Hafta içi perşembe günü 17 Ağustos’tu. Bu tarih denince aklınıza ilk olarak maalesef ki deprem geliyor, değil mi? Ağustos güzeldir denir. Ama bir de aylardan 17’si olmasa… Benim de doğum günüm 24 Ağustos. Ama ölüm yıldönümüm bir hafta önce olabilirdi. O kara gün yani 17 Ağustos 1999 günü o dönem çalıştığım organizasyon şirketinin işi gereği, Kocaeli - Gölcük Donanma Komutanlığı’nda devir - teslim töreninin organizasyonunda çalışacaktım. 90’lı yılları Z kuşağı bilmez. Çünkü anlatan yok ki! Ben 2000’li nesli çok severim. Bence bizde olmayan sanal bir zihne, mekanik bir yeteneğe ve aslında olgun bir ruha sahipler. Ama o dönem yaşanan terör belasından haberleri yok mesela. “Ne mutlu bizim mahallenin de bir şehidi var.” pankartları asılırdı İstanbul sokaklarına. O travmalarla büyüdü bizim nesil. Çok şükür o günler geride kaldı. Bu güveni sağlayan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ve emniyet güçlerimize şükran borçluyuz. Hazır önümüz 30 Ağustos Zafer Bayramı iken, başta şanlı ordumuz ve vatanımızın Zafer Bayramı’nı da gururla kutlayalım.

İşte böyle günlerde, “Güvenlik gerekçesiyle kapalı alanlarda konser, tiyatro gibi etkinliklere gidilmeyin.” denildiği günlerde, tüm yatırımını Keşanlı Ali Destanı adlı müzikale harcayan bir organizasyon şirketinde çalışmaktaydım. Sonuç biletli seyirci bile gelmedi. Nasıl gelsin? İstanbul Valiliği yapmıştı o zamanlar uyarıyı. Ben çalıştığım şirketin maddi açıdan yaşadığı zorluklar nedeniyle işten ayrılırken, kalan ekibin 17 Ağustos depremine yakalandığını öğrendim.

“Her şeyin bittiği yerden.” Ülkece yaşadığımız acının özeti. Bu aynı zamanda şirketin sahibi Sami Dündar’ın bir depremzede olarak yaşadıklarını kaleme aldığı kitabın ismi. 8 saat enkazda kaldı. Morga gidecekken son anda sağ olduğu anlaşıldı, yılmadı, yıllar sonra 2009’da başrollerini Nurgül Yeşilçay ve Haluk Bilginer’in oynadığı “Yedi Kocalı Hürmüz” filminin yapımcılığını üstlendi. Sonra kendisinden haber alamadım. Umarım hayatında her şey yolundadır. Eğer okursa diye, Gazete Vatan aracılığıyla kendisine selam, sevgi ve saygılarımı iletiyorum. Peki ya vefat ettiği için toprağa verdiklerimiz? Asla göremeyecek olduklarımız, özlediklerimiz?

Benim için 17 Ağustos kayıpları deprem şehitleridir. Dini olarak doğru bir tespit midir, bilmem. Ama 1999 yılında dünya çapında o kadar deprem oldu ki ve İzmit depremi güzel vatanımızda sosyo - kültürel, ekonomik ve siyasi açıdan hayatı o kadar etkiledi ki, HAARP yani deprem silahıyla ilgili bilgim yok ama bir elden düğmeye basılsa ancak bu kadar hayat değişebilirdi.  Ekonomik krizler, değişen siyasi yönetimler, hepsinin temelinde 1999 depremi vardı. Dini konularda bilgili değil ama ilgiliyim. Dini bilenler, 99. surenin Zilzal yani deprem suresi olduğunu söyler. Bu surenin 99 depremiyle bağlantısı var mı bilmem. Ama kesin olan bir şey var ki, o da 1978 doğumlu olarak ben ve benim kuşağın, yaşadıkları deprem, sel, terör, afet, darbe girişimi civar ülkelerde yaşanan savaşlar gibi 100 yıl yaşasak göremeyeceğimiz bir yoğunlukta hayat yaşadığımız.

Ateş çemberi içinde yaşayan ülkemiz derken, İzmit depremi sonrası sanayi kenti şehre zamanın Irak lideri Saddam Hüseyin deprem konutları yaptırmıştı. Bir yandan da iğneden ipliğe, benzine, mazota, yediğimiz, içtiğimiz her şeye ağır vergiler gelmişti. Nasıl gelmesin, sanayi kenti Kocaeli ve ekonominin kalbi İstanbul, 7.4 şiddetinde bir depremle sarsılmış, Gölcük’ten, İstanbul - Avcılar’a kadar binalar yıkılmış, ocaklar sönmüştü.

Peki yaşadıklarımızdan ne kadar ders çıkardık? Bu yıl içinde 11 ili yıkan Kahramanmaraş depreminin acısı hala tazeyken, son iki hafta içinde Prof. Dr. Şener Üşümezsoy, Prof. Dr. Naci Görür ve Prof. Dr. Ahmet Ercan başta olmak üzere deprem bilimciler, adeta ağız birliği etmişçesine acı gerçeği, deprem gerçeğini bir kez daha hatırlatmışlardı kamuoyuna ve beklenen İstanbul depremi için riskin arttığına dikkat çekmişlerdi.

Deprem kuşağı ülkemizde İzmit depreminin 24. yıldönümünde tam da deprem gerçeğini bir kez daha hatırlarken bir sergi ilişti gözüme. Serginin adı “Yarının Depreme Dayanıklı Şehirleri.” 21 Haziran’dan bu yana Salt Beyoğlu’nda başta İstanbullular olmak üzere tüm duyarlı vatandaşlarımıza açık olan bu sergi, “Yarının Şehirleri” başlıklı uluslararası proje kapsamında hazırlandı.  27 Ağustos’a kadar açık olan bu sergi, Boğaziçi Üniversitesi, Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü, Deprem Mühendisliği Ana Bilim Dalı ile ortak bir proje kapsamında hazırlanmış. Sergi, deprem olgusunun bilimsel arka planına ışık tutmayı amaçlıyor. Ayrıca düzenlenen paneller aracılığıyla da geleceğin kentlerinin, yapısal, kurumsal, mekansal ve sosyal perspektifler odağında, tasarım ve planlama prensiplerinin nasıl olması gerektiği sorusuna yanıt aranıyor. Türkiye’nin en önemli ve birincil sorunu olan deprem sorununu gündeme taşımak adına verilen bu çabayı takdir ettim. Siz değerli okuyucularımın da bu projeye destek vermek adına sergiye katılım sağlamalarını temenni ediyorum.

Sonuç olarak, bu söz ne kadar da doğru: “Deprem öldürmez. Çürük binalar öldürür.” Ülkemizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün özel davetiyle 1935 yılında İstanbul’a gelen şehir planlamacısı Henri Prost’un şu sözü geldi aklıma. “Bu şehri planlamak için geç kalınmış.” Ne diyelim, muhtemel İstanbul depremi için alınan önlemlere umarız İstanbul’un şehir planı gibi geç kalınmaz.