Değerli Okuyucularımız,
Hatırlanacağı üzere Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî Hazretleri, 12 Aralık 1273 tarihinde ebedî âleme intikal etmiştir. Bu sebeple, önceki yıllarda olduğu gibi bu yıl da Aralık ayı içerisinde, yayınlanacak röportajlarda, Mevlânâ ile ilgili konular işlenecektir.
İyi okumalar.  

HAZRET-İ MEVLANA, TASAVVUF VE AHLAK


Hazret-i Mevlana tasavvuf ehli İslam âlimiydi.
O’nun tasavvufu, irfan tahakkuk, aşk ve cezbe âleminde olgunlaşmıştır. Dâima hayatın gerçekleri ile iç-içe, yan-yanadır. Miskinliği, hayattan el ayak çekmeyi reddeder. O‘nun dünya târifi aynı zamanda hayatın târifidir. O’na göre dünya Allah (cc)’den gafil olmaktır.
Hazret-i Mevlana’nın tasavvufunda gaye; Allah’a kulluk etmektir. Mülk ve saltanat sâhibi olan insanlar değil, Cenab-ı Allah’tır. Kendisine itaat edene, kendi mülkünden ve saltanatından ihsanda bulunur.  Tasavvuf; Allah huzurunda yapılan bir secde ile insana tahayyül edilemeyecek kadar kıymetli mülk ve pâha biçilmez saltanat huzuru verir. Kim benlikten kurtulursa bütün benlikler onun olur.
İnsanı böyle bir tasavvufa götürecek binit, aşk’tır. Hz. Mevlana’nin tasavvufunda, yaratılışın, hayatın mânâsı aşktır. Aşk ise; kimseye niyazı, ihtiyacı olmayan Allah zül celal Hazretleri’nin vasıflarındandır. Ondan başkasına âşık olmak da geçici bir hevestir. Yaratılışın sebebi bütün hastalıkların devâsı, bencilliğin çâresi, elemlerin merhemi ilahi aşktır. Aşk, öyle bir ateştir ki, parladığında sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar. Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir. Vah ona!
Hz. Mevlana’nın tasavvufunda esas, gönül sâhibine erişmek ve cevher olmaktır. Nitekim söyle buyurur, ‘Allah ile oturup kalkmak isteyen kişi, veliler huzurunda otursun. Velilerin huzurundan kesilirsen, helak oldun gitti. Çünkü sen, bütün değilsin bütünün küçük bir parçasısın. Şeytan birisini kerem sâhiplerinden ayırırsa onu, kimsiz, kimsesiz bir hâle kor, o halde de bulunca başını yer mahvedip gider.’  
Mesnevi’sinde; ‘Bizim Rabbimiz; ‘Secde et ki, Allah’ın yakınlarından olasın.’ Buyurmuştur. ‘Bizim bedenlerimizin secdesi, ruhlarımızın Allah’a yaklaşmasına sebeptir.’ Diyen Mevlana, Allah sevgisini yalnız fikir ve mânâ olarak kabullenmez, üzerine farz olan ibâdetleri aşkla ifa ederdi. Eflaki söyle naklediyor: ‘Mevlana, Ezan-i Muhammedi’yi işitince, elleriyle dizlerinin üzerine basıp, olanca heybetiyle ayağa kalkar, ‘Ey kendisiyle rûşen olan canımız! Adın ebediyete kadar kalsın’ der; bunu üç defa tekrarlar sonra: ‘Bu namaz, oruç, hac ve cihad, itikadın şâhididir.’ Diyerek tam bir tevâzu ve niyazla namaza dalardı.
Hz. Mevlana, şu rubâisiyle Kur’an-i Kerim’e ve Hazret-i Muhammed’e (S.A.V.) bağlılığını apaçık ilan etmiştir:
‘Canım bedenimde oldukça Kur’an-in kuluyum;
Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım.
Birisi, sözlerimden, bundan başka bir söz naklederse,
O nakledenden de bezmişim ben, bu sözden de bezmişim’
Hazret-i Mevlana’nın, eserleri ve yaşayışı dikkatlice tetkik edildiğinde; O’nun tam bir musavvıf olduğu şüphe kaldırmayacak şekilde anlaşılır.  
Mevlâna Hazretlerinden bu sözün ispatı mâhiyetinde başka bir rubâi:

‘Biz Allah’ın sayesiyiz, Mustafa’nın nurundanız.
Sedef içine damlamış çok kıymetli bir inciyiz.
Herkes suret gözüyle bizi nereden görecek?
Biz Kibriya’nın su ve balçık içinde belirmiş nuruyuz.’

Kendisini Kur’an-ı Kerim’in hizmetçisi ve Hz. Peygamber’in yolunun tâkipçisi olarak ifade eden Mevlana’nın yetişmesinde İslam ahlakının ve tasavvufî değerlerin önemi büyüktür. Burada ahlak ve tasavvuf her ne kadar ayrı yazılmış olsa da birçok İslam mutasavvıfı ahlak ve tasavvufun aynı şey olduğunu söylemektedir. Tasavvuf, İslam dininin derûnî ve ahlakî cephesidir.
İnsanlığın hayvanlara mahsus sıfatlardan arınabilmesi için ahlakî bir doygunluğa erişmesi şarttır. İnsanın ahlakî bünyesinin eğitilebilir yanına ‘Nefs’ denmektedir. Ahlakî açıdan nefs dendiğinde karşımıza kötü duygu düşünce ve eylemlerin terbiye edilmesi çıkmaktadır. Kişi, kendisini ele geçirmek isteyen bu kötü duygu, düşünce ve eylemlerden kurtulmadıkça ideal insan olamayacaktır.      
‘Putların anası nefsinizin putudur.’ diyen Mevlana her fırsatta nefsin yok edici, zedeleyici yönünü aktarırken, nefsine uygun davranan varlıkları da hayvan olarak nitelemiştir. Nefisin terbiye edilmesi gerektiğine inanan Mevlana, nefsin birçok kötü yönünün olduğunu da söyler.
Nefs insana, haset, gurur, şehvet kavramlarını üstün gösterir. Mülk ve makam sâhibi olmaya yönlendirir. Tasavvuf, insanı bu kavramlardan uzaklaştırır.
Hz. Mevlana da eserlerinde ahlakî gerçeklik üzerinde durmuştur. İnsanlığın kurtuluşunun ancak ahlakî değerleri uygulamakla mümkün olacağını belirtmiştir. Çevresindeki insanları irşad ve ikaz etmiş, ahlaksızlığın ve kötü huyların dinî ve tasavvufî eğitimle yok edileceğini Mesnevi’deki yazılarıyla açıklamıştır. Mesnevisindeki bir yazısında: ‘Ben insanların çalışıp çabaladıkları, didinip durdukları bu arayış dünyasında, iyi huydan daha iyi bir ehliyet görmedim.’ diyerek güzel ahlakın önemine vurgu yapmıştır. Ancak ahlakî güzelliğin veya O’nun diliyle edebin gösterişte kalmaması, gönülde yerleşmesi şarttır.
 

Oğuz Çetinoğlu: ‘Tasavvuf nedir?’ sorusuyla başlayabilir miyiz hocam?
Doç. Dr. Emin Işık:
Dinin, dış yönüyle ilgili şekle ait kurallar sistemine ‘şeriat’, mânevî yönüyle ilgili disiplinine de ‘tasavvuf’ adı verilir. Ruhî arınmanın usûl ve erkânını öğreten bu disiplinin birçok târifi vardır. Bu târiflerden bir kaçı şöylece verilebilir:
*Tasavvuf; kalbi, her türlü kötü duygu ve düşünceden, geçici zevk ve hevesten arındırıp, Allah aşkıyla donatmaktır.
*Tasavvuf, Allah’a kul olmanın şükrünü ve sevincini yaşamaktır.
*Tasavvuf, ilahî hikmetlere ve yaratılış sırrına vâkıf olmak ve kendi hayatına, ona göre yön vermektir.
*Dini, Allah’ın emrettiği gibi yaşamaktır.
*Beşere âit kötü huyları terk edip, meleklere âit iyi huylara sâhip olmaktır.
*Allah’ın varlığını kendinde sezen rûhun, Allah’a yakınlaşma çabasıdır.
Bu son târife göre tasavvuf, rûhun Yaradan’a doğru hamlesidir. Buna ‘ruh jimnastiği’ de denir.  
Çetinoğlu: İnsan tasavvufla nereye ulaşır?
Işık:
Tasavvufun hedefi, başta irâde olmak üzere, insandaki ruhî yetenekleri geliştirmek ve güçlendirmek suretiyle îmanı aşk hâline getirmektir: Zira, kalpteki Allah korkusu, yerini Allah aşkına terk etmedikçe, îman kemâle ermiş olmaz. Kur an, îmanı, şiddetli aşk olarak niteler: ‘İman ehli, Allah’ı çok şiddetli bir aşkla sever.’ (Bakara Sûresi 2/165)
Beden eğitimi, bedeni nasıl geliştirip güçlendirirse, ruh eğitimi de ruhî melekeleri öylece geliştirip güçlendirir. Beden eğitimi gibi, ruh eğitiminin de kendine özgü usûl ve teknikleri var.
‘Göklerin ve yerin nuru’ (Nûr Sûresi 24/35) olan Allah, kendi nurundan insana nur vermiş ve ruhundan ruh üflemiştir. (Hicr Sûresi 15/29)
İnsanın, kendini tanıması, kendi özündeki ilâhî nûra doğru yol alması demektir. Bu yolculuğun tasavvuf dilindeki adı ‘seyr-i sülük’tür.
Hayat, bir anlamda, kendi içimizdeki yolculuktur: İnsan, aklıyla vicdanı arasında kurulu bir köprü üzerinde yol alır. Kıldan ince, kılıçtan keskin olan ve sırat-ı müstakim denilen bu doğru yolun bir ucunda akıl, öbür ucunda vicdan, orta yerinde de Allah vardır.
Bu hakikat; ‘İyi bilin ki, benim Rabb’im, sırat-ı müstakim üzerindedir.’ (Hûd Sûresi 12/56) âyetinde dile gelir. Enfâl Süresindeki bir âyette de şöyle açıklanır: ‘Şunu bilin ki, Allah, kişi ile kalbi arasına girer.’ (Enfal Sûresi 8/24)
Yâni, kulun kalbindekini, kuldan daha iyi bilir.
‘Nerede olursanız olun, O, sizinledir.’ (Hadid Sûresi 57/4)
‘Andolsun ki, insanı biz yarattık; nefsinin, kendisine ne fısıldadığını biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.’ (Kaf Sûresi 50/16)
Allah her yerde hazır ve nazırdır. Yarattığı her şeyi görür ve gözetir.
Böyle olmakla birlikte, Ona, ancak doğru yoldan gidenler ulaşabilir. Kendisi, doğrularla beraber olduğu için, kullarına da doğrularla beraber olmayı emreder: ‘Ey îman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun!’ (Tevbe Sûresi 9/119)
Allah, kendisine yakın olmak ve rızasını kazanmak isteyen her kula, ‘Emrolunduğun gibi doğru ol!’ (Hûd Sûresi 11/112) diye seslenir.
Bundan dolayı, her Müslüman, beş vakit namazın her rekâtinde ve günde, en az kırk defa ‘İhdinassırata’l-müstakîm = Rabbimiz, bizi doğru yoldan ayırma!’ diye duâ eder. Çünkü doğruluk ve dürüstlük, kulu Allah’a götüren tek yoldur. Allah, dâima doğrulukta aranmalıdır. Yol belli, hedef bellidir.
Ancak tasavvuf, sadece yolun ne olduğunu bilmek değildir. Yola girmek ve yolda durmadan ilerlemektir. Zira Allah’tan gelen emir, ‘Fefirrû ilallah = Allah’a doğru koşun!’ (Zâriyat Sûresi 51/50) şeklindedir.
Allah’a doğru koşmak demek, emirlerini yerine getirmek hususunda aşk ile, şevk ile gayret göstermek demektir. Çünkü Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanmak, Onun emirlerini yerine getirmekle mümkündür. Allah’ın rızası, emrettiği şeydedir, başka yerde değildir.
Tasavvuf ehli, ‘Koşunuz!’ emrini, ‘Allah’tan başka şeylere takılıp kalmayın, yolda oyalanıp, gaflete dalmayın, buyruğuna uyun ve bu yolda önünüze çıkan her engelli aşmaya çalışın.’ diye açıklarlar.
Çetinoğlu: Tasavvuf, maraton mudur, engelli koşu mu?
Işık:
Tasavvuftaki seyr-i sülük bir çeşit engelli koşudur. Allah’a doğru yol almak isteyen rûhun önüne, nefis, her adımda birçok engel çıkarır.
Çetinoğlu: Engeller nelerdir?
Işık:
Çamurdan yaratılmış olan beden, kendi hevâ ve heveslerine önem ve öncelik verir, bunları rûhun önüne yığar, rûhu da bunları kabule zorlar. Oysa nefsin istekleri, ruh için, hiç de tatmin edici şeyler değildir. İşte tam bu noktada irâde devreye girer. Zayıf irâdeliler, nefsin hevâ ve heveslerine kolayca boyun eğerler ve onun emrine girerler. Güçlü irâdeler, nefsin isteklerine yenik düşmek istemezler. Direnmeyi ve karşı koymayı tercih ederler. Böylece insanın iç dünyasında, nefsi ile ruhu arasında bir itiş kakış, bir savaş başlamış olur. ‘Büyük Cihad’ denilen bu savaş, bir ömür boyu sürüp gider. Çoğunlukla da nefsin zaferi ile sona erer. Nefse karşı zafer kazanmak, ancak Allah’ın yardımıyla ve az sayıdaki bahtiyarlara nasip olur. Burada söz konusu edilen nefis, elbette nefs-i emmâredir.
Çetinoğlu: ‘Nefs-i emmâre’ Nedir?
Işık:
Nefs-i emmâre, insanın günah işlemeye olan meylidir: Başta şehvet ve öfke olmak üzere, kin, kibir, kıskançlık gibi, insanı günah işlemeye iten kötü huylar ve içle ilgili dürtülerdir.
Aklımız başımızda ve irâdemiz yerinde olduğu zaman, nefisten gelen istek ve dürtülere kendimizi kaptırmayız, direniriz ve karşı koyarız. Eğer kin, öfke, kıskançlık ve sarhoşluk yüzünden aklımız ve irâdemiz zaafa uğramışsa, o zaman, söz konusu dürtülere karşı gerekli direnci gösteremeyiz.
İhtimal ki, onlara yenik düşeriz. Neden sonra aklımız başımıza ve irâdemiz yerine gelir de, yaptığımız kötülükten, işlediğimiz günahtan dolayı pişman oluruz. ‘Ben bu işi nasıl yaptım?’ diye düşünür, vicdan azabı çekeriz. Bize öyle gelir ki, o günahı işleyen sanki biz değiliz. Oysa günahı işleyen bizdik. Lâkin günahı işlediğimiz andaki ruh hâlimizle, pişmanlık duyduğumuz andaki ruh hâlimiz aynı değildir. Bu ikisi çok farklı hâllerdir. O günahı işlediğimiz anda, ruhî melekelerimiz, yeterince güçlü olsaydı, belki nefsimize yenik düşmeyecek ve günaha girmeyecektik.
Tasavvuf ehlinin bir kısmı, ‘Bu yolda, bazen hatâ yapmamızın, ye’se kapılıp hayal kırıklığına uğramamızın da hikmetleri vardır. Bunlar, Rabbimizin, bizi, bize tanıtmak ve yol göstermek için önümüze çıkardığı özel fırsatlardır. Zira bunlar, birer imtihandır. Bunlardan ders almamız istenmiş olabilir.’ diye düşünürler.
İnsandaki akıl ve irade, motorlu araçlardaki fren sistemi gibi, birer kontrol mekanizmasıdır. Zâten sarhoşluk, kıskançlık, öfke, hırs, şehvet ve benzeri hâller, fren mekanizması demek olan akılla irâdeyi devre dışı bıraktığı veya zayıflattığı için, dinimizce haram kılınmış ve yasaklanmıştır.
Yeri gelmişken, şunu da hatırlayalım ki, oruç, aç kalmak veya diyet yapmak için değil, nefsin isteklerine karşı direnecek bir irâde gücü elde etmek için emredilmiştir. Bu ruhî gücün tasavvuf dilindeki adı ‘takvâ’dır. Takvâ, dinin yasakladığı şeylerden kaçınmak, emrettiği şeyleri yapmak demektir. ‘Ey îman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Umulur ki takvâya erersiniz.’ (Bakara Sûresi 2/183)
Çetinoğlu: Ruh ve beden uyumu gerekli mi?
Işık:
Ruh, bedeni yönetmek üzere, insana ihsan edilmiş üstün bir cevherdir. Bu ilâhî cevherin, nefsin emrine girmesi ve onun ayakları altında sürünmesi, her şeyden önce, akla ve yaratılışa aykırıdır. Ruhsal yönden gelişmeyi ihmal edip, kendini nefsin isteklerine terk eden kişi, her şeyden önce, kendi kendine zulüm ve haksızlık etmiş olur.
Çetinoğlu: Neden?
Işık:
Çünkü kendini, Allah’ın emrine verecek yerde, nefsinin emrine vermiş olur da ondan.
Nefsini put yapıp tapan, artık Allah’a tapabilir mi?
Tasavvuf dilinde buna ‘gizli şirk’ adı verilir ve âyette şöyle dile gelir: ‘Gördün mü şu hevâ ve heveslerini kendine tanrı yapmış olanı! Şimdi böyle birine sen mi vekil olacaksın?’ (Furkan Sûresi 25/43)
Çetinoğlu: Nefs en çok neyi arzular?
Işık:
Dünya ehli şu üç şeyin peşindedir: Servet, şöhret ve kudret.
Ruhun yolunu kesen engeller de işte bunlardır: Hele üçü bir arada olursa, o zaman, sâhibi sırtlan kesilir. Âlim ilmine, sanatkâr şöhretine, zengin servetine, pehlivan kuvvetine, hükümdar kudretine, ham sofu da ibâdetine güvenir. Sadece güvenmekle de kalmazlar, bunları kendilerine put yapar, taparlar. Oysa ibâdet ve riyâzet cinsinden de olsa, kişinin, nefsi için yaptığı hiçbir şey, onun ruhunu bir adım bile Allah’a yaklaştırmaz. Aksine, çamura düşmüş merkep gibi, çabaladıkça daha çok batağa saplanmasına sebep olur. Çünkü ibâdet, nefsin arzu ve isteklerini tatmin için yapılmaz. Ruhun, nefse esaretten kurtulup, selâmete ermesi için yapılır. İbâdet, ancak ruhun hürriyeti sâyesinde gerçek ibâdet olur. Bundan dolayıdır ki, hürriyetini kazanamamış ruhlara, en küçük ibâdet bile, çok ağır gelir.
Ruh, önüne çıkan nefsânî engelleri bir hamlede aşıp geçemez. Bu yolda çok çaba harcaması gerekir. Ancak yılmadan, usanmadan, yıllarca süren bir gayret ve Allah’tan gelen inayet sâyesinde gerçekleşir. Allah’ın inâyeti, çoğu zaman dolaylı yoldan gelir: Birtakım sebepler ve vesileler şeklinde tecelli eder. Ekseriya kâmil bir mürşidin eli olarak zuhur eder. Kurtuluşa götüren vesileler, bazan belâ ve musibet şeklinde de başa gelebilir.
Nefsin isteklerini kendilerine put yapıp tapanlar, ancak uğradıkları dert ve belâlar yüzünden kurtuluşa erebilirler. Böylece pek çok gafil, ilâhî kahır yüzünden, ilâhî lutfa nail olmuş olur.
Çetinoğlu: İnsan için hayırlı olan nedir?
Işık:
Kulu Allah’a yaklaştıran her şey, uzaklaştıran her şeyden daha hayırlıdır. O şey, ister nîmet, ister zahmet olsun, sonuç açısından hiç fark etmez: Bâzıları başına gelen belâ yüzünden ‘Aman ya Rabbi, kurtar beni!’ Diye yalvarır, Allah’a sarılır ve ona yakınlaşır. Bâzıları da uğradığı belâ yüzünden, Allah’a isyan eder, yolunu şaşırır ve Allah’tan uzaklaşır. Bâzıları nâil olduğu nimete bol bol şükreder, bu şükür ve hamd sâyesinde Allah’a yakınlaşır. Birçokları da Allah’ın verdiği nîmet yüzünden azdıkça azar, gitgide Allah’tan uzaklaşır.
Hazreti Süleyman nimete şükürle, Eyüb aleyhisselâm da belâya sabırla yüce mertebelere erdiler. Biri şükür ehline önder ve örnek oldu, öbürü de sabır ehline.
Hazreti Yusuf’u, kardeşleri kıskandılar, kuyuya attılar, sonra da köle diye sattılar. Mısır’da hizmetinde bulunduğu hanımefendisi tarafından tacize, ardından da iftiraya uğradı ve zindana atıldı. Nihayet bizzat hükümdarın huzurunda meydana gelen yüzleşme sonucunda, suçsuz olduğu anlaşıldı ve temize çıktı. Bununla beraber Yusuf, şöyle dedi: ‘Yine de ben, kendi nefsimi büsbütün temize çıkarmam. Çünkü nefis, hep kötülüğü emreder, günaha zorlar. Onun elinden ancak Rabbimin kollayıp kayırdıkları kurtulur. Rabbim, gerçekten de çok acıyan, fazlasıyla bağışlayandır.’ (Yusuf Sûresi 12/53)
Çetinoğlu: Nefs, kimine göre alt edilmesi zor olan büyük güç…
Işık:
Nefis denilen içgüdü, çoğu zaman insanı, aklın ve ahlâkın kabul etmeyeceği işleri yapmaya zorlar. Bir an gelir ki, kadının nefsi erkeğe, erkeğin nefsi de kadına karşı şiddetli arzu duyar. O anda, Rabbin rahmeti, kalbe doğar da, şehvet duygusunu boğarsa, insanı günahtan alıkoyar.

DEVAM EDECEK