Türkiye’nin yanıbaşında yaşanan son gelişmeler, coğrafi yakınlık ve jeopolitik gerçeklerden dolayı Türkiye’yi daha fazla etkileme kabiliyetine sahiptir. Romanya ve Bulgaristan’da şimdiden dip kaynamaların duyulması da bunu göstermektedir. Ancak bu etki coğrafi mesafenin ötesinde uluslararası sistemde yaşanması muhtemel değişimlerde kendisini daha fazla hissettirecektir. Bu yüzden Rusya’nın yeniden karşı kutupta yer aldığı Yeni Soğuk Savaş’ta Türkiye’nin yerinin ne olacağı sorusu sık sık gündeme gelmektedir.
Sovyetler Birliği sonrasında batılı kurumlar ile Rusya Federasyonu, diğer Doğu Bloku veya eski Sovyet cumhuriyetleri arasında önemli bağlar kuruldu. Avrupa’daki Varşova Paktı üyeleri ile eski Sovyet cumhuriyetleri Litvanya, Letonya, Estonya AB ve NATO üyesi oldular. Rusya ile diğer cumhuriyetler de bu örgütlerle işbirliği anlaşması imzaladılar. Bu aşamalarda Soğuk Savaş’a elveda denilmekteydi. Ancak Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliği yolundaki adımlarına Rusya’nın tahammülsüzlüğü ilk tereddütleri ortaya çıkardı. Avrupa’nın ortasındaki Ukrayna’da Rus yanlısı yönetime karşı hareketler, Moskova tarafından kendi çıkarlarına saldırı kabul edildi ve Kırım süreci başladı.
Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve bazı Ukrayna şehirlerindeki çatışmalar, “Türkiye’nin stratejik önemi” tartışmasını gündeme getirdi. Bulgaristan ve Romanya’nın NATO üyeliğinin ardından Türkiye’nin Karadeniz’deki ağırlığının azaldığı düşünülebilir. Çünkü Türkiye daha önce bu bölgede yegâne NATO üyesi idi. Bununla beraber, Türkiye’nin stratejik önemi sadece Karadeniz kıyıdaşı olmasından kaynaklanmamaktadır. Deli Petro’nun “Asya ve Avrupa hazinelerinin anahtarı” olarak tanımladığı İstanbul ve Anadolu’nun jeopolitik ağırlık listesi oldukça uzundur.
Ukrayna’daki son gelişmelerin Türkiye’yi zor durumda bıraktığı ileri sürülebilir. Bir tarafta NATO üyeliğinin sorumlulukları diğer yandan Rusya ile yoğun ekonomik ve siyasi bağımlılıklar. Kırım yarımadasının ilhakı ile başlayan bu süreçte ilk bakışta Türkiye’nin gerçekten Batı ile Rusya arasında sıkıştığı görülebilir. Bu tür zıt politik şartlar her dönemde her ülkenin başına gelebilir. Ancak, bir bünyenin zenginliği kendisindeki zıtlıkların çokluğuyla orantılı olduğu unutulmamalıdır. Farklılıkları bağdaştırabilme başarısını gösteren bünyeler, bu dönemlerden güçlenerek çıkarlar. Köklü bir devlet geleneği olan Türkiye’nin Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkasya arasındaki konumu aynı zamanda bu üç bölgenin sorunlarını da bünyesinde taşımasına yol açmıştır. Ancak doğru yönetildiğinde sorunların avantaja dönüştüğü gerçektir. Osmanlı’dan günümüze güçlü devlet geleneğinin temelinde bu aykırı çevre koşullarında yaşama başarısını gösterebilme sanatı bulunmaktadır.
Soğuk Savaş dönemi koşulları Türkiye ile komşuları arasına “Demirperde” kurmuştur. Bu durum ise Türkiye’yi ekonomik, sosyal ve siyasal bakımdan hareketsizliğe, verimsizliğe mahkum etmiştir. Devletlerin gücü, komşularıyla ilişkilerinin yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Dünyanın en geri kalmış ülkeleri, komşularıyla ilişkileri en az, hatta çatışma içinde olanlardır. Küresel güçler olarak Avrupa devletleri ve ABD’nin komşularıyla entegrasyonu sürekli ilerletmeleri de bu gerçeğe dayanır.
Halbuki Soğuk Savaş’ta Türkiye ile komşuları Bulgaristan, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan (Nahcivan) arasında idelolojik demirperde bulunmaktaydı. Yunanistan ile Ege adaları ve Kıbrıs yüzünden çatışma durumu sürekli hale gelmişti. Suriye ve Irak, Sosyalist sisteme yakınlıkları yüzünden sınırlar mayınlanmış, bunlarla ilişkiler dondurulmuş komşulardır. İran’a gelince Humeyni öncesi ve sonrası için benzer durumlar sözkonusudur. 1980’lerde daha Soğuk Savaş devam ederken herşeye rağmen sınırlar zorlanmış, “demirperde”ler tahrip edilmiş ve Türkiye’nin ihracatı on yılda yaklaşık 10 kat artmıştır. Humeyni Devrimi’nin hemen ertesinde başlayan İran-Irak Savaşı’nda Türkiye’deki laikçi darbe hükümeti dahi batının baskılarına boyun eğmeyerek İran’a karşı Irak tarafında yer almamıştır. Fakat her iki komşusuna da eşit mesafede durarak ikisinin de güvenini kazanma sanatını uygulamıştır. Bu savaşın bir an önce bitmesi br daha az tahribatla geçmesi için iki başkentle de sürekli temasta olmuştur. Türkiye’nin yanıbaşındaki bir kavgaya özellikle batıdan sunulan bir gözlükle balıklama atlamaması ona tarihin verdiği aykırılıkları bağdaştırma görevinin gereği olsa gerek.
Soğuk Savaş döneminin “Kenar Kuşak” ülkesi olarak Türkiye’nin batı için öneminde şüphe yoktur. Ancak bu önem ülkenin ayakbağı haline gelmiştir. İlginçtir ki batıya rağmen Türkiye’nin komşusu Sovyetler Birliği ile 1967’de yaptığı anlaşmalar, son derece önemli sanayi tesislerinin kurulmasının yolunu açmıştır. Bunlar arasında petrol rafinerisi, alüminyum işletmesi, demir-çelik sanayii gibi kuruluşlar olduğunu hatırlayalım.
Soğuk Savaş yıllarında batının başta Kıbrıs olmak üzere önemli ulusal sorunları karşısındaki tutumu Türkiye’nin ittifaka olan güvenini zedelemiştir. Günümüzde ise terör ve benzeri konularda AB ve ABD ile müttefiklik ruhuyla bağdaşmayan ilişkiler sözkonusudur. Türkiye’nin AB üyeliği yolunda karşılaştığı çifte standartlar da dış politikada yol ayrımını gündeme getirmektedir.
Türkiye’nin Yeni Soğuk Savaş’ta başta Rusya olmak üzere komşu ve bölge ülkeleriyle arasına “yeni demirperde” kurulmaması temel dış politika tercihi olacaktır. Belirtilen siyasi nedenleri yanında çağımızın zorunlulukları da bunu gerektirmektedir. İletişim ve ulaşımda yaşanan gelişmelerle her türlü sınır temelli kontrol büyük oranda ortadan kalkmıştır. Ekonomik ilişkiler de karşılıklı bağımlılık gerçeğini her geçen gün güçlendirmektedir. Bu durumda Türkiye’nin batı temelli örgütlerle üyelik veya ittifak ilişkileri devam edebilecektir. Ancak komşu ülkelerle başta ekonomik ve kültürel olmak üzere mevcut ilişkilerini geliştirerek sürdürmesi jeopolitik zorunluluk olduğu kadar bölge ve dünya barışının da teminatı olacaktır.