, dış âlem dediğimiz tabiattaki (âfak) muhteşem düzenin ve mükemmel tasarımın idrâki içinde bulunmak demektir. Herkese bütünüyle nasip olmasa da, derece derece çaba ve gayretle ilerleyerek kısmî bir olgunluğa yâni kemâle ulaşmak mümkündür.  

Kime hikmet verilmişse ona çok hayır bahşedilmiştir.’ (Bakara: 269) bu gerçeği kulaklarımızda şiddetle çınlatır.     

Hikmet ehli, mutlaka ‘hayret’ vâdisini kat etmiş; Allah’a olan yakınlığını ve kavuşma özleminin kendisine verdiği bâzen hüzün, bâzen sıkıntı, bâzen da aşırı bir tevekkül ile mârifet aşamasında yerini bulmuştur. Bu hâle ‘mârifettullah’ da denir. Yâni Allah’a ârif olmak; ona ‘İlmel yakîn’ ‘Hakk’el yakîn’ veya ‘Ay’nel  yakîn’ olmak demektir. 

İşte asıl gaye ve hedefimiz bu olmalıdır!  

TAŞKIN TUNA:

Bürokrasinin üst kademelerinden gelen bir yazardır. 1962 yılında Ankara Fen Fakültesi’nden Fizik Yüksek Mühendisi olarak mezun oldu. Daha sonra Meteoroloji Genel Müdürlüğüne geçen Tuna, Almanya'da staj ve eğitim, 1969 yılında İngiltere'de Reading Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitimi gören Tuna, burada Master düzeyinde ihtisas yaptı. Yurda dönüşünde ODTÜ’de öğretim görevlisi olarak çalıştı. ABD'de Çevre Meseleleri konusunda da eğitim gören Tuna, 1987-1991 yılları arasında İngiltere'de Avrupa Meteorolojik Tahmin ve Araştırma Merkezinde uzman olarak hizmet verdi. Daha sonra yurda dönen Taşkın Tuna Çevre Bakanlığında Genel Müdür olarak 3 yıla yakın bir süre çalıştıktan sonra emekli oldu.

Taşkın Tuna'nın çeşitli ilmî dergilerde, günlük gazetelerde çok sayıda yazı ve makaleleri yayımlanmıştır. Tuna'nın ayrıca uzay fiziği ile ilgili Boğaziçi Yayınevi tarafından yayımlanan 3 basılmış kitabı vardır.

Diğer eserlerinden bâzıları: *Oku Ama Neyi?, *Adnan Menderes’in Anıları, *Son Basamak, *Bir Elma İki Ayna, *Bir Çarpı Bir, *Ol Dedi Oldu,  *Hayâlin Hakîkati, *İnsan Yağmurları, *Son Basamak, *Muhteşem Tasarım. (Hepsi Şule Yayınlarından çıktı), Uzayın Sırları: (Boğaziçi Yayınları)

http:// www.taskintuna.com

DERKENAR:

TAŞKIN TUNA DİYOR Kİ…

Allah’ın güzel isimleri konusunda ileri bilgiler edininiz. Şunu da unutmayınız ki, ömrünüz hak’sızlıklar içerisinde geçiyorsa bilin ki, Hak’tan uzaklaştığınız içindir. 

*   *   *

Onlar (Elleziyne) ayakta dururken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler (anarlar). Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler. ‘Rabbimiz! Sen bunları boşu boşuna (bâtıl) yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi ateş âzabından koru’ derler!’ (Âl-i İmran: 191)

Burada ‘onlar’ ifadesiyle kastedilen kimlerdir? ‘Elleziyne’: Ki, onlar, o kişiler, şu insanlar ki; oturur, kalkar ve yatar durumda iken, daima Allah’ı zikrederler (anarlar) ve tefekkür ederler. Tefekkür, bilindiği gibi ‘fikir’ kökünden gelen güzel bir kelimedir ve ‘düşünmek’ fiilinden çok daha ileri bir seviyeyi gösterir. Tefekkür etmek hususunda, Hz. Peygamber’in çok anlamlı müjdesi herkes tarafından bilinir. ‘Bir anlık tefekkür, 1000 günlük ibâdete bedeldir!’ 

Niçin?

Çünkü tefekkür etmek demek; ‘fikir yürütmek’, idrak etmek, bilinçli olmak, bilgili olmak, taklitçilikten uzak durup, tahkike dayalı olarak derin düşünmek, ibret almak demektir. Bu yorum alabildiğine uzatılabilir. O hâlde, ‘Onlar oturur, kalkar ve yatarken’ dahi Allah’ı anmanın ve dolayısıyla huzur’da olmanın gönül ferahlığı içinde bulunurlar. Zâten bir insan ya ayakta, ya oturur durumda veya yatar konumdadır. Bu üç hâlin dışında bir vaziyet olmadığına göre, insanların her an Allah’ı düşünmeleri, O’nu zikretmeleri bir emir, hatta farz niteliğindedir. Yoksa İslâm’ın sâdece beş şarttan ibâret olduğunu sanıp da, diğer emir ve yasakları göz ardı etmenin bir anlamı olmayacağı açıktır.

Sizler de tefekkür etmenin yol ve yordamını arayınız!

Ayakta, oturur ve yatar durumlar, bize namazı da hatırlatıyor. Namaz sırasında ayakta olmaya ‘kıyam’ deniliyor. Kıyamda velîlerin ve âriflerin çoğu, Allah’ın ef’alinin (fiillerinin) tecellisi altında ‘erimişlerdir’. Buna ‘tecelli-i ef’al’ denir (ilmel yakîyn). Oturma hâli ise ‘kuud’ olarak bilinir. Kuud durumunda da Allah’ın sıfatlarının tecellisi kulun üzerinde yoğunlaşarak eşi emsali görülmemiş mânevî yüceliklere kavuşarak, beden elbiselerinden ‘soyunurlar’ (Hakkel yakîyn). Buna da ‘tecelli-i sıfat’ adı verilir. Nihâyet secde vaziyetinde, namazın en makbul ve muteber bölümünde mümin, artık tamamıyla kendinden geçmiş, dünyâdan ‘sıyrılmış’ ve bekâ âleminde vûslata kavuşarak ‘yanma’ durumuna erişmiştir. Buna da ‘tecelli Zât’ makamı adı verilir ki, pek az kişiye tahsis ve nasip olmuştur. (Aynel yakîyn).

(Taşkın Tuna. Ol Dedi Oldu: Şûle Yayınları, İstanbul 2005, s: 179-182)