Devlet Planlama Teşkilatı’nda Daire Başkanlığı, TRT Genel Müdürlüğü, 21. ve 22. Dönem İstanbul Milletvekilliği AGİTPA Türk Grubu Başkanlığı ve
T.B.M.M. Anayasa Komisyonu Üyeliği gibi görevlerde bulunan
Prof. Dr. NEVZAT YALÇINTAŞ ile
Hazırlanacak olan YENİ ANAYASA üzerine konuştuk.

(BİRİNCİ BÖLÜM)

Oğuz Çetinoğlu: Türkiye’mizin gerçeklerini göz önünde bulundurarak ‘Anayasa’ kavramı üzerinde genel bir değerlendirme lütfeder misiniz Hocam?
Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş: Türkiye’mizin devamlı gelişmesi, için temelde, ülkemizin istikrar içinde bulunması ve siyasî ve sosyo-ekonomik yapının milletçe üzerinde mutabık kaldığımız bazı sağlam esaslara dayanmış olmasına bağlıdır. Bu millî mutabakatın hukukî belgesi ise “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası”dır.
Türkiye’miz, cumhuriyetle birlikte ve son 50 yıldan beri çeşitli alanlarda gelişmesini, sosyo-ekonomik kalkınmasını sürdürüyor. Bu “Cumhuriyet Dönemi”ne yani 90 yılı kapsayan sürece bir bütün olarak baktığımızda gelişmenin yavaşladığı hata kalkınmanın eksi olduğu, yani Gayri Safi Milli Hâsıla (GSMH)’nin gerileyip, azaldığı zaman ve seneleri de görmekteyiz. Bu olumsuz yılları daha yakından incelediğimizde, bunların siyasi ve sosyal bakımdan ülkenin çalkantılı, istikrarsız, çatışmalı, gergin bir ortam içinde olduğunu gözlemleriz. Daha kısa bir ifade ile istikrarsız dönemler, ülkemizi pek çok alanda geriletmiş, buna karşılık istikrarlı, huzurlu ve çatışmasız yıllarda ise kalkınma ve gelişme devamlı olmuştur.
Bu istikrarsızlık, karışıklık ve darbeler sürecine “Anayasa Krizleri” de eşlik etmiş ve Anayasalarımız son 50 senedir sürekli değişimlere uğramıştır.
Çetinoğlu: Ülkemizin tarihî ve millî yapısı itibariyle, derin, sağlam, bütünleştirici, ayrımcılığı ve istikrarsızlığı önleyici bir mutabakat sağlanabilmesi için Yeni Anayasa, hangi esaslar üzerine bina edilmelidir?
Yalçıntaş: Uzun ömürlü, huzur ve istikrar sağlayacak anayasanın şu 5 prensibe dayanması gerektiğini düşünüyorum:  
Birincisi Türkiye Cumhuriyeti Devletinin İstiklali.  Buna ‘İstiklal prensibi’ diyebiliriz.
İstiklal prensibi, şüphesiz ki, fazla izaha ihtiyaç göstermemektedir. Bir milletin varlığını sürdürebilmesinin tek ve en önemli şartı bağımız bir devlete sahip olmasıdır. Dünya milletleri arasında Türklerin belki de en önemli ayırıcı farkı, tarihi boyunca hep devleti olması, o devletin yönetimi altında bağımsız yaşayıp başka devletlerin sömürgesi haline gelmemiş olmasıydı. Karanlık mütareke yıllarında, İstanbul işgal altında iken dahi, Ankara’da müstakil devletimizin bayrağı T.B.M.M.’de ve Ankara Kalesi’nin en yüksek burcunda gururla dalgalanıyor ve ordumuz milletimizin içinden çıkarak onun en kudretli koruyucusu durumundaydı.
Şüphesiz ki günümüz dünyasında, milletler, birbirleriyle çok sıkı işbirliğine, devlet yönetimleri “entegrasyon”a (bütünleşmeye) gidebiliyorlar. “Avrupa Birliği” gibi modeller gerçekleştiriyorlar. Yani “Karşılıklı Bağımlılıklar” ortaya çıkıyor. Fakat bu modeller her devletin istiklalinin özüne dokunmadan, anayasalarında özel şartlarla, gerçekleştiriliyor. Hiçbir AB üyesi millî bağımsızlığını kaybetmiyor. 2009 yılının Ekim ayında Nahcivan’da imzalanan “Türk Konseyi” Anlaşması da bu niteliktedir.
İkincicisi: Vatan Toprakları ve Milletin Bölünmezliği prensibidir. Buna da ‘Bütünlük Prensibi’ diyoruz.
Bugünkü dünyamızın somut şartları, yeni devletlerin kurulması, ülkeden ülkeye büyük göçler vs. Müstakil devletler içinde “çok kültürlülük” gerçeğini doğurmuştur. Bunlar, kültürel, dinî, etnik topluluklardır. Bu gruplar ve yerli etnisiteler, millet ve toprak bütünlüğünü parçalayıp, bozmadan iç içe yaşamaktadırlar. Bu, pek çok ülkede görüldüğü gibi, 21. Asrın bir evrensel özelliğidir. Türkiye’mizde, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması sonucunda, kaybedilmiş topraklardan pek çok etnik grup ülkemize göç edip yerleşmişlerdir. Ayrıca yerli etnik topluluklar da vardır. Bu topraklar onların da vatanıdır. Fakat etnik toplulukların mevcudiyeti milletin ve devletimizle vatanımızın parçalanmasına yol açamaz. Millet varlığının bölünmesi, oradan hareketle vatan topraklarının ayrılması şüphesiz ki kabul edilemez. Bütünlük Prensibini milletçe korumamız, bütün problemlerimizi buna sadakat göstererek çözmemiz gerekir. Etnisite özelliği taşıyan topluluklar kendi dillerini kullanmak ve kültürel özelliklerini yaşamakta serbesttirler.
Üçüncüsü: Cumhuriyet prensibidir.  Demokrasi ve İnsan Haklarına Dayalı Cumhuriyet.
Çağımızın en gelişmiş siyasî rejim şekli cumhuriyet olmuştur. Bu rejim sadece bir halk idaresi ve hâkimiyeti ölçütleriyle kalmamış ve fakat aynı zamanda, özellikle 2. Dünya Harbi sonrası, gerçek demokrasi ve insan hakları boyutları ile evrensel olarak yaygınlaşmıştır. Şeklî cumhuriyet rejimlerinin demokrasi, insan hak ve hürriyetleri ile derinleşmiş olması fert ve toplulukları daha mesut kılmış ve dolayısıyla devletlerine içten bağlılıkları ve toplum olarak kaynaşmalarını takviye etmiştir.
Türkiye’mizde de demokrasi ve insan haklarına saygı gösterilmesi daha da gelişirse millî birlik ve bütünlüğümüz o ölçüde güçlenecektir.
Yeni Anayasada ferdi insan hak ve hürriyetleri bu açıdan yer almalıdır. Cumhuriyetimizin şekli “Demokratik Cumhuriyet” olmalıdır.
Dördüncüsü: Ortak Millî ve Manevî Değerlerimiz. Buna,  ‘Kimlik prensibi’ diyebiliriz.
Üçüncü prensibin açıklamasında işaret edildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti Devletimiz, Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak pek çok etnik grubu topraklarında barındırmaktadır ve bu etnisitelerin, eşit vatandaşlar olarak tümü “Türk Milleti”nin aslî unsurları olarak ulusumuzu meydana getirmektedir. “Türk” isimlendirmesi kadim zamanlardan beri Çin ve daha sonra Avrupa kaynaklarında ortaya çıkmıştır. Yani 1923 Cumhuriyetin bir ürünü değildir. Türkistan’da ve Anadolu-Rumeli coğrafyasında asırlar boyu beraber yaşamış etnik Türklerle diğer gruplar, tarihin akışı içinde kaynaşmış ve “ortak millî ve manevî değerler” e sahip olmuşlardır. Etnik özellikleri tahrip etmeden bu “Bir Millet” olmanın müşterek değerlerini koruyup devam ettirmeliyiz. Bunlar: Din, dil, müşterek tarih, kültür, adet ve geleneklerdir. Bu müşterekler, asla, “asimilasyon” açısından değerlendirilmemelidir.
Millî ve manevî değerlerimizi yıpratan her girişim, anlayış ve uygulama millet bütünlüğümüzü sarsan bir darbe niteliğindedir.
Beşincisi: Gelişmiş Türkiye ve Güçlü Ordu prensibidir.
Daha önce saydığımız dört madde bir bütün teşkil etmektedir. Fakat dünyamızın bir “milletler yarışı” dünyası olduğunu asla unutmamalıyız. Bu yarışta geride kalmak ve zayıf düşmek varlığımızın tehlikeye girmesi sonucunu doğurur. Bu tehlikeye karşı en geçerli teminatımız gelişmiş bir ülke ve güçlü ekonomi ile kesin caydırıcı teknolojiye sahip millî bir ordudur. Bugünün dünyasında savaş araçları ve teknolojisi en üst derecede geliştirilmiştir. Bir ülkenin toprak bütünlüğü istiklâl ve hürriyetlerinin, nihaî hesapta, asıl teminatı silahlı kuvvetleridir. Ordumuzun caydırıcılığı, barışın en güvenilir garantisidir. Halkımızın “Peygamber Ocağı” dediği silâhlı kuvvetlerimizi yıpratmaya ne sivillerin ne de bazı mensuplarının hakları vardır. Bu iki hedefle birlikte, demokrasi, insan hakları, sosyal adalet ile millî kimlik sağlam bir şekilde gerçekleştirilmelidir.
Bunlar birbirlerini bütünleyen niteliklerdir.
Çetinoğlu: 1982 Anayasası’nda, tartışmalara yol açan ve yapılacak değişiklikle kaldırılması teklif edilen bir başlangıç bölümü vardı. Yeni Anayasa için sizin görüşünüz nedir?
Yalçıntaş: Yeni Anayasada başlangıç bölümü olmalıdır. Şöyle bir metin öneriyorum:
“İnsanlık tarihinin çok uzak geçmişinden beri, Türk milleti varlığı ve kimliğini devam ettirmiştir. Sultan Alpaslan, Osmangazi, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, İkinci Sultan Mahmut ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi büyük öncü ve kahraman, devlet başkanları, şanlı tarihimizde yer alan müstakil devletlerimizin unutulmaz yöneticileri olmuşlardır.
Bugün, Türkiye Cumhuriyeti aziz Türk milletini; İstiklâl, adalet, eşitlik, hürriyet, insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi ve gelişme ilkelerine kesin ve kararlı bir inançla sadık kalarak ve Yüce Yaratanın korumasıyla sonsuza kadar yaşatıp, yükseltecektir.”
Çetinoğlu: Başlangıç bölümüne neden ihtiyaç vardır?  
Yalçıntaş: İstiklaline sahip toplumlar “Devlet”lerini kurarak var olmaktadırlar. Konuya bu açıdan bakıldığında, “Devlet”in en kısa tariflerinden birisi de: “Toplumların, kendi varlıklarını sürdürebilmek ve daha ileri seviyedeki hedeflerini gerçekleştirebilmek için teşkilatlanmış halidir.” Bu teşkilatlanma, bir başka deyimle “Devlet Olma” öncelikle o toplumun vazgeçilmez ihtiyaçlarına ve gelecek için beklentilerine cevap verecek, onları karşılayacaktır. Bunlar kısaca: Adalet ve güvenliği sağlamak, dış tehditlere karşı kuvvet hazırlayıp savunmayı temin etmek, her türlü kamu harcamalarını karşılamak için Maliye sistemi kurmak refah ve gelişmeyi gerçekleştirmek gibi görevlerdir.
Çetinoğlu: Devletin tarifinin verilmesinin gerekçesi nedir?
Yalçıntaş: Türk toplumları da çok eski çağlardan beri çeşitli coğrafyalarda “Devlet”ler kurup müstakil yaşama irade ve gücünü, kudretini gösterdiği için bu “Anayasa” çalışmasının ‘Başlangıç” kısmında Türk Devletlerinin kurucularından ve başkanlarından ön safta olan bazılarını sembol olarak zikrettik. Bu geçmiş, uzun asırlara dayanan tarihî derinlik, halen mevcut ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın üyesi ve sayıları 200’e yaklaşan devletlerden belki de iki haneli sayıları bulmayan çok nadir bazılarına ait özelliktir. Bugünkü ve gelecekteki bütün nesillerimiz, atalarımızın bize bıraktığı bu muhteşem tarihî mirası şuurlarında daima yaşatmalıdır. Bizler esir olmayan bir milletin nesilleriyiz.
Cumhurbaşkanlığı forsunda yer alan 16 parlak yıldız bu büyük mirası bize hatırlatan sembollerdir.
Başlangıç metninin ikinci kısmında ise bugünkü modern Türk halkının halen ve gelecekte takip edeceği temel ilkelerden en hayatî ve evrensel olanlar sayılmaktadır. Şüphesiz ki milletimiz ve devlet için çok önemli olan başka ilkeler de vardır. Bunlar “sosyal”, “dünyevilik”, (laiklik) vs gibi esaslardır. Fakat bu nitelikte olanlar Anayasanın maddelerinde yer alacağı için “Başlangıç”ta sayılmamıştır.
Anayasa belgelerinde, bir milletin bugünkü ve gelecekteki varlığı, istiklâl, hürriyet ve refahı için vazgeçilmez irade beyanı olduğundan “Başlangıcın” bitiş cümlelerinde Cenabı Hakk’ın koruyucu sıfatı yer almıştır. Pek çok ilkenin Anayasalarında benzer ulvi, ilahî atıflar mevcuttur.
Yeni Anayasamız için yeni bir Başlangıç yazmak zarureti; 1982 Anayasasında yer alan metnin uzun, siyasî bir ideolojinin örgülenmesi ve çapraşık ifadeler kullanılmış olmasından dolayı doğmuştur.
Çetinoğlu: Değişmemesi gereken maddeler konusundaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?
Yalçıntaş: Devletin Adı “Türkiye Cumhuriyeti”dir. Türkiye Devleti Demokratik bir cumhuriyettir.
“Türkiye Cumhuriyeti” Büyük öncü Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları tarafından kurulduğundan beri bu isim hep devam etmiştir. Değişmemelidir.
Çetinoğlu: Konu ile ilgili açıklamanız var mı?
Yalçıntaş: “Cumhuriyet” kavram ve terim olarak kendiliğinden bizatihi “Demokrasi”yi kapsamamaktadır. Bu durum hem uygulamada ve hem de siyaset literatüründe böyle olmuştur. İkinci Dünya Harbinden (1939-1945) önceki dönemde “Krallık” yönetimleri terk edilerek birçok ülkede ve özellikle Avrupa Kıtası’nda “Cumhuriyet” isimlendirilmesine sahip siyasî rejimler ortaya çıkmıştır.
Bunların pek çoğu gerçek “Halk idaresi” niteliğinde değil ve fakat tam aksine diktatorya idareleriydi. İspanya, İtalya, Almanya, Romanya, Rusya önde gelen örneklerdir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ismindeki Cumhuriyet vasfına rağmen, tarihin en baskıcı, Stalin ve diğerlerinin diktatörlüğüne dayanan ağır zulüm rejimleriydi.
Halen de, günümüzde, devletlerinin ismi ”cumhuriyet” olup ta, parti ve şahıs diktası ile yönetilen ülkeler mevcuttur.
Çetinoğlu: Teklifinizde ‘Demokratik Cumhuriyet’ isimlendirmesi dikkat çekiyor…
Yalçıntaş: Türkiye’mizde de özellikle 1960 yılını takip eden senelerde çeşitli “Hükümet ve Meclis Darbeleri” vukuu bulmuş. Ardı ardına gelen dikta yönetimleri “Halk idaresi” ve dolayısıyla “Milletin iradesine” dayanan siyasî rejim demek olan, Anayasamızda yer alan “Cumhuriyet”i manasında ve uygulamada tahrip etmişler ve fakat yapılan Anayasalarda “Cumhuriyet” terimini muhafaza etmişlerdir.
Hâlbuki milletimizin her dönemde teyiden istediği ve 1946 yılından beri rejim şekli “Demokrasi” olmuş ve her fırsatta seçim oylamalarında iradesini “çoğulcu” “Demokratik Cumhuriyet” lehine kullanmıştır. Hükümet ve TBMM’ne karşı yapılan darbelerle demokratik yönetim şekli kaldırılarak gerçek anlamında “Cumhuriyet”e karşı darbe yapılmış olmaktadır. Öyleyse halkımızın başından beri içten benimsediği Cumhuriyeti, çağımız dünyasında, Yeni Anayasamızda olmazsa olmaz niteliği ile birlikte zikretmemiz hayatî önem taşımaktadır. Dolayısıyla Devletimizin şeklini ifade ederken “Demokratik Cumhuriyet” demek daha uygun olacaktır. Darbe fikirlerini oluşturanların gerçekte bir iktidarı değil ve fakat aynı zamanda “Cumhuriyeti” tahrip ettiklerini net bir şekilde görmeleri sağlanacak ve toplum direnci daha güçlü hale gelecektir.
Çetinoğlu: Eski Anayasadaki ‘Cumhuriyetin nitelikleri’ ile ilgili açıklama sizce yeterli mi?
Yalçıntaş: 1982 Anayasasında yer alan ve “Cumhuriyetin Nitelikleri”ni sayan 2. Maddenin açıklığa kavuşturularak yeniden yazılması zarureti vardır. Yeni ifade şekli olarak şu metin kabul edilebilir:
“Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzur, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı, hedefleri sosyal, iktisadî ve kültürel gelişme olan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, dünyevî bir hukuk devletidir.’
Çetinoğlu: Sosyal kelimesini çıkartıyor, ‘Laik’ kavramının yerine ‘dünyevî’ kelimesini koyuyorsunuz, ‘Atatürk Milliyetçiliği’ kavramına açıklık getiriyorsunuz…
Yalçıntaş: 1982 Anayasasının 2. Maddesinde iki virgül arasında yer alan “Atatürk Milliyetçiliği” tabiri bizim yukarıda teklif ettiğimiz ifadede açıklık kazanmaktadır.  Bu tabire netlik kazandırmak bir zaruretten doğmaktadır. Çünkü çeşitli marjinal siyasî ve ideolojik cereyanlar rahmetli Atatürk’ün görüşlerini çarpıtarak, Türkiye’de ve özellikle de 1960 darbesini takip eden yakın geçmişten bugüne kadar kendi totaliter ve milletimizin temel, kök manevî değerlerini zayıflatmak maksadıyla “Atatürkçülük” isimlendirmesi ile yaymak ve bazı zorlama usulleri ile hâkim kılmak istemişlerdir.
Gerçekte ise büyük öncü Atatürk’ün bu marjinal diktacı ve militan görüşleri benimsememiş olduğu aşikârdır. Atatürk hakkında yapılan ciddi ilmî çalışmalara, bu arada merkezi Ankara’da bulunan “Atatürk Araştırmaları Merkezi”nin yayınlarına bakıldığında O’nun temel görüş ve hedefleri açıklıkla görülür. Hiç şüphesiz ki bunlardan önde gelen bir inancı milletimizin “Muasır Medeniyet” seviyesini gerçekleştirmesi bir diğeri de, TBMM bahçesindeki heykelinde yer almış olan “Cumhuriyet Kültür Demektir.”vecizesidir. Bu ifadeler “Atatürk Milliyetçiliği” deyimini isabetli bir manaya kavuşturmaktadır.
Anayasamızın 2. Maddesi için bizim yaptığımız ikinci değişiklik “laiklik” kelimesi, terimi yerine “dünyevî” teriminin kullanılmış olmasıdır. Bu değişikliğin asıl sebebi bu terimin hem uygulamada ve hem de bazı sosyal ve siyasî gruplar tarafından çok olumsuz, militanca ve millet bütünlüğünü bölücü tarzda anlaşılıp, sonu gelmeyen tartışma ve gerginliklere yol açmış olması ve toplum huzuruna zarar verici bu görüş ve davranışların halen devam etmesidir.
Aziz meslektaşım, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin değerli Anayasa Profesörü, TBMM Anayasa Komisyonunun âlim Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu, Anayasa Hukuku alanın temel kaynaklardan başta gelen eserinde 2. Maddedeki laiklik kavramı için şu açıklamayı yapmaktadır: (Sayfa 56)
“... Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik ise her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi ibadetini yapabilmesi ve dinî inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabii kılınmaması manasına gelir.”
Değerli meslektaşımızın bu görüşüne katılıyoruz ve bu yorumun doğru olduğunu teyit ediyoruz. Fakat konunun, paralarda olduğu gibi, bir diğer yüzü de vardır. Soyut kavramlar ilmî, hukukî, içtimaî terimler toplumda yaygın biçimde kullanılıp anlaşıldığı şekilde mana kazanırlar. Lâiklik terimi, ülkemizde uygulama bulduğu hallerde öncelikle kamu otoritesini kullananların din alanına keyfi ve baskıcı bir şekilde müdahale etmesi şeklinde görülüp anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Sayın Kuzu’nun hürriyetçi ve insan haklarına dayalı hürriyetçi ve dürüst akademik anlayışı ülkemizde, bazı kısa süren dönemler hariç, bir özlem olmuştur.
Hürriyetçi Batı Bloğuna dâhil olmak için 1946 yılında başlatılan Demokrasiye geçiş karar ve uygulamalarından kısa bir süre sonra Türk Ceza Kanunu’na meşhur 163. Madde eklenerek dinî yaşam, fikirler ve dindarlar üzerine ağır, ezici, cezaevlerine ülkesini ve milletini seven pek çok sayıda vatandaşı sevk edici bir anormal uygulama başlatılmıştır. Sözde “Laikliği Koruma” adına sürdürülen cezalandırmalardan çok sayıda fikir adamı, din hizmetlileri, dinine, inancına hizmet etmek isteyenler, sade Türk vatandaşları, yazarlar, gazeteciler mahkûm edilmişler ve mağdur olmuşlardır.
Bu baskıcı, millî bütünlüğümüzü bölücü, fikir, din ve vicdan hürriyetlerine tamamen aykırı menfi uygulama rahmetli, Türkiye’nin şansı, değerli devlet adamı aziz dostum ve Devlet Plânlama Teşkilâtı’nda âmirim Turgut Özal’ın Başbakanlığına kadar devam etti. Ancak onun aydın görüşlüğü ve kararlılığı sayesinde 141, 142 ile birlikte 163. Madde yürürlükten kaldırıldı.
Burada baskıcı, militan laikçi, müdahaleci davranışları benimseyip, inananları, fikir sahibi olanları ağır şekilde cezalandırıcı uygulamaları yürütenlerin diğer inananlarımızı mağdur edip ve yıldırmakta olduğunu bizzat yaşadığımız bir örnekle açıklamak isterim.
Rahmetli Cumhurbaşkanımız Turgut Özal, 163, 141 ve 142. Maddeleri kaldırmak için yoğun çaba gösterdiği ve hatta çile çekmek derecesinde yorulduğu günlerin birinde benimle ve değerli kardeşim Ali Coşkun’la konuşurken, bizlere: “Özellikle 163. Maddenin Ceza Kanunu’ndan çıkarılması çabalarımda bizzat kendi kabinemdeki bazı Bakan arkadaşlarımdan dahi direnme görüyorum. Sizden bunları ziyaret edip görüşme yapmanızı rica ederim. Ne dersiniz?” diye sordu. Her ikimizde rahmetliye “tabiatıyla, hem onlara gider bu önemli girişimin gereğini anlatır, iknaya çalışırız” dedik ve söz konusu Bakanlarımızı ziyarete başladık.
Çetinoğlu: Ne gibi durumlarla karşılaştınız?
Yalçıntaş: Önemli Bakanlıklardan birinin başında bulunan bir dostumuzu ziyaret edip diğer maddelerle birlikte 163. Maddenin kaldırılması gerektiğini kendisine, izah ettiğimizde bana endişeli bir tavır ve ses tonuyla: “Peki Hocam o zaman ortalığı sarıklılar, cüppeliler ve deli dervişler sarmaz mı?” diye sormuştu. “Ben ve Sayın Ali Coşkun böyle bir şey olmayacağını, halkımızın anlayış ve medenî seviyesinin yüksek olduğunu ayrıca komünizme kapılmış olanlarında Türkiye’de o zamanki Sovyet Rusya rejiminin meddahlığını yapamayacağını” anlatıp, neticede kanun değişikliği yapılması hususunda ikna ettik.
 Yasaklayıcı maddeler kaldırıldığında sonuç, rahmetli Turgut ağabeyinin ve onun gibi düşünenlerin haklı olduğunu gösterdi.
Çetinoğlu: Türkiye’mizde İslam’a mesafeli duranlar bulunduğu gibi, bu gibi kişilerin evhamlarını tahrik eden kişiler de yok değil. Bu durumu demokrasinin, düşünce hürriyetinin tabîi sonucu olarak kabul edebilir miyiz?
Yalçıntaş: Dinimiz İslâmiyet konusunda böyle endişeli tavırlar dışında asıl üzerinde durulması gerekli olan husus ise Türkiye’mizde İslamî hemen her olumlu hareket ve gelişmeye karşı çıkan, cephe alan, ellerine geçen hemen her fırsatta dinî öğretim, yaşayış ve hürriyetleri kısıtlamaya, zayıflatıp, etkisiz hale getirmeye uğraşan davranışları sürdüren grupların anlayış ve faaliyetleridir.
Bir kişi ve gruplar şüphesiz ki insan hakları ve hürriyetler temelindeki bir ‘laiklik’ anlayıştan uzak ve genelliklede İslâm dininin temel inanç ve öğretilerinden yabancılaşmışlardır. İslamiyet, camiler, ezan, Kur’an Kursları, İmam-Hatip Okulları, örtünme, din dersleri, Diyanet İşleri Başkanlığı, Din Hizmetleri görevlileri v.s gibi pek çok konuda bu kişi ve gruplar hemen reaksiyoner bir tutumla menfi görüş ve davranış sergileyip cephe almaktadırlar.
Çetinoğlu: Türkiye’de en çok istismar edilen kavramlardan biri laiklik…
Yalçıntaş: İslamî konularda karşıt, olumsuz ve genellikle bölücü tutumlar özellikle de Türkiye’mizin 1960 yılından sonraki “Darbeler Döneminde” ortaya çıkmıştır. Bütün darbelerde ve girişimlerinde Anayasada yer alan “Laiklik” kavramı “Laikliğin tehlikede olması” “Laikliğin korunması“ “Laikliğe Sadık Kalma” v.s benzeri sloganlar darbeleri meşrulaştırıcı ana motif olarak ileri sürülmüştür.
1982 Anayasasında yer alan bazı olumlu düzenlemeler dışında, diğer darbelerde ve özelliklede 28 Şubat müdahalesinde, dinî öğretim, yaşayış tarzı, çalışma ve istihdam edilme hakkı gibi en temel hak ve hürriyetler ağır bir biçimde, akıl ve insaf ölçülerini aşan derecede, ihlâl edilmiş on binlerce dindar vatandaş ve genç kızlarımız gibi toplum içinde en müşfik ihtimam ve teşvike lâyık evlatlarımız bu dönemde mağdur edilmişlerdir.
28 Şubat darbesinde ortaya yeniden çıkan zihniyet genelde Türk halkının manevî değerlerine karşıt bir görüş ve davranışı temsil etmektedir. Bütün bu cebredici zihniyet ve icraat yanlış, insan hakları ve demokratik prensiplere zıt bir “militan laiklik” anlayışına dayandırılmıştı.
Çetinoğlu: Bir de başörtüsü zulmü var…
Yalçıntaş: Bu totaliter ve militan lâiklik anlayışının acısını halkımız, yine bir darbe ertesinde gelen “Başörtüsü Yasağı”ndan çekmiştir ve halen de kısmen hafifletilmiş bir şekilde çekmektedir. Böyle bir yasağı salim bir akılla kabullenmek mümkün değildir. Başın, saçları göstermeyecek şekilde kapatılması kadınlar için dinî bir gerektir ve Türk toplumunda bu vecibe asırlardan beri sürdürülmüştür. En son resmî talep üzerine TC Diyanet İşleri Başkanlığı, bu İslamî gerekliliği teyit eden görüşünü, müdellel bir şekilde,  görevine tam müdrik ve vakur bir Başkan olan Sayın Tayyar Altıkulaç döneminde açık olarak vermiştir. O dönem Başbakanlık sorumluluğunu yürüten Sayın Bülent Ulusu bu Anayasal ve rahmetli Atatürk’ün mirası olan kuruluşun görüşüne karşı çıkan, kabullenmeyen bir davranış içine girmemiştir.
Fakat daha sonraki dönemde başörtüsü yasağı özellikle yüksek öğrenimini yapmak isteyen kız öğrencilerimize ve devlet müesseselerinde çalışmak isteyen hanımlara karşı bütün şiddeti ile tatbik edilmiştir. Lise tahsilini tamamlayıp, pek çok zorluklarla üniversite giriş sınavlarını kazanıp yüksek öğrenimi yapmaya hak kazanmış genç kızlarımız üniversite kapılarından içeriye sokulmamış, daha önce fakültelerde okuyanların sınıflarına devamı dolayısıyla tahsillerini tamamlayıp diploma almaları önlenmiş, sınavlara sokulmamışlardır. Bir defasında üniversitesini derece ile bitiren bir genç kızımızın diploma töreninde,  sahnede diplomasını alırken arkadan gelen bir hanım polis memuru bu genç kızın başörtüsünü, her kesin gözleri önünde zorla çekerek çıkarmıştır. Üniversitelerin önünde başörtülü öğrenciler gruplar halinde protestolar yapıp, ağlamışlardır. Kısaca bu “Laiklik Korumasında” devlet terörü estirilmiştir. Ayrıca Sovyet usulüne benzer “ikna odaları” tesis edilmiştir.