Bölgesel, küresel güç veya sıradan devlet kavramlarını kesin sınırlarla ayırmak mümkün değildir. Bununla beraber devletlerin gücü kapsamındaki maddi ve manevi unsurlar dikkate alınarak hüküm verilebilir. Bu unsurlar nispetinde bir devlet bölgesindeki politikalarda söz sahibi, diğer devletlerin uygulamaları üzerinde normal ilişkilerin ötesinde etkiye sahip ise bölgesel güç demektir. Aynı durum dünya çapında sözkonusu ise küresel güç demektir.
Bir dönem bölgesel, hatta küresel güç olan devlet daha sonra sıradan hale gelebilir. Sayın başbakanımızın Japonya’da basın toplantısındaki sözlerine gelince: “Türkiye’nin bölgesel ve küresel güç olmak gibi bir hedefi yok. Türkiye sadece üzerine düşen görevi yapmak suretiyle bir yere oturtuluyor.” Buradan anlaşıldığına göre Türkiye, bölgesel ve küresel bir güç olmadığı gibi böyle bir hedefi de yok.
Devletlerin jeopolitik önemi, ekonomisi, nüfusu, askeri gücü, doğal kaynakları ile halkının morali ve karakteristik özellikleri, bunun yanında iç siyaset ve diplomasi alanındaki varlığı uluslararası politikada bir güç veya zafiyet unsuru olarak karşımıza çıkar. Belirli bir nüfus ve ekonomik zenginliğe sahip olmayan bir devletin üstün güç olması mümkün değildir. Bununla beraber nüfusu çok kalabalık olan veya doğal kaynaklar yahut ekonomik bakımdan zengin bir devlet de mutlaka bölgesel veya küresel güç demek değildir. Diğer güç unsurlarını doğru bir politika ile değerlendiren ve iç siyaseti başarılı bir şekilde yöneten hükümet, bu bağlamda temel belirleyicidir.
Soğuk Savaş döneminin süper gücü (küresel, cihanşümul) SSCB’nin varisi durumundaki Rusya Federasyonu 1990’lı yıllarda sıradan bir devletin ötesinde dağılmayı bekler durumdaydı. Putin ile birlikte yeniden adım adım küresel güç özellikleriyle donandı. Günümüzde nükleer silahlara sahip olmak bu bakımdan önemlidir. Ancak 1990’larda da Rusya’nın nükleer silahları bulunmaktaydı. Öte yandan 1990’larda petrol fiyatlarının düşük olması 2000’lerde ise kat kat değerlenmesinin de Rusya açısından önemi büyüktür. Ancak burada asıl belirleyici olan Putin’in politikalarıdır. Bir yöneticinin kendi ülkesini küresel veya bölgesel bir güç olarak belirlemesi pek anlamlı değildir. Önemli olan bu güç özelliklerine gerçekten sahip olabilmek ve bu özelliklerini en uygun bir şekilde kullanabilmektir. Yani bir insan ben zenginim demekle zengin olamaz. Buna karşın her fırsatta zenginliğini dile getirene de şüpheyle bakılır. Öte yandan “zengin olmak istemem” sözü de tuhaf karşılanır. Halbuki zenginlik veya fakirlik normal bir durumdur.
Ülkemizin öncelikle “stratejik derinlik” olarak adlandırılan jeopolitik özellikleri buraya sahip olan devlete benzersiz güç sunmaktadır. Bundan dolayı yaklaşık iki milenyumluk dünya tarihinde 10 cihanşümul devletin yedisi Anadolu’yu mesken tutmuş olup bunlardan üçünün payitahtı Anadolu’dadır. Bu rakamlar tartışılabilir ancak büyük güçlere ev sahipliği yapmada Anadolu ile boy ölçüşen başka bir coğrafya yoktur. Bu gerçek bugün de geçerlidir. Buna karşın Balkan Savaşları ile I.Dünya Savaşı’nda Osmanlı bitirilmiş, yeni cumhuriyet “Edirne’den Kars’a” sınırlanırken jeopolitik zenginliğine demirperde çekilmiştir. 1980’lerde başlayan dışa açılma politikaları ve Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle tarihten ve coğrafyadan gelen zenginliğe ulaşmada yeni fırsatlar ortaya çıkmıştır.
Küreselleşme çağında sınırların anlamsızlaşması Türkiye için de geçerli olup, bu dönemde Anadolu’nun uyuyan zenginliği bölge ülkeleri ve halkları açısından büyük cazibe merkezi haline gelmiştir. Daha 1980’lerde Suriye ile sınırların yumuşaması ile kısa süre içinde bölge şehirleri arasındaki ilişkiler sinerji yumağına dönüşmüştür. Benzer ilişkiler diğer komşu ve yakın bölge ülkeleri için de geçerlidir. Bütün bunlara karşın Türkiye’nin bölge ülkelerine “model” veya ağabey olarak kendini pazarlaması pek coşkuyla karşılanmamıştır.  Özellikle bazı akademik çevrelerdeki bu ısrarın anlamı anlaşılır gibi değil. Öte yandan bölge politikalarında, hatta uluslararası arenada üstün bir güç olduğunun sık sık vurgulanmasının iç politik etkileri bir yana hedef ülkeler açısından soğuk etkisi olmuştur. Doğrusu maddi ve manevi gücü nispetinde diğer ülkeleri etkilemek, yönlendirmek, kendi aleyhine politikaları önlemek, kendi lehine politikaları teşvik etmek gibi eylemlerle üstün güç ortaya konabilir. Ancak “bu bölge bizden sorulur” tarzı beyanlar daha diplomasinin ilk adımında kaybetme sebebi olur.
Kendisini üstün güç olarak pazarlayan devlet, gerçekten güçlü olsa dahi bu söylemi sebebiyle güçsüzleşir. Günümüz diplomasisi, aynı zamanda dünya kamuoyunu hedef alan ilişkiler yumağını dikkate alarak “egemen eşitlik”, “eşit ilişkiler” benzeri söylemi daima ön planda tutar. Öte yandan bir devletin kendisini diğer devletlerden aşağı görmesi, bunu dünya kamuoyu nezdinde ikrar etmesi de ulusal moral ve devletin prestiji açısından kabul edilebilir bir durum değildir. Eğer muhataplar, sizi, baskıcı, emperyalist, saldırgan görüyorsa bunun cevabı ilişkilerdeki eşitliği ön plana çıkarmaktır. Ancak küresel ve bölgesel gücün gerisinde bir yere razı olduğunu deklare etmek Türkiye için kabul edilebilir değildir. Sorun bugün için Türkiye’nin gücünün ne olduğu değil, fakat liderin ülkesini zayıflar sınıfına layık görmesidir.
Diplomatik boyutu olan beyan, danışman ve bürokratik zeminlerde inceden inceye ölçülüp tartılarak deklare edilir. Ülkemiz, bazı komşu ve bölge ülkeleri ile ilişkiler dikkate alındığında yalnızlaşma sürecinde olsa da “bölgesel güç değiliz, böyle bir hedefimiz yok” şeklindeki tanımlamayı hak etmemektedir. Türkiye’nin “Stratejik Derinliği” bu ifadeyi yalanlamaktadır. Japonya’daki beyanatın, yeni bir devlet politikası değil de aceleyle veya kapsamı düşünülmeden başka bir maksatla sarfedilmiş söz olduğunu tahmin etmek isteriz.