YÛNUS EMRE UZMANI YAMAN ARIKAN, BİZİM YÛNUS’U ANLATIYOR: ‘EĞER YÛNUS’UN TÜRKÇE’Sİ GÜNÜMÜZE KADAR YAŞATILABİLSEYDİ, BUGÜN DÜNYÂDA KONUŞULAN DİLLERİN EN GÜZELİ, TÜRKÇE OLACAKTI.’ Oğuz Çetinoğlu: Bilindiği kadarıyla, Yûnus’un Anadolu’da 10 ayrı yerde mezarı bulunmaktadır. Sizce bu durum neyin göstergesidir? Yaman Arıkan: Yûnus bahsinde, yine mühim bir husûsa temâs ettiniz! Evet, Yûnus’un Anadolu’da birden fazla yerde türbesi veya mezarı bulunmaktadır. Ölmüş bir kişinin na’şı ancak bir yerde gömülmüş olabileceğine göre, diğerleri ne ma’nâ ifâde ediyor? Üstelik, Yûnus’un mezarının veya türbesinin bulunduğu her bölge halkı, onun na’şının gerçekten orada bulunduğuna samîmiyetle inanıyor. Hemen ifâde edeyim ki, bu Türkmen ( = Türk ) evliyâsının birden fazla yerde mezarının veya türbesinin bulunuşu, öyle kolayca geçiştirilecek basit bir hâdise değil. Altında çok derin ma’nâlar var. Türk vatanı Anadolu’nun her bölgesinde, halk, hem de ısrârla O’na niçin sâhip çıkıyor? Hangi sebeplerle, onun fânî vücûdunun da mutlaka kendi köyünde, beldesinde, şehrinde veya bölgesinde bulunmasını istiyor? Öncelikle bu nokta üzerinde iyice durulması ve doğru bir tesbit yapılması gerekir. Kanâatimizce, topyekûn Türk halkının Yûnus’a samîmiyetle sâhip çıkışının temel sebeplerinden biri ve belki de birincisi, kullandığı mûsikîli-âhenkli güzel Türkçe’dir. O, süt saflığında ve mûsikîli-âhenkli öyle bir dil kullanıyor ki, daha kelimelerin ve cümlelerin zâhirî âhengi, dinleyenleri âdetâ mest ediyor, büyülüyor, kendinden geçiriyor. Ayrıca, bu mest edici-büyüleyici ve kendinden geçirici ifâde ve üslûpla, Türk Milleti’nin evlâdlarının özünde ve rûhunda mevcud bilhâssa değişmez temel değerleri seslendiriyor, dile getiriyor, terennüm ediyor, haykırıyor. İşte Yûnus, bu iki husûsiyetiyle, istisnâsız bütün insanlarımızın gönlünde âdetâ taht kuruyor. Ve, Türk halkı istiyor ki, sevgisiyle gönlünde taht kurmuş bu Türkmen (= Türk) evliyâsı, fânî vücûduyla da yanında olsun, hemen dibinde bulunsun… Milletimizin Yûnus’a karşı bu tavrı, fevkal’âde asîl bir davranıştır, tebcîle lâyıktır. Meselenin özü de şudur: - Türk Milleti, kendi millî-ma’nevî-mukaddes değerlerine sâhip çıkana sâhip çıkıyor… Burada, zaman zaman bazı kişilerin Yûnus’un mezarları üzerine câhilce, bilgisizce ve sorumsuzca sergiledikleri tavırlara da temâs etme ihtiyâcını hissediyorum. Şöyle ki, bâzen, Yûnus’un mezarı bulunan iki ayrı şehrin veya yerleşim merkezinin yöneticileri bir araya geliyorlar ve âdetâ inatlaşırcasına başlıyorlar mezar tartışmasına. Biri, ‘Yûnus’un mezarı bizde’ diyor. Öteki, ‘Hayır, sizde değil bizde’ diye mukabele ediyor. Böylece, bütün dikkatler, Yûnus’un fânî yönüne yöneltiliyor. Oysa, bize Yûnus’un ne mezarı lâzım, ne de fânî bedeni. Bil’akis, bize onun vazîfe-görev hayâtı lâzım, misyonu lâzım, şiirleri-deyişleri lâzım, şiirlerinde-deyişlerinde dile getirdiği esaslar ve değerler lâzım. Meselâ Yûnus demiş ki: Bir kez gönül yıkdın ise, Şu kıldığın namaz değil. - - - - Ben gelmedim da’vî için, Benim işim sevi için, Dostun evi gönüllerdir, Gönüller yapmağa geldim. - - - - Gönül Çalab’ın tahtı, Çalap gönüle bakdı, İki cihan bedbahtı, Kim gönül yıkar ise İşte bize bunlar ve benzerleri lâzım. O mezar kavgası yapanların, Yûnus’tan kaç mısrâ bildiklerini öğrenmek isterdim doğrusu!... Çetinoğlu: Bilmiş olacağınız gibi, bir kısım sol kültür mensupları Yûnus’u sâhipleniyorlar. Bu sâhiplenme Yûnus’u mu küçültür, yoksa sol kültür ekseninde yazıp çizenleri ve konuşanları mı yüceltir? Arıkan: Önce, o sol kültür mensuplarının, Yûnus’u hangi maksat ve gâyelerle sâhiplendiklerini bilmiyoruz. O bâtıl ve çarpık zihniyetlerine âlet etmek ve ideolojilerine güç kazandırmak için mi sâhipleniyorlar? Yoksa, netîcede, kendilerinin de bir insan olmaları hasebiyle, Yûnus’un dile getirdiği insanî muhteşem değerlerin kokusunu az-çok duydukları için mi sâhipleniyorlar? Bu husûs aydınlatılmadan, onların, Yûnus’u sâhiplenmelerinin kendilerini yüceltip yüceltmeyeceği hakkında hüküm vermemiz mümkün değil. Eğer, Yûnus’a, deyiş ( = şiir )lerinde dile getirdiği o muhteşem insanî değerlerin kokusunu duyarak sâhipleniyorlarsa, bu, kendilerine şeref kazandırır. Yûnus’un küçülmesi meselesine gelince, hani Türkçe’mizde bir söz vardır. ‘Altın, çamura düşse de altındır!’ der. Bu, çamura düşen altının altınlık değerinden bir şey kaybetmeyeceğini ifâde eder. Kaldı ki, altına; dürüst, nâmus ehli ve haysiyetli kişiler de sâhip olur; haysiyetsiz, şerefsiz ve nâmussuz kişiler de. Bununla berâber, altın yine altındır… Çetinoğlu: Alevî vatandaşlarımızın da Yûnus’u sâhiplendiğini bilirsiniz. Bu kardeşlerimizin Yûnus’u sâhiplenmeleri tabîî ki iyi bir şey. Yûnus’un Alevîlikle ilişkisini gösteren emâreler var mı? Arıkan: Bir ulu nehir düşününüz. Bâzen, şiddetli yağışlar netîcesi, yahut şu veya bu sebeplerle, bu nehrin orasında-burasında taşmalar vuku bulur ve küçük yeni su kolları meydana gelir. Bu kollar, arâzînin durumuna göre, bir dere veya bir küçük çay şeklinde bir müddet akarlar. Sonunda, bir noktada yine o ulu nehirle birleşirler. Görüldüğü gibi, bu hâdisede esas olan, ‘Ana Câdde’ konumundaki ‘Ulu Nehir’dir. Türklük, bin yıllar ötesinden akıp gelen bir ‘Ulu Nehir’dir. Zaman zaman, tıpkı o ulu nehirde vuku bulan taşmalar gibi, şu veya bu sebeplerle, ‘Türklük Ulu Nehri’nde de taşmalar ve ‘Ana Câdde’den sapmalar olmuştur. Bu sapmalar veya taşmalar, daha ziyâde, bizim cehâletimiz ve kurulan düşman tezgâhları netîcesi vuku bulmuştur. Yûnus, hep, ‘Türklük Ana Câddesi’nde yürüyen bir ulu kişidir. Tıpkı o ulu nehirden ayrılan bazı kolların, bir müddet sonra yine asıl yataklarına dönmeleri ve ulu nehre karışmaları gibi, şu veya bu sebeplerle, Türklük ana câddesinden ayrılanlar da bir müddet sonra o câddede yürüyenlerle buluşacaklardır. Nasıl ki, şu veya bu sebeplerle, kısa bir müddet o ulu nehirden ayrılan kollarla ulu nehir yatağında akan sular arasında bir ayrılık-gayrılık yoksa, aynen bunun gibi, bir müddet ‘Türklük Ulu Nehri’nden ayrılmış gözükenlerle o nehirde kalanlar arasında da bir fark yoktur… Çetinoğlu: Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında Yûnus’un rolü konusunda neler söylemek istersiniz? Arıkan: Millet olmanın birinci şartı ve aynı zamanda olmazsa olmaz şartı dildir. Yâni dil yoksa millet de yoktur. Eğer Türkçe olmasaydı, Türk Milleti de olmayacaktı. Nitekim, târihte dillerini yâni Türkçe’yi kaybeden birçok Türk toplulukları Türklüklerini de kaybetmişler; kimisi Slavlaşmış, kimisi Araplaşmış, kimisi Acemleşmiş, kimisi Bulgarlaşmış, kimisi Macarlaşmış; velhâsıl, ‘Türklük Ulu Nehri’nden ebediyyen kopmuşlar ve kaybolup gitmişlerdir. Bugün, dillerini kaybettikleri için kaybolup giden bu milyonlarca ırkdaşımızın fecî’ âkıbetlerinin yüreklerimizde açtığı onulmaz yaranın acılarını duymaktayız. Biliyorum ki, Türk Milleti, o acıları kıyâmete kadar da duyacaktır. Biraz önce, ‘Dil yoksa millet de yoktur.’ Dedik. Bu cümleyi müsbet şekliyle söylersek, ‘Dil varsa millet de vardır!’ hükmü çıkar. Böylece, Avrupalı ve Amerikalı haçlıların ve onların yerli işbirlikçilerinin, günümüzde, Türk vatanında Türkçe’den gayri yeni diller ihdâs etme gayretlerinin altındaki maksad da kabak gibi ortaya çıkar. Siz, Türkçe konuşan yâni dili Türkçe olan bir millet düşünün ki, o milletin mektebi ‘kâle-yekûlü’den başka, yâni Arapça’dan başka bir şey tanımıyor. Sözde aydın, yâni şâir, edîp ve yazar takımı da Acemce’den başka bir şey tanımıyor. Şimdi, dili Türkçe olan o milletin bir müddet sonra hâli nice olur? Ortada Türkçe diye bir dil kalmayınca, tabiî ki ya Araplaşır veya Acemleşir. İşte Yûnus böyle bir devirde yaşadı. Dil ile dîni karıştıran medrese, ‘kâle-yekûlü’den başka bir şey tanımıyordu. Mevlânâ ve çevresi ise Acemce yazıyor, Acemce söylüyordu. Âdetâ Acemce’ye tapulanmıştı. İşte Yûnus, Anadolu Türklüğünün böyle felâketli bir devrinde geldi ve dili Türkçe olan bir milletin mektebinde ‘kâle-yekûlü’den başka bir şey tanımayanlara ve Acemce söyleyip Acemce yazanlara karşı Türkçe haykırdı. Hem de hârika bir ifâde ve üslûpla. Hem de, yirminci asırda gelmiş bir yabancı Türkiyâtçıya, ‘Eğer Yûnus’un Türkçe’si günümüze kadar yaşatılabilseydi, bugün dünyâda konuşulan dillerin en güzeli Türkçe olacaktı.’ Dedirtecek derecede hârika bir Türkçe ile. Eğer Yûnus, o felâketli devirde ortaya atılıp Türkçe haykırmasaydı, Anadolu Türklüğü bugün belki de Araplaşmış veya Acemleşmiş olacaktı. O Türkmen evliyâsı, Anadolu Türklüğünü Acemleşmekten veya Araplaşmaktan kurtarmakla kalmadı. Aynı zamanda, o hârika Türkçe’siyle, Türk Milleti’nin millî varlık ve bekasının ikinci temel direği olan dînimizi de Kur’ân’ın rûhuna uygun şekilde dillendirdi. Öyle ki, onun şiirlerinde istismârcı, gösterişçi ve bedenî disipline bağlı şekilci ve hurâfevî dîn anlayışını değil, Allah’ın kelâmının getirdiği saf ve berrâk dînin ta kendisini bulursunuz. Türkmen evliyâsının şiirlerine dînî zâviyeden baktığınız zaman, Malazgirt zaferinin başbuğu, ulu ceddimiz Alparslan Gâzî’nin, Türk Milleti’nin dîn anlayışını dile getiren şu vecîz sözünü hatırlarsınız: - Biz Türkler, temiz Müslümanlarız. Riyâ-gösteriş nedir bilmeyiz!... Yûnus’un, Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında oynadığı rolü sormuştunuz. Sanırım, bu konuda bir mülâkatda söylenebilecek sözlerin a’zamîsini söyledik… Çetinoğlu: Atatürk ile Yûnus Emre arasında bir ortak nokta, bir münâsebet var mı? Varsa, bu münâsebet nasıl kurulabilir? Arıkan: Oğuz Beyefendi, Türk Milleti’nin evlâtlarının çok iyi bilmesi gereken mühim bir konuya temâs ettiniz. Öyle sanıyorum ki, bugün, cehâletimiz ve millî şuûr fukarâlığımız yüzünden çoğumuz, Yûnus’la Atatürk’ü ayrı kutuplarda görmekte; hattâ zihniyet, inanç ve hayâta bakışları konusunda birbirlerine zıt olduklarını sanmaktadır. Oysa, milletimizin bu iki büyük şahsiyetinin birbirleri karşısındaki durumu hiç de öyle değildir. Kemâl-i iftihârla hemen ifâde edeyim ki, Derviş Yûnus’la Gâzî Atatürk, aynı sedirde bir arada ve yan yana oturmaktadırlar. Bunun böyle olduğunu görebilmek için, Yûnus devrine ve Yûnus’un misyonuna ve Atatürk devrine ve Atatürk’ün sözlerine dikkatli bir göz atmamız kâfîdir. Yûnus’un, Anadolu Türklüğü zâviyesinden nasıl felâketli bir devirde geldiğini ve millî varlık ve bekamızın iki temel direği olan dilimizi ve dînimizi olabildiğince sağlamlaştırmak için ne azim bir vazîfe îfâ ettiğini daha önceki bazı sorularınızın cevaplarında gördük. Yûnus, millî varlık ve bekamızın iki temel direği olan dilimizin ve dînimizin savunmasını, hârika bir Türkçe ile söylediği şiirleri ve mısrâları ile yapmıştı. Zîrâ, o bir şâirdi. Gâzî Mustafa Kemâl Paşa ise, o iki temel direğin savunmasını hıtâbetiyle yaptı. Zîrâ o; sâdece ordular yönetmiş ve büyük zaferler kazanmış dâhî bir başbuğ değildi, sâdece devlet kurmuş bir devlet adamı değildi. Aynı zamanda bir hatîpti: - Türk Milleti demek, Türk Dili demektir. Türk demek, Türkçe demektir!... - Türk Dili, Türk Milleti’nin kalbidir, zihnidir!... - Türk Milleti, geçirdiği nihâyetsiz felâketler içinde ahlâkının, an’anelerinin, hâtıralarının, menfaatlerinin; kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyin, dili sâyesinde yâni Türkçe sâyesinde muhâfaza olunduğunu görüyor… Görüldüğü gibi, soyumuzun bu iki büyük evlâdı; Derviş Yûnus’la Başbuğ Atatürk, şâir Yûnus’la hatîp Atatürk, evliyâ Yûnus’la devlet reîsi Atatürk,… bir noktada birleşiyorlar ve âdetâ müştereken diyorlar ki: - Türkçe, Türk Milleti’nin kalbidir, zihnidir. Türkçe, Türk Milleti’nin canıdır, rûhudur. Nasıl ki, cansız-rûhsuz bir insanın varlığı ve ayakta (= hayâtta) kalması düşünülemezse, aynen bunun gibi, Türk Milleti’nin de Türkçe’siz varlığı ve bekası düşünülemez. Şâir Yûnus, Türkçe’nin ehemmiyetini, şiirlerinde kullandığı o hârikulâde Türkçe ile fiilen dillendiriyor, tebârüz ettiriyor. Hatîp Mustafa Kemâl ise bu ehemmiyeti hıtâbetiyle dillendiriyor, hıtâbetiyle tebârüz ettiriyor: - Türk Milleti demek, Türk Dili demektir. Türk demek, Türkçe demektir!... - Türk Dili, Türk Milleti’nin kalbidir, zihnidir!... (ÜÇÜNCÜ BÖLÜMÜN SONU. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM YARIN VERİLECEKTİR.)