‘IRAK’IN; MECBURÎ GÖÇLERLE OLUŞAN SUN’İ YAPISI ÖNCE NORMALLEŞTİRİLMELİ,
SONRA DA TÜRKLERİN CAN VE MAL GÜVENLİĞİ SAĞLANMALIDIR.’


Türk Dünyası’nın problemlerini yakından tâkip eden ilim adamı
Doç. Dr. KUTLUK KAĞAN SÜMER
IRAK TÜRKLERİ ile ilgili teşhislerini ve tedâvi yöntemlerini anlattı

Oğuz Çetinoğlu: Osmanlı Cihan Devleti’nin bölgeden çekilmek mecburiyetinde bırakıldığı 1918 yılından günümüze kadar geçen zaman içerisinde Irak’ta yaşayan ve bölgenin aslî unsurlarından biri olan Türkmenlerin nüfusu daima olduğundan az gösteriliyor. Bir akademisyen olarak sizin belirlemelerinize göre durum nedir?

Doç. Dr. Kutluk Kağan Sümer: Kerkük’ün nüfusu 1947 sayımında 286.005 (nüfusun % 5.9’u), 1957 sayımında 388.939 (nüfusun % 6’sı), 1965 sayımında 473.626 (nüfusun % 5.8’i), 1977 sayımında 495.425 (nüfusun % 4.15’i)dır. 17 Ekim 1987’de yapılan sayımda ise Iraklı yetkililerce, sadece genel nüfusun 16.000.000 olduğu açıklanmıştır
1981 yılı istatistik tahminlerine göre 1.227.25 nüfuslu Musul, 402.067 nüfuslu Selahattin, 567.957 nüfuslu Kerkük, 637.778 nüfuslu Diyala ve 632.252 nüfuslu Erbil gibi Türkmenlerin bulunduğu vilayetlerin nüfus toplamı 3.467.269’dur. Aynı tahminlere göre Irak’ın toplam nüfusu 13.669.689’dur. Irak’ta yayınlanan kaynaklarca Türk nüfusun % 2’lik bir nispet ettiği iddia edildiğine göre, bölgede bulunan 3.467.269 nüfusun sadece 273.393’ü Türk’tür ki, bu da bölgeye göre % 7.88’lik bir oran demektir. Yani Irak’ın Türklerle meskûn vilayetlerinde her 100 kişiden ancak 8’i Türk’tür anlamına gelir. Ancak bölge gezildiği zaman bu rakamların gerçeklerden ne kadar uzak olduğu hemen göze çarpmaktadır. Hatta bazı vilayetlerde bunun tersini iddia etmek daha doğru ve daha mantıklı olur. Ayrıca 1960’a kadar Kerkük nüfusunun % 95‘in Türk olduğu bilinmektedir. Ancak daha sonra güdülen Araplaştırma politikası sebebiyle on binlerce Arap ailesi Kerkük’e yerleştirilmiştir. Bunun yanı sıra Kürtlerle meskûn civar illerdeki köylerin yıktırılması, Kürtlerin de Kerkük’e göç etmelerine sebep olmuştur. Dolayısıyla 1980’li yıllarda Kerkük’te ezici Türk yoğunluğu zedelenmiştir ve % 95’lik oran % 75’e düşürülmüştür.
Eldeki mevcut bilgiler ışığında istatistikî bir hesap yapılacak olunursa. 1957 Krallık dönemi’nde yapılan sayımda Irak’ta 500.000 Türkmen yaşadığı belirtilmiş ve 1959’da yayınlanan sayım verileri, sayılarını 567.000 olduğunu göstermiştir. Irak’taki yıllık nüfus artış hızı yapılan hesaplamalara göre % 3.296’dır. 1959 yılını baz alarak bu verilere göre 1994yılında Irak’ta yaşayan Türkmen sayısı ise 1.764.029 olarak bulunur. Bu da Irak’ın iddialarını başka bir yöntemle çürütmektedir. Dolayısıyla, Irak’ta gelmiş geçmiş iktidarlar ve hâlen iktidarda bulunan rejim her ne kadar Türk nüfusunu gizlemiş ve az göstermiş olsa bile, Kerkük, Erbil, Musul vilayetleri, Selahattin ile Diyala’nın ilçe ve köyleri ile Bağdat’ta yaşayan 300.000 civarındaki Türkmen nüfusunun en düşük bir rakamla 2.000.000’un üzerinde olduğunu ispatlamaktadır.
Irak Türkmen Cephesi de resmî internet sitesinde de Irak'ta en az 2.000.000 Türkmen'in yaşadığını söylemektedir.
Irak’ta son nüfus sayımı 2009 yılında yapılmıştır. 31.000.000 kişidir.

Çetinoğlu: İnanç kültürü açısından bakıldığında ulaşılan rakamlar nelerdir?

Doç. Dr. Sümer: Dinî demografik yapıyı incelediğimizde şu rakamlara ulaşıyoruz: % 55-60 Şii Müslüman (Arap-Türkmen) nüfus: 17.050.000-18.600.000
% 37-40 Sünni Müslüman (Arap-Türkmen) nüfus: 11.470.000-12.400.000
% 2-3 Hıristiyan (Süryani, Keldani, Asuri-Şabak ve diğer) nüfus: 620.000-930.000

Çetinoğlu: Etnik kökenlere göre durum nedir?

Doç. Dr. Sümer: Etnik Demografikler ile ilgili rakamlar şöyledir:
% 51-54 Şii Arap, nüfus: 15.810.000-16.740.000
% 20-21 Sünni Arap, nüfus: 6.200.000-6.510.000
% 16-20 Kürt, nüfus: 5.250.000-6.250.000
% 8-9 Türkmen, nüfus: 2.500.000-3.000.000
%3 Hıristiyan, (Süryani, Keldani, Nasturi, Asuri), nüfus: 620.000-930.000

Çetinoğlu: Irak Türklerinin, bölgede yaşayan en mağdur topluluk olduğu biliniyor…
Doç. Dr. Sümer: Evet. Irak’ta on yıllarca dünya emperyalistlerinin kurgulayıp yönlendirdiği etnik kompleksli Molla Mustafa Barzani, Saddam Hüseyin gibi despotların zulmüne uğrayan Türkler, büyük bir sevgi ve ümitle bağlandıkları Türkiye’nin yöneticileri tarafından hep yalnız bırakılmıştır. Maalesef bu ihmal ve neme lâzımcı / batı güdümlü hatâlı uygulama bugün de devam etmektedir.

Çetinoğlu: Dünya emperyalistlerinin kurgulamaları ile nasıl bir Irak oluşturuluyor?
Doç. Dr. Sümer: ABD’nin Birinci Körfez Savaşı’ndan başlayarak Irak’ı, ‘Uçuşa Yasak Bölge’, ‘Çekiç Güç’ gibi uygulamalarla aşama aşama fiilen ikiye böldüğü, koruması altına aldığı Kuzey Irak’ta kukla bir devlet oluşturmaya girişmiştir. Bir zamanlar, ast rütbeli bir subayımızın bile muhatap almadığı Kürtçü liderlerin, Türkiye’de yüksek protokolle ağırlanmaktadır. Türkiye’de terörist başı muhatap alınmaktadır. Ancak Türkiye’nin Güneydoğu’sunu müstakbel Kuzey’leri görenler, bu derece itibar görürken, Türkmenler, Türkiye ve dünya tarafından görmezden gelinip makûs kaderleriyle baş başa bırakılmaktadır.
Kuzey Irak’taki kukla yönetimin, öz be öz Türk şehirleri olan Erbil, Kerkük, Tuzhurmatı gibi şehirlerin nüfus yapısını değiştirip, buradaki Türkmenleri baskı ve şiddetle sindirme politikası uygulamaya devam etmiştir. Türk milletinin geleceğine yönelik siyaset yapanların bu durumu âcilen görmesi gerekmektedir. Aksi takdirde Türkmenlerin haklarını korumayı millî bir vazife olarak görmeyen Türkiye’ye bunun faturasının çok ağır ödeyecektir.

Çetinoğlu: Irak Türklerinin durumunu iyileştirici uygulamalar gerektiğini belirtiyorsunuz. Teşhis yanlış ise, tedâvi mümkün olmaz. Önce teşhisinizi lütfeder misiniz?

Doç. Dr. Sümer: Dikkate alınması gereken hususları kısaca ve maddeler hâlinde şöylece özetleyebiliriz:
1- Bölgedeki Türkler özellikle Lozan’da ve daha sonrası İngilizler tarafından Türkmen diye adlandırılarak Türkiye’den koparılmaya çalışılmıştır. 
2- Bölge Saddam döneminde ve sonrasında önce Araplaştırılmaya sonra da Kürtleştirilmeye çalışılmıştır.
3-1958 yılında Kürtler Kerkük’te katliam yapmış. Irak Türklerinin önde gelen kişileri katledilmiş, şehitlerin cesetleri günlerce arabaların arkasına bağlanıp sürüklenerek Kerkük’ün mahallelerinde dolaştırılmış ve Kerkük Türklüğüne gözdağı verilmiştir.  Kaynak: Fotoğraflar merhum Kemal Çapraz’ın arşivindedir)
4- 1983 yılında Diktatör Saddam rejimi Kerkük ve Tuzhurmatudan Irak Türklerinin önde gelen aydınlarını idamlar etmiştir.
5- Bölgedeki Türkler arasında dinî ve mezhep tabanlı ayrışmalar ön plana çıkarılmaya çalışılmıştır. Bu başarılı olamamıştır.
6- Bölgede gerek Amerika’nın gerekse daha öncesi ve sonrasında peşmergelerin müdâhalelerinde bölgenin nüfus yapısı ve tapu kayıtlarıyla ilgili belgeler tahrip ve tahrif edilmiştir.
7- Bölgede Amerika’nın müdahalesi sonrasında özerkleştirme, bölünme faaliyetlerine devam edilmiş, Irak Türkleri hiçe sayılmış; Türklerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerin nüfus dengeleri değiştirilmiş ve sözde özerk bölgeler geliştirilmiş, Kürtler silahlandırılmıştır.
8- Irak Cumhurbaşkanlığı makamı dahi, ödül olarak Kürtlere peşkeş çekilmiştir.
9- Kürt guruplar arasında gelişen anlaşmazlıklar hiçe sayılmış bu zaman diliminde Türkiye dâhi mahallî Kürt yönetimini muhatap alma hatâsına düşmüş ve bu htâlı durum devam ettirilmiştir.
10- Birkaç ay zarfında gelişen İŞİD baskıları sonrasında Türk nüfus üzerinde yoğun baskılar artmış Türk nüfus yaşadığı bölgeleri terk ederek çöllerde kaçkın hayatı yaşamaya başlamıştır.
11- Musul’un işgali sırasında Musul da bulunan Irak Ordusunun bütün askerî mühimmatı İŞİD’a, bir kurşun atmadan terk etmiştir.
12- Türkiye Cumhuriyeti Devleti olup bitenlere seyirci kalmış sınırlarını Suriye ve Iraktan gelen Mültecilere açarak kendi doğusundaki nüfus dengelerini dahi Arap ve Kürt nüfus lehine değiştirmeye başlamıştır.
13- Ezidi – Yezidi, Peşmerge ve Araplar ve hatta İŞİD Türkiye de cirit atarken ve devlet politikalarıyla korunurken Türkmenler hâlâ çöllerde kaçkın hayatı yaşamakta ve hattâ kırılmakta ve ölmektedir. Türkler yine iki ateş arasında bırakılmıştır. Kuzeyden peşmergeler sınıra yığılarak Türkiye’ye geçişi engellemekte ve sınırdaki Nüfus yoğunluğunu değiştirmekte, Güneyden de silahlı İŞİD militanları katliamlar yaparak gelmekte ve bölgedeki Türkleri perşmergelere doğru sürmektedir.
14- İŞİD, Telaferi tarumar etmiş, yüzde yüz Türk olan Telaferliler göçe zorlanmıştır. Bu insanlık dramı karşısında gerek Türkiye’deki gerekse dünyadaki sözde demokrasi, insan hakları savunucuları susmuşlardır. Bu trajik durumun önlenmesi için hiçbir girişimde bulunulmamış ve Türklere yapılanlar göz ardı etmiştir. Telaferli Türkler Kerbela ve Necef’e çok zor şartlar altında varmışlardır ve çöllerde yaşamaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti devleti, peşmerge, ezidi v.s. halklara gösterdiği misafir perverliği Telaferli Türklere gösterememiş Ovaköy sınır kapısı açılamamıştır.
15- ABD; ‘Bölgede Türkmen mi kaldı ?’ Diyebilecek kadar alçalmaktadır.
16- ABD hava kuvvetleri, Telafer ve Tuzhurmatı’nun işgal edileceğini bilmesine rağmen, kılını kıpırdatmamış, buna rağmen Erbil’i işgal edebileceği ihtimaline karşılık Erbil’e lojistik destek vermiş, bombardıman uçuşlarına başlamıştır.
17- PKK ve peşmerge İŞİD bahanesiyle silahlandırılmaktadır.
18- Bu hengâmede Türkiye’nin garantörlük hakkına varıncaya kadar birçok milletlerarası temayül hiçe sayılmaktadır.
Çetinoğlu: Teşhisleriniz bunlar. Tedâvi için neler düşünüyorsunuz?
Doç. Dr. Sümer: Yapılması gerekenler konusunda şunları söyleyebilirim:  
1- Bölgedeki mahallî Kürt yönetiminin hiçbir meşruiyeti yoktur. Muhatap dahi alınmamalıdır.
2- PKK her ne sebeple olursa olsun muhatap alınmamalı ve bir terör örgütü olduğu asla unutulmamalıdır. Üçüncü ülkelere de bu konuda gerekli bilgi ve gerekirse ültimatomlar verilmelidir.
3- Silahlandırmada bölge Türklüğü de gözetilmeli en azından silah dağıtımında eşitlik ilkesi gözetilmelidir.
4- En önemlisi bölgede yaşanan nüfus dengelerinin değişimine dikkat çekilmeli bölgenin milletlerarası anlaşmalarla da varlığı tanınan ana unsuru ve köklü halkı olan Türklerin gerekirse milletlerarası hukuktan doğan self determinasyon hakkı dillendirilmeli ve hatta uygulamaya konulmalıdır.
5- TBMM’ deki ‘Çözüm yasası’ olarak adlandırılan ‘Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Barışın Sağlanmasına Dair 6 maddelik Kanun’, PKK’yı meşrulaştırmak ve Birleşik Kürdistan’ı kurma yolunu açmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Baştan aşağı hatâdan ibârettir. Bu hatâdan dönülmelidir.
6- Irak Anayasasının 58 maddesinin uygulanması sağlanmalıdır. Kerkük’ten göç ettirilen Kürtlerin sayıları iddia edildiği gibi yüz binler değil, on bin kadardır. 2003 yılından sonra Kerkük’e göç eden ve Türkmenlerin arazi ve yerlerine yerleştirilenlerin sayısı en az 700-800.000 kadardır. Nüfus yapıları derhal normalleştirilmeli, ‘işgal edilen emlak ve arazilerin sahiplerine iadesi’ sağlanmalıdır. 
7- Kerkük ve diğer ihtilaflı bölgelerde; Birleşmiş Milletler Teşkilatı gibi milletlerarası kuruluşların, başta Türkiye olmak üzere gözlemci ülkelerin gözetiminde nüfus sayımının yapılması ve ondan sonra referanduma gidilmesi sağlanmalıdır.
8- Barzani’nin kontrolündeki Habur sınır kapısı dışında, Telafer yakınındaki Ovaköy’de bir sınır kapısı açılmalıdır.
9-- Türkmenlerin yaşadığı bölgeler ‘Güvenli Bölge’ içine alınmalı ve korunmalıdır.
10- Erbil’in Havler, Kuzey Suriye’nin Rojava, Sincar’ın Şangal, Diyarbakır’ın Amad ve Amet isimleriyle anılması kasıtlıdır. Devlet organları ve medyanın bu tâbirleri kullanmamasına dikkat edilmelidir.
11- Her şeyden önce de Musul ve Kerkük’ün Misakı Millî sınırlarımız dâhilinde olduğu unutulmamalı ve unutturulmamalıdır.

Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim Sayın Sümer. İlgililer, bu söylediklerinizi yaparlarsa, bölgeye barış ve huzur gelir. Yapılmazsa, bütün Orta Doğu kan gölü olma konumundan kurtulamaz. Kurtulamayışının vebâli, utancı ve insanlık suçu da, tavsiyelerinizi tutmayanlara ait olur.


Doç. Dr. KUTLUK KAĞAN SÜMER:


1970 Yılında İstanbul’da doğdu. Lisans eğitimini  Mimar Sinan Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, İstatistik Bölümü’nde 1991 de Yüksek Lisans eğitimini ‘Merkezî Plancı Ekonomilerden Piyasa Ekonomisine Geçiş ve Bağımsız Devletler Topluluğu’ndaki Türk Cumhuriyetlerinin İktisadî Potansiyelleri’ isimli tezle 1992 de İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ekonometri Bölümü’nde; Doktora eğitimini ‘Kurzfristige Prognose von Aktienkursentwicklungen mit Hilfe von ökonometrischen Methoden’ adlı tezle  2002 de Wirtschaftsuniversität Wien, Dr.rer.oec.soc. (Viyana İktisat Üniversitesi, Sosyal Bilimler ve Ekonomi Doktoru), Avusturya / Viyana’da tamamladı. 2012 yılında ekonometri doçenti oldu.
1989-1991 yılları arasında Beta Menkul Kıymetler A.Ş.’de Yatırım Uzmanı, Dealer ve Broker olarak çalıştı.
1991 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Ekonometri Bölümüne araştırma görevlisi oldu. Dünya Bankası, Oxford Üniversitesi ve Viyana Ekonomi Üniversitelerinde yardımcı araştırmacı olarak görev aldı.
2003 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Ekonometri Bölümü’nde Yardımcı Doçent kadrosuna tâyin edildi.
Askerlik hizmetini 297. dönem Asteğmen olarak Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nde tamamladı.
Yeditepe Üniversitesi, Avrupa Meslek Yüksek Okulu ve Harp Akademilerinde çeşitli dönemlerde dersler verdi.
İstanbul Büyükşehir  Belediyesi İstanbul Metropolitan Planlama Biriminde İstanbul Tarihî Yarım Ada Kentsel Dönüşüm Projesi’nde ve Trakya 100000 ve 25000 plan projelerinde telife esas olarak Danışmanlık yaptı.
Serbest Mali Müşavirlik ve Bağımsız Denetçilik yetkilerine sahiptir.
Evli ve iki çocuk babası olan Doç. Dr. Kutluk Kağan Sümer’in Ekonomi, Ekonometri, İstatistik, Savunma Ekonomisi, Finans, Finansal Ekonometri, Türk Devlet ve Toplulukları Ekonomileri, Avrupa Birliği konularında çok sayıda millî ve milletlerarası dergilerde yayınlanmış makalesi ve ikisi ortak yazarlı, üçü tek yazarlı beş kitabı bulunmaktadır.



Self-determinasyon kavramının muğlaklığı ve günümüzde geliştirilen yorumları ile uluslararası normatif yapıyı büyük oranda şekillendiren uluslararası politikanın doğası, Kuzey Irak'ta hukuken iç meşruluğu olmayan, ama başarılı bir ayrılma sonucu ortaya çıkacak Kürt devleti için açık ve net bir hukuksal dayanak oıtaya koymasa da, uygun bir uluslararası meşruluk zemini oluşturacak niteliktedir. Bir başka deyişle, bağımsızlığa yol açan self-determinasyonun sadece sömürge ve yabancı işgali olduğu yerlerde uygulanabileceğini ileri süren geleneksel anlayış, Soğuk Savaş sonrası uluslararası ilişkilerde yaşanan gelişmelerin bir sonucu olarak, Kuzey Irak'taki olası ayrılmanın meşruluk zeminini kesin bir biçimde ortadan kaldırmaktan uzaktır. Tabii meşru zeminin oluşması ve ayrılmanın gerçekleşmesi, KKTC örneğinde olduğu gibi her zaman meşruluğun kazanılması ya da gerçekleşmesi anlamına gelmemektedir. Bununla birlikte farklı yorumlarında da görüldüğü gibi, bu kavram bir etnik hareket için önceleri meşru dayanak oluşturmazken zamanla böyle bir nitelik kazanabilmektedir. Dolayısıyla günümüz şartlarında da yeniden yorumlanarak böyle bir içerik kazanabilecektir. Gerçekten de bir topluluk zamanla iç dayanışmasını artırarak "halk" olma özelliklerini geliştirebileceği gibi, uluslararası konjonktürde yaşanan gelişmeler de uluslararası topluluğun olaya yaklaşımını değiştirebilmektedir. Bu açıdan bakıldığında, Iraklı Kürtlerin 1990'lara değin self-determinasyon hakkına sahip bir topluluk oldukları çok kuşkuluyken, 1990'lardan itibaren bu hakka sahip olmadıkları çok kuşkulu bir hal almıştır. Çünkü bir kere Saddam iktidardayken, Irak'ta artık uluslararası topluluğun ve halkının meşru saydığı bir yönetim bulunmamakta, bu otoriter yönetim ile devlet büyük oranda özdeşleştiği için de devlet uluslararası sistemden dışlanmaktaydı. ABD müdahalesiyle Saddam yönetimine son verilmesinden sonra bir bütün olarak Irak halkını temsil edecek yeni bir yönetim kurulmaya çalışılmaktadır. Eğer Irak'taki bütün toplulukları kapsayan böyle bir yönetim kurulur ve sistem işlemeye başlarsa, artık ayrılmaya imkân tanıyan meşru zemin ortadan kalkmış olur. Fakat Saddam sonrası istikrarlı ve bütün Iraklıları kapsayan bir sistem inşa edilemezse bu devleti oluşturan halklara (bunlardan biri de Kürtler) self-determinasyon kapısı aralanmış olur. Bu durumda, burada bağımsızlık yönelimli self-determinasyon, uluslararası topluluğun kabul etmede zorlandığı ayrılmadan ziyade, dağılma olgusu sonucu gerçekleşmiş olacaktır. İkinci olarak, Kürtler 1992'de yaptıkları seçim sonucu oluşturdukları parlamentoyla uluslararası topluluğa, güçlü bir iç dayanışmaya sahip ayrı bir "halk" oldukları izlenimi vermeyi başardılar. Her ne kadar KDP- KYB arasında 2000'lere değin süren rekabet ve çatışmalar, "güç bölüşümü" sorununa neden olarak, Iraklı Kürtlerin "halk" niteliğini zedelese de, Saddamsonrası bu Kürt grupların ortak hareket etmeye başladıkları ve hatta Kürt bölgelerindeki iki ayrı yönetimi tek çatı altında toplamaya çalıştıkları, gözlenmektedir, Ama her şeye rağmen burada meşruluğun belirleyici unsuru, iç self- determinasyon imkanının kalıp kalmadığı olacaktır. Bu imkan var olduğu sürece bugünkü şartlarda Kuzey Irak'ın ayrılması uluslararası toplulukça kabul görmeyecektir. Ancak yeni kurulacak Irak'ta iç self-determinasyon gerçekleşmez ve ilgili halklar ve uluslararası topluluk istikrar için ayrılmaktan başka çare olmadığına kanaat getirirlerse bağımsızlık gerçekleşebilir. Tabii bu bağımsızlığın sürdürülebilmesi için hem bölgesel aktörlerin ikna edilmesi hem de yeni yönetimin iç self-determinasyonlara açık olması gerekir. Şu anda bölgesel aktörler Kuzey Irak'taki bir ayrılmanın kesinlikle karşısında yer almakta ve Kürtlerin demokratikleştirilmiş bir Irak'ta yaşayabileceğini düşünmektedirler. Ayrıca Kürtlerin istedikleri coğrafyada yaşayan Türkmenler de kesinlikle böyle bir ayrılmaya karşıdırlar. Bu nedenle Kuzey Irak'taki olası bir ayrılmanın meşruluk zemini ve dayanağı zayıf ve sorunludur. Bir başka deyişle, kurulacak bir Kürt devleti meşruluk krizi veya en azından yaşama zorluğu çekecektir. Kaldı ki her ne kadar uluslararası politikanın doğası olası bir Kürt devleti için uygun meşruluk zemini oluştursa da, uluslararası topluluk olası bir Kürt devletini tanımada temkinli olacaktır. Çünkü iç ve bölgesel istikrarsızlık gibi başka nedenlerin yanı sıra böyle bir tanıma diğer ülkelerdeki ayrılıkçı etnik hareketlere uluslararası hukuk açısından bir meşruluk zemini sağlayacağından pek çok devlet bölünme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır ki, bu uluslararası alanda istikrarsızlıklara yol açabilir. Bunu ise hiçbir bölgesel veya uluslararası irade istemez. Yani şu anda tek engel reel-politik gibi görünmektedir. Buna rağmen Kuzey Irak'ta olası bir ayrılma küresel güçlerin, özellikle hegemon devlet ABD'nin desteğiyle olacaksa, yukarıda sözü edilen zeminden hareketle zamanla hukuksal meşruluk sağlanabilir. Ama bu durumun bölgesel aktörlerce kolay hazmedilmeyeceği göz önüne alındığında gerçekçi bir yaklaşımla ABD, böyle bir ayrılmayı destekleme sürecinde mutlaka Türkiye başta olmak üzere bölge devletlerinin tutumu ve bu devletlerle ilişkilerinin nasıl etkileneceği ni göz önüne alacaktır. Bugünkü şartlar altında hiç değilse kısa vadede ABD stratejik çıkarları açısından Türkiye'yi vazgeçilmez bir müttefik olarak görmekte, petrol nedeniyle Arap ülkeleriyle ilişkilerini bozmak istememektedir. O nedenle ABD açısından ancak çok gerekli görüldüğü anda, bir biçimde bölge devletlerinin ikna edilmeleri veya ABD çıkarları açısından vazgeçilebilir veya ikame edilebilir bir konuma gelmeleri halinde, bu belirsiz, yoruma açık ve kaygan hukuksal zemin üzerine "meşrulaştırılmış" bir Kürt devleti kurulabilmesi ihtimaline karşı bile Türkmenlerin self determinasyon hakkı dillendirilmelidir.

Üstelik uluslararası hukukta hak olarak kabul gören bir diğer dışsal self determinasyon (Kendi Geleceğini Belirleme Hakkı) uygulamasına,  yabancı işgali halinde başvurulabilmektedir. Uluslararası uyuşmazlıkların savaşa başvurmak suretiyle çözümlenmesini yasaklayan Paris (Briand-Kellog) Paktı imzalanmasından kısa bir süre sonra Japonya Çin’e saldırarak Mançura’yı işgal etmesi üzerine dönemin ABD dışişleri Bakanı Stimson bu kanunsuz işgali ve işgalin doğurduğu fiili sonuçları tanımayacaklarını dünyaya duyurdu. Daha sonra uluslararası alanda hukuka aykırı olarak gerçekleştirilen bu gibi girişimler ve ortaya çıkan fiili durumların diğer devletlerce tanınmaması anlamında gelişen, geniş bir biçimde kabul gören ve Stimson doktrini olarak adlandırılan doktrin 1932 yılında Milletler Cemiyeti tarafından, daha sonra da Birleşmiş Milletler tarafından benimsendi . Birleşmiş Milletler sisteminin kurulması ve şartın yürürlüğe girmesinden itibaren uluslararası ilişkilerde kuvvet kullanmasının yasaklanmasıyla kesmen ya da tamamen yabancı işgaline uğrayan halklar dışsal kendi geleceğini belirleme hakkına sahip olmaktadırlar.  Birleşmiş Milletler Genel kurul kararlarında (1514 ve 2625) yabancı işgaline karşı kendi geleceğini belirleme hakkına başvurulmasını kabul etmiştir. 1514 sayılı kararın 2. maddesinde ve 2625 sayılı kararın eşit haklar ve kendi geleceğini belirlemenin düzenlendiği bölümün ikinci paragrafın son kısmında halkların yabancı tahakkümüne ve boyunduruğa tabi kılınmasının insan haklarının inkârı, ilkelerin ihlali ve BM şartına aykırılığı belirlenmiş ayrıca uluslararası barış ve işbirliğinin önünde bir engel olduğu kabul edilmiştir. Yabancı boyunduruğu ve hâkimiyeti durumunda da kendi geleceğini belirleme hakkının varlığı benimsenerek söz konusu hakkın sömürgecilik dışında da var olabileceği açıkça yer almıştır. Bu geniş anlam uluslararası toplum tarafından da kabul görmektedir.
Konuya bir de self-determinasyonun ayrılmaya imkân tanıyan yorum ve uygulamaları açısından bakmak gerekir. Bir kere, Kuzey Irak etnik açıdan Irak'ın diğer yerlerinden farklılık arz etmekte, ama ana toprağa bitişik olduğu için sömürge tanımına uymamaktadır. O nedenle de sömürge olduğu gerekçesiyle ayrılması mümkün değildir. Bununla birlikte Irak'ta Saddam devrildikten sonra, demokratik, insan haklarına saygılı, etnik farklılıkları gözeten ve istikrarlı bir merkezi yönetim oluşturulamazsa, Kürtlerin olası ayrılıkçı self-determinasyon çabaları sonuç verebilir ve uluslararası sistemin hegemon gücünün de (ABD) desteğiyle bu ayrılma meşrulaştırılabilir.

Öte yandan, Kuzey Irak'taki olası ayrılmanın sadece bir etnik grubun ayrılmasından ziyade farklı grupları barındıran belli bir coğrafyanın ayrılması olduğuna dikkat etmek gerekir. Bu coğrafyada her ne kadar Kürtler çoğunluğu oluşturdukları iddia edilse de ayrıca önemli sayıda Türkmenlerin sayıları buna yakındır. Asuri, Keldani gibi Hıristiyan gruplar yaşamakta, bunların en azından kültürel hakları Irak tarafından 1932'deki deklarasyonda ve 1970'de Baasçıların çıkardığı "Azınlıklara Kültürel Haklar Paketi"nde (Bkz. DEMİRCİ, 1991: 29-30) olduğu gibi çeşitli yasalarla tanınmaktadır. Özellikle ABD'nin 2003 Irak müdahalesinden sonra Kürtlerin egemenlik alanlarına, çoğunlukta olmadıkları Musul ve Kerkük'ü dahil etme çabaları da göz önüne alındığında bu durum daha da önem kazanmaktadır. Dolayısıyla olası bir ayrılmanın self-determinasyon çerçeve- sinde meşru olabilmesi için, Kanada Yüksek Mahkemesi'nin Quebec kararında da belirtildiği gibi, bu grupların da onayı alınmalıdır. Halbuki özellikle Türkmenlerin Irak'tan ayrılmaya karşı çıktıkları ve ayrı bir Kürt devleti içinde yaşamak istemedikleri bilinmektedir. Nitekim, Kuzey Irak'ta 1992'de yapılan seçimlere Hıristiyan gruplar katılmakla birlikte Türkmenler karşı çıkmışlar (MCDOWALL, 1996: 381-382), Saddam sonrası da Musul ve Kerkük'te ABD desteğinde Kürt ağırlıklı bir yerel yönetim kurulması çabalarını şiddetle reddetmişlerdir. Ayrıca meşru bir ayrılma için Irak'ı oluşturan Arapların da onayı gerekmektedir. Buna ise ne Sünni ne de Şii hiçbir Arap onay vermez. Zaten hem 2003'teki ABD müdahalesi öncesi Iraklı muhaliflerin yaptıkları toplantılarda hem de müdahale sonrası oluşturulan ve Sünni ve Şii Arap, Türkmen ve Hıristiyanlarla birlikte Kürtlerin de 5 kişiyle temsil edildikleri 25 kişilik Geçici Yönetim Konseyi'nde bu eğilimler açıkça ortaya konulmaktadır (Bkz. ERKMEN, 2003) Bununla birlikte Saddam sonrası Irak'ta oluşacak anayasal yapının nasıl olacağı çok önemlidir. Çünkü bu anayasal yapı etnik temelde federasyonlar öngörür ve federal sistemin işlememesi neticesinde federe devletlere ayrılma hakkı tanırsa, bu diğer toplulukların bu ayrılmayı tanıyacakları, kabul edecekleri anlamına gelir. Nitekim Kanada Yüksek Mahkemesi'nin verdiği Quebec kararında da bu noktaya dikkat çekilerek devlet içindeki bir halkın tek taraflı olarak ayrılma kararı alamayacağı, ancak diğer federe devletlerin ikna edilerek anayasaya bu yönde bir maddenin eklenmesi halinde ayrılmanın meşru olabileceği belirtilmektedir (SUPREME COURT OF CANADA, 1998). Zaten Kürtler de hazırladıkları ve Konsey'e kabul ettirmeye çalıştıkları taslak anayasalarda ayrılımı hakkı içeren etnik temelde bir federal yapı oluşması için çabalamaktadırlar. Ancak bunun kabulüyle meşru temele oturan bir ayrılma ortaya çıkabilir.
Bütün bunlar Türkmenlere de bu hakları verecektir.