Ülkemiz, küresel ve bölgesel olduğu kadar siyasal-toplumsal temelli büyük sorunlarla karşı karşıyadır. Cinayetler, çeteler, saldırılar yanında sosyo-ekonomik fayların hareketlenmesi, Türkiye’nin yavaş yavaş çölleşmesinin gündeme gelemesini engellemektedir. Orta yaş grubunun gördüğü hayat pınarları, dereler, göllerin büyük kısmı yok olmuş, kalanlar can çekişmektedir. Böyle bir felaket, vatan sathının işgali, limanların, fabrikaların düşman eline geçmesinden ağırdır. İşgal edilen yerlerin alınması mümkün olduğu halde kuruyan vatanı yeşertmek müşkildir. Vatanın çoraklaşmasına sebep olmak, seyirci kalmak bir anlamda işgal kuvvetlerine destek demektir.

“Göller, küresel ısınmanın sonucu kurumaktadır” safsatası, bölgede yaşananların cahili olmak, sorumluluktan kaçmak demektir. Veya kendi çıkarları için felakete göz yummak, vatanın çölleşmesini umursamamaktır. Daha 1990’larda Konya havzasında kuyuların yaygınlaşmasıyla civar illerde de bazı göllerin suyu çekilip az sayıda göl kururken 2024 itibariyle belirli ölçekte 240 gölümüzün 176’sı yok olmuş, kalanlar küçülmüştür.

Yeni kuyuların yasaklanması, mevcutlarının tedricen kapatılması uygulamasıyla kuruyan göller canlanmışken 2000’lerden itibaren yanlış tarım politikalarıyla kuyu açma yarışı başlamış, mevcutlar derinleştirilmiştir. 2000’lerde mevcut kuyular her yıl 3-5 metre derinleştirilirken günümüzde ilave derinlik her yıl 20 metreyi geçmiştir. Kuyu derinlikleri 200-300 metreye ulaşmış, suların kalitesi bozulmuş, kumlu ve tuzlu sular çıkmaya başlamıştır. Bazı yerlerde endüstriyel atıkların karıştığı yeraltı sularıyla zehirli tarımsal üretim başlamıştır. Yasal kuyular üçyüzbini geçerken kaçakların sayısı bilinmemektedir. Yasal veya kaçak olanların önemli bir kısmı kaçak elektrik kullanmaktadır. Usulsüzlük tespitinde caydırıcı olmayan cezalarla kaçaklar artarak sürmektedir.

Konya havzasının önemli bir kısmı hububat, susuz tarım ve hayvancılık için mer’a arazisi vasfına sahiptir. Daha önce buğday, nohut, mercimek yetişen veya küçükbaş/büyükbaş hayvanların yayıldığı otlaklar, meşelikler bölge iklimiyle ilgisiz başta mısır olmak üzere sulu tarım ürünlerine açıldı. Üreticiden alınan mısır yem fabrikalarına daha ucuza satıldı ki hayvancılık girdi fiyatları makul seviyede kalsın. Aynı dönemde Karadeniz’in mısır ekim alanlarına ekonomik olmayan HES’ler kuruldu. HES’lerden üretilen elektrik Konya havzası kuyularını açarak su çekmek için kullanılmaya başlandı. Muhtemelen uzman ekipler uzun müzakerelerden sonra en yanlış, en zararlı tarım politikası nasıl uygulanır sorusuna cevap aramış ve hem tarımı, hem hayvanclığı, hem çevreyi bitirecek yanlış politikalarda karar kılmıştır. Çünkü bu kadar terslikler, sıradan insanların yapabileceğinin çok üzerindedir.

Sorun sadece sondaj ve elektrik masrafını karşılayamaz hale gelen tarımsal üretim değil. Aynı süreçte binlerce köyün gölleri, dereleri kururken balıkçılık, hayvancılık, bu çervrelerdeki sulu tarım da ölmüştür. Köyler sadece belli yaşın üzerindekilere kalmıştır. Onlar da içme sularını, sütünü ve yumurtasını dahi kasabadan tedarik eder olmuş, bir nesil önceki bereketten, refahtan eser kalmamıştır.

Mısır üretimine bağlı fabrikalarla ilgili sektörler genişledikçe yanlış politikalardan dönüş zorlaşmıştır. Üstelik kuyu sondaj şirketleri yanında su motorları, sulama sistemleri üretimi, bakımı gibi birçok alanda devletin de teşvikiyle yeni sektörler gelişmiştir. Gittikçe büyüyen bu sahalar, vatan sathını tehdit eden kanser tümörleri haline gelmiştir.

Sayıları artan, derinleştirilen kuyular, yeraltı sularıyle beslenen gölleri kurutup ülkeyi çölleştirerek ülkenin kanını emerken arzın derinliklerinde boşalan su havzalarına çöküntüyle oluşan binlerce obruk tarlaları aşarak evlere, yollara kadar gelmiştir. Dünkü bakir meşeliklerde kuyular açarak kârlı tarım işletmeleri kuranlar, tarlasının ortasında dev obruklarla karşılaşmakta, yarın bu obrukların evlerini de yutabileceği korkusuyla yaşamaktadırlar. Geçimini kuyu suyundan tarımla sağlayanların, büyük işletmeler kurarak nice insanlar için de ekmek kapısı oluşturduklarını zannedelerin gelecek konusunda endişeleri derinleşmektedir. Kiminle konuştuysam “felaket derinleşmekte, kuyuların sınırlandırılması, kapatılması gerekmektedir; ben kuyumu kapatmaya hazırım, fakat herkes kapatmalı” demektedir.

1960 tarihli “Yeraltı Suları Hakkında Kanun” hâlen yürürlükte olup geçen süre içinde bazı değişiklikler yapılmış, bu kapsamda yönetmelikler çıkarılmıştır. Günümüz şartları dikkate alınarak TBMM’nin yeni bir düzenleme yapması şarttır. İzmir’den Konya’ya, hatta Anadolu’nun diğer bölgelerine cennetten parçalar benzeri göllerin kuruması haberleri, magazin değerinde kalmakta, halkın vekillerinin hemen hiç gündemine gelmemektedir. Yanlış politikaların ortaya çıkardığı habis urlar gibi yan sektörler de dikkate alınarak tedrici tedbirlerin âcilen uygulanması için gerekli düzenlemeler derhal yapılmalıdır. Bunu yaparken de eş, dost, yandaş, muhalif müdahelesinden uzak bir şekilde bölge, ülke ve bütün halkın menfaatlerinin gerektirdiği acı veya tatlı reçete ilgili herkese uygulanmalıdır.

Öncelikle yeni kuyu açılması ve mevcutların derinleştirilmesi yasaklanmalı, caydırıcı cezalar getirilmelidir. Kaçak kuyular kapatılırken mevcutlar yağış dönemleriyle uyumlu olarak tedrici surette doldurulmalıdır. Mesela 10 yıl içinde 20 metreden derin kuyu bırakılmamalıdır. Daha önce denendiği gibi tedbirler uygulandıkça kuruyan göller ve akarsular dirilecek, yüzeyde su tutabilen kuyulardan daha ucuza ürünler yetiştirilecektir. Elbette endüstriyel sulu tarım ürünlerinde düşüş yaşanacaktır. Fakat çölleşmenin önü kesildikçe daha verimli hububat ve hayvansal üretim gerçekleşecek, en önemlisi çölleşme önlenebilecektir. Zaten plansız politikalar yüzünden birçok sulu tarım ürünü tarlada çürürken hububat üretimi düşmekte, ithalata milyarlar harcanmaktadır.

Ülkemizin tarım ve hayvancılık merkezi durumundaki Konya havzasının kurtarılması yolunda birinci görev milletvekillerinindir. Sivil toplum kuruluşları, medya, akademik çevreler de soruna ilgi göstermeli, siyasete baskı yaparken, acı reçete konusunda toplumu hazırlamalıdır. Düşman sadece bomba, cinayet, terörle ülkeyi tahrip etmez. Harsı (ekini, tarımı) ve nesli (sağlık, inanç, itikat, ahlak, özgüven) de hedef alarak, mankurtlaşmış bir toplum oluşturmak ister. Her cepheden saldırarak ülkenin dilini, dinini, milli ve manevi mirasını tahrip etmeye çalışır. Bu gerçekler ışığında çölleşme sürecinin sorumluları kim olursa olsun ülkenin gerçek sahipleri elbirliği ile bu felaketi durdurmanın çaresine bakmalıdır.