Bir saray ve hanedan tarihçisi olan Philip Mansel, Konstantiniyye Dünyanın Arzuladığı Şehir 1453-1924 adlı eserinde Osmanlı Devleti’nin Surre Alayı ve Selamlık törenlerindeki ihtişamı kısaca şöyle özetliyor.

İstanbul’un en büyük yıllık töreni olan, Hac Kervanı’nın, Recep’in 12. günü Mekke’ye doğru yola çıkışı Osmanlı Hanedanıyla (gücünün göstergesi ile) bağdaştırılırdı. Kervanın başında “Surre Emini” denilen özel bir memur bulunurdu. Sultan, Birinci Dünya Savaşı’na kadar her yıl, Kâbe’ye örtülmek üzere “mahmil” denilen altın işlemeli siyah bir örtü ve Mekke Emiri için dört kat altın işlemeli ipekle sarılı bir mektup ve altın işli kakım(sansargillerden bir hayvan) kürkünden dikilmiş bir cüppe gönderirdi. Hediyeler sarayda Haremağası tarafından Surre Emini’ne emanet edilirdi. Peygamber’in develeriyle aynı soydan geldiği söylenen, tepeden tırnağa donatılmış bir deve, “mahmili” saraydan çıkarırdı.

Bunu, Peygamber’in eyerinin aynısını taşıyan bir başka deve ve diğer hediyelerle yüklü yedi mukaddes katır izlerdi. Memurlar, muhafızlar, Arap rakkaslar, dervişler, tütsücüler, tef çalanlar ve şehirde yaşayan Müslümanlar'ın yarısı eşliğinde saraydan çıkan kortej, Beşiktaş'a kadar sokakları geçerdi ederdi. Hacılar yol boyunca kervana katılırdı. Mukaddes deve ertesi yıl saraya geri dönecek olmakla birlikte, Üsküdar’a geçen Hacılar burada sevgi gösterileri arasında, Mekke’ye giden uzun ve zorlu yol öncesinde yakınlarıyla vedalaşırdı.

Osmanlı Hanedanı’nın 1517 yılından sonra, gururunun ve halktan gördüğü saygının ana nedeni, Hakanların, silahlı korumalar ve bahşişle beslenen bedevi aşiretleri sayesinde Hicaz'a kadar Hacılara sağladığı oldukça masraflı korumaydı. İstanbul’da vakıflar da dâhil olmak üzere muhtelif kaynaklardan gelir toplayan bir hazine, bunları her yıl Hicaz'daki camilere ve fakirlere gönderirdi. 18. yüzyıla kadar hükümet gelirlerinin yüzde 10 ilâ 17’sini alan Hac faaliyetinin maliyeti, sarayın idare masraflarından daha fazlaydı.

1517 yılından sonra Kahire ve Mekke'den Peygamber’in emanetlerinin gelmesiyle, Sultan ve sarayı daha da kudsiyet kazandı. Emanet’ler arasında Peygamber’in hırkası, mühür ve kılıçları, bir dişi ve sakalının bazı telleri bulunuyordu. Siyah yünden örülü sancağı ise Şam'dan 1593 yılında geldi. Bu emanetler herhangi bir camide halkın ziyaretine açılmadan, Torino’nun Kutsal Kefeni gibi, hükümdarın sarayında hususi bir hanedan hazinesi olarak muhafaza edildi, öte yandan Peygamber’in sancağı, ileride görüleceği gibi, gerilimin çok tırmandığı zamanlarda İstanbul sokaklarından geçirilirdi. Emanetler için sarayın üçüncü avlusunda, Sultan’ın yatak odasına yakın bir yerde, ön yüzü Kahire’den getirtilen mermer panolara bakacak biçimde özel bir Hırka-i Şerif Dairesi inşa edilmişti. Burada gece gündüz aralıksız Kur’an okunurdu(13 Ocak 2020 hala okunmaktadır). Hırka-i Şerif, her yıl Ramazan ayının 15. günü bir kez Meclis-i Has’ın içoğlanları tarafından gülsuyuyla yıkanırdı. Bunun ardından imparatorluk ailesinin mensupları (erkekler ve kadınlar) ve hükümet erkânı, öncelik sırasına göre içeri alınırdı. Herkese içinde hırkanın yıkandığı su bulunan bir şişe ve Peygamber mührünü taşıyan bir kâğıt parçası verilirdi. Kâğıdı önce suyla iyice ıslatır ve ardından yutarlardı.

Sultan'ın daha sonraları “selamlık” olarak bilinegelen Cuma namazları onun hem dindarlığım, hem de şehirdeki gücünü sergilerdi. Batılı hükümdarlar kimi dini bayramların dışında sadece kendi maiyetlerinin ve halktan sınırlı sayıda kişinin görebileceği şekilde, saraylarındaki kiliselerde ibadet ederlerdi. İstanbul’da ise sultanlar her Cuma günü debdebe ve ihtişam içinde, genellikle Fatih ya da Süleymaniye olacak biçimde, kamuya açık bir camiye giderlerdi. Eski bir içoğlanı olan Luigi Bassano, Kanuni Sultan Süleyman'ın camiye gidişini şöyle anlatmıştır:

“Atlı alayının düzeni şöyledir: önde merasim asalarıyla otuz atlı “siyavuş” yürür ve asalarım savururken, “Ottea, ottea, ste chinachera gellar” diye bağırırlar. Bu, “İşte, geliyor Sultan” demektir. Bunların hemen arkasında, kuşaklarında kılıçları ve baltalan, sırtlarında namlusu beş karışı bulan tüfekleriyle belki iki bin Yeniçeri yer alır. Kılıçları, ok ve yayları ve eyerlerine asılı gürzleriyle bir o kadar daha sipahi ve Solak (Sultan’ın muhafızları)’da at üzerinde onları izler. Sessizce yürürler. Ayak ve nal seslerinden başka bir şey duyulmaz. Bunların ardından koşumları yakutlar, elmaslar, safirler, firuzeler ve devasa incilerle süslü on beş ya da yirmi at yedekte gelir. Kızıl bir kadifeyle kaplı olduğundan bunların eyerleri görünmez. Büyük Türk’ün yanında at üzerinde kimse bulunmaz, sadece her bir tarafında halkı uzak tutmak için mızrak mesafesinde dört hizmetkâr yürür. Paşalardan ya da diğer görevlilerden birini çağırmadığı sürece, yanına kimse yaklaşmaz, önünde daima üç içoğlanı yürür; bunlardan biri Sultan’ın ok ve yayını, diğeri kılıcını, üçüncüsü de caminin girişinde sürüneceği kokulu suyu taşır. Sultan camiye girdikten sonra kafesle çevrili ve yerden yaklaşık dört arşın yükseklikteki özel bölmesine geçer. Burada, oğullarından biri yanında değilse, tek başına namaz kılardı. Kendisini izleyen dört bin civarında kişi de arkasında yer alırdı. 

Bunu her Cuma halkını memnun etmek için, ya da bazılarının söylediği ve benim de inandığım gibi vazifesi olduğu için yapardı. Camide iki saat kadar kaldıktan sonra daima geldiği yoldan (genellikle Divan Yolu) geri döner; yüzünde müşfik bir ifadeyle halka bakarak Hıristiyan, Türk ya da Musevi, kadın ya da erkek ayırmaksızın herkesin selamını alır, kafasını küçük hareketlerle bazen sağa bazen sola eğerek izdihamdan memnuniyetini ifade ederdi. Sultanlar yakışıksız karşılandığı için başlıklarını çıkarmazlar (Batı’da ise tam tersi olurdu), sadece başlarını eğerek selam verirlerdi. Böylelikle Cuma günleri, yalancılar her ne kadar onun kendisini göstermediğini söylese de, Büyük Türk’ü görmek mümkün olurdu.”

Selamlık değişik biçimlerde 27 Şubat 1924 tarihine kadar devam etti. 1573 yılında Philippe du Fresne Canaye isimli bir Fransız diplomat, II. Selim'in etrafım saran sessizlikten özellikle etkilenmişti. Sultan’ın elinde sanki insanları taşa çevirecek bir güç var gibiydi. Böylesine büyük bir hükümdarın heybetine yakışır biçimde yavaş ve ağır adımlarla yürümesi için atı bir gece önceden yemsiz ve uykusuz bırakılırdı. İki yüz yıl sonra Thomas Watkins’in selamlık hakkındaki izlenimleri şöyledir:

“Gördüğüm en muhteşem ve ilginç alaydı. Zengin ve muhtelif kostümler, Arap atlarının güzelliği ve donanımları, yeniçerilerin ve bostancıların göz alıcı görünüşleri (giydikleri kızıl kumaştan yapılma müstesna başlıklar ayrıca muhteşemdi); kısacası manzaranın görkemi, çarpıcılığı, sessizliği ve vakarının derinden etkileyemeyeceği hiçbir yabancı yoktur.”