BİRİNCİ BÖLÜM

Oğuz Çetinoğlu: ‘Kara mizah’ denilebilecek bir ifâde ile güyâ matematik kitabı Türkçe kitabına; ‘Ne kadar da çok problemlisin!’ demiş. Türkçemiz gerçekten problemli bir dil mi?  

Nebi Ceylan: Efendim, Türkçenin meseleleri sadece günümüze ait meseleler değil. Bizim gibi çok geniş bir coğrafyaya yayılmış, Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanına dağılmış bir milletin dili elbette ki bu uzun sürede pek çok problem yaşayacaktı. Yaşaması tabiiydi, yaşadı, yaşıyor ve korkarım ki bu macera epeyce devam edecek. Bizler bu macera içinde doğru yapmaya, doğru durmaya, doğru bakmaya çalışacağız ve çocuklarımızı da inşallah böyle bir bilinçle yetiştireceğiz.

Öncelikle şunları söylemeliyim: Bilirsiniz, her şey gibi, diller de değişir. Bu, tabiatın kaçınılmaz bir kanunudur. Gün gelir, kelimeler eskir hatta ölür ve ihtiyaçlar sebebiyle bazı kelimeler oluşur. Alınır, üretilir, türetilir, dile girer… Bizim dilimiz bu konuda çok şanslı bir yapıya sahip. Çünkü biz yeni kelimeler yapmak için türetmek gibi bir imkâna sahibiz, dilimizde türetme gibi bir yol var. Bu yetmezse, kelimeleri birleştiriyoruz, yeni kelimeler yapıyoruz. Bu da yetmezse, çok kolay bir yol var, hemen başvuruyoruz; başka bir milletin dilinden o kavramı karşılayacak bir karşılığı alıyoruz.

Çetinoğlu: Yabancı dillerden kelime alınmasını doğru bulmuyor musunuz?

Ceylan: İnanın kınamıyorum, bu da tabiidir. Tıpkı başka bir ailenin kızını alıp gelinimiz yapar gibi, ailemizin evladı yapar gibi… Başka bir dilin bir kelimesini alarak, birçok kelimesini alarak, zamanla dilimizin evladı, dilimizin varlığı hâline getiriyoruz. Artık o kelime bizim bir parçamız oluyor. Ama biz Türklerin şöyle bir alışkanlığı var: Biz aşırılığı çok seviyoruz, abartmayı çok seviyoruz maalesef. Her konuda böyleyiz ve hâlâ, ister buna yabancıların o çok sevdiğimiz moda kelimesiyle “empati” diyelim, isterseniz “birbirimizi anlama”; işte o konuda maalesef biraz geride duruyoruz. 

Birbirimize karşı Türkçenin meselelerini ele alırken ve düşüncelerimizi ortaya koyarken biraz acımasızız, biraz sertiz, sanki kavga ediyoruz. Böyle bir şey olmamalı; mesele sakince ve suhuletle ele alınmalı. Çünkü bu hepimizin meselesidir. Hatta sadece bugünümüzün değil, yarınımızın, istikbalimizin de meselesidir.

Çetinoğlu: Konunun uzağında olanların daha kolay anlayabilmesi için misallerle açıklar mısınız?

Ceylan: Efendim, biliyorsunuz, kelimeler türetiriz. Mesela bilmekten bilgi, bilgiden bilgin, bilginden bilgince gibi yeni kavramlar yaparız. Bu, dilimizin çok mükemmel bir kabiliyetidir. Âdeta kendi genetik yapısı içerisinde kendi genlerinden yeni evlatlar türetir gibidir. Birbirine benzeyen, anlamları da birbirinin benzeri, devamı olan yeni kelimeler üretiriz. Yıllardır, “dumansal tüttürgeç, gök konuksal avrat” -affedersiniz- “çok oturgaçlı götürgeç” gibi ifadelerin Türk Dil Kurumu tarafından türetildiği ve kullanılması için de dayatıldığı söylenir durur. Bu bir şehir efsanesidir, Türk Dil kurumunun çalışmalarını kötülemek, kurumu itibarsızlaştırmak amacıyla ortaya atılmıştır. Yok böyle kelimeler. Böyle kelimeler türetilmemiştir, yapılmamıştır. İstiklal Marşımız için kimin haddine mi düşmüş “ulusal düttürü” desin! Söz konusu bile olamaz. 

Çetinoğlu: Teşekkür ederim efendim. Yabancı dillerden kelime alınabileceğini buyurmuştunuz. Hangi şartlar altında? 

Ceylan: Efendim, savaş dönemlerinde pek çok yeni kelime girer milletlerin diline. Çünkü yeni buluşlar, yeni kavramlar oluşur. Özellikle din değişikliği gibi çok büyük sosyolojik değişmeler, bir milletin başka medeniyet dairelerinden birçok yeni kelimeyi almasını gerektirir. Mesela; gazeteyi, televizyonu, radyoyu, iskeleyi, vapuru, kaptanı… Batılılardan aldık. Almaya da mecburduk, bizim hayatımızda yoktu, karşılığını da türetemedik. Radyo bize adıyla birlikte geldi. Bu yüzden onu adıyla birlikte aldık. Daha sonra dilediğimiz kadar radyoya “ırases” diyelim, televizyona “ıragör” diyelim… Böyle yeni kelimeler türetelim. Bunlar kabul görmeyecekti ve görmedi. Çünkü artık kavramlar öyle yerleşmişti. Yeni yapılan veya dönüştürülen kelimelerden yanlış olanlar var. Mesela “neden” kelimesinin sebep anlamında kullanılması yanlıştır. Bu kelime, eylemlerin yapılış gerekçesini sormak için kullanılan bir soru zarfıdır; bir isim değildir. Yani “Bu işin nedeni nedir?” denilmez. Olmaz böyle şey. “Bu neden böyle olmuştur?” denilmelidir. Rahmetli hocalarımız Faruk Kadri Timurtaş, “Türkçemizin Karanlık Günleri” diye inleyen Necmettin Hacıeminoğlu bize bunları anlatıyorlardı. “İmtihanda sorulursa doğru cevap olarak yazarız, notumuzu alırız.” diye öğreniyorduk. Yani sadece not almak için öğreniyorduk. Ama şimdi bilinçle inanıyoruz ki bunlar yanlıştı. Yanlıştı, ama halkımız kabul etti ve kullanıyor. Ne yapalım? Biz de kabul ediyor ve bazılarımızın içine sinmese de “Bu işin nedeni nedir?” diyoruz.

Çetinoğlu: Yanlış olduğunu bile bile kullanacak mıyız? Kullanmak mecbûriyetinde miyiz?

Ceylan: Dil, onu miras alan ve kullanan milletin bütün fertlerinin malıdır. Bazı kişilerin bazı kelimeleri kullanmaması kendi tercihleridir fakat dilde kalıcılığı tayin eden, çoğunluğun tercihidir. 

Çetinoğlu: Türk dilbilgisi kaidelerine aykırı kelimeler türetmektense yabancı dilden kelime almak tercih edilebilir mi? 

Ceylan: Yabancı kelimeler almak o kadar da ürkütücü değil. Suriye’yle 900 kilometrelik sınırımız var. Oradan terörist de giriyor, mülteci de göçmen de turist de giriyor; lahmacun da çarşaf da giriyor. Elbette kelime de girecektir. Ne engelleyebiliriz ne de çok üzüleceğiz. Yalnız, o aşırılık tutumumuzdan dolayı bizi bekleyen tehlike şu: Millî bilincimiz köreliyor. Uzun süre yabancı kelimelerle yaşamak bizden çok şey eksiltiyor. Mesela, bakın (Bunu suçlama olarak değil aşırılık tutumumuza örnek olsun diye söylüyorum.) Müslümanlığı kabul edişimizden sonraki ilk ürünümüz muhteşem bir Türkçe eser: “Kutadgu Bilig”. Adı da özbeöz Türkçe… Fakat hemen onun sonrasındaki eserlerin adları: “Atebetü”l Hakayık”, “Dîvân-u Lugat-it Türk”… Arapça, Farsça kelimeler, tamlamalar kullanmayı hızla tırmandırdık. Neden? O tarihî süreci hepimiz biliriz: Biz, hayvan sürülerinin peşinde koşan göçebe bir toplumduk. Yerleşik medeniyete geçişimizle İslamiyet’i kabul edişimiz zaman olarak hemen hemen aynı yüzyılda gerçekleşmiştir. Hatta yerleşik medeniyet, bizde İslamiyet ile hız kazanmıştır. Mesela İstanbul’da Ayasofya yapıldığında biz henüz yazıyı kullanmıyorduk. Yeni din ve medeniyet dünyasında karşılaştığımız sayısız yeni kavramın dilimizde karşılığı yoktu ve biz biraz da mecbur kalarak o kavramları karşılayan Arapça, Farsça kelimeleri aldık. O büyük medeniyet dairesine girdikten sonra onun hâmisi olduk, o dünyanın sayısız kelimesini aldık, kullandık ve bugüne kadar geldik. 

Çetinoğlu: Günümüze gelirsek Efendim?

Ceylan: Şimdilerde bizim başımızın belası, Batı’dan gelen kelimeler furyasıdır. Kelime değil efendim sadece, cümle yapısı geliyor, telaffuz geliyor; giyim, kuşam, hatta bilinç geliyor. Bu çok büyük bir tehlikedir. Çünkü tamamen yabancı olduğumuz bir çerçeve. Bakın, düşünün, kulüp sözcüğü; Beşiktaş Jimnastik Kulübü, Fenerbahçe Spor Kulübü, kulüp, kulüp, kulüp. Tamam, kabul; bizde yoktu, aldık. Tıpkı bankacılık terimleri gibi… Bankacılık yoktu bizde; biz içinde bankacılık bulunan dünyaya girdiğimiz zaman banka, repo, döviz, faiz… pek çok yabancı kelime aldık. Hiç itirazım yok. Bu iş böyle oluyor. Tamam, kulüp kelimesini aldık; peki, şimdi neden “c” ile yazıyoruz, neden “klap” diye okuyoruz? Semtimizde güzel bir lokanta vardı: “Sun Club”Acaba “Güneş Lokantası” desek ne olurdu? Hayır, ille de “Sun Club” yazıp “san klap” diye okuyacağız! Haydi ‘Güneş Kulüp’ desek onu bile anlarım ama niye “Sun Club”? İşte bakın, dilde millî şuurun kaybı bu noktada başlıyor.

Çetinoğlu: Güneş Kulüp’ isimlendirmesi de Türk dilbilgisi kaidelerine aykırı değil mi? En doğrusu ‘Güneş Kulübü’ olsa gerek. Aynı hatâyı sokak isimlerinde de görüyoruz. ‘Karanfil Sokak’ deniliyor. Doğrusu ‘Karanfil Sokağı’ Cadde isimlerinde iş düzeliyor: ‘Kızılırmak Cadde’ denilmiyor, ‘Kızılırmak Caddesi’ deniliyor. Bir de ‘Kanal İstanbul’, ‘Borsa İstanbul’ isimlendirmeleri var. Bu husustaki görüşlerinizi lütfeder misiniz? 

Ceylan: Biraz ders anlatmak gibi olacak fakat açıklamalıyım: Türkçede, Karanfil Sokağı gibi belirtisiz isim tamlamalarının, Karanfil Sokak şeklinde yani sıfat tamlaması biçiminde söylenmesi gibi yaygın bir eğilim vardır. O söyleyişte karanfil, isim olduğu halde sıfat gibi kullanılmış olur ve anlam da bir parça değişir: Karanfil Sokağı “karanfili olan, içinde karanfil bulunan sokak” anlamına geldiği halde karanfil sokak “karanfil gibi, karanfile benzeyen sokak” anlamına gelir. Türkçede ‘aslan asker, kedi kaleci, tahta kapı, Gül Baba’… örneklerindeki isimlerin sıfat gibi kullanıldığı tamlamalar vardır. “Kadıköyü’nü Kadıköy, ‘Kumkapısı’nı Kumkapı yapmışızdır. Bu yüzden “Güneş Kulübü’nü “Güneş Kulüp” yaparsak yadırganmaz, Türkçede bu tutum zaten vardır. Bu yüzden “Onu bile anlarım.” dedim, örnekleri var çünkü. Kızılırmak Caddesi örneğindeki gibi bazı tamlamalarda tamlanan ekinin düşmemesi, kelimenin ses yapısıyla ilgili olmalı. İstanbul Kanalı, İstanbul Borsası yerine kullanılan “Kanal İstanbul”, “Borsa İstanbul” ifadelerine gelince… Yanlıştır. Yanlış… Bu hatalara düşülmemeli. Türkçesi “İstanbul Kanalı”, “İstanbul Borsası”dır. Benden söylemesi.

Çetinoğlu: ‘Hotel Hilton’ isimlendirmesi nasıl?  

Ceylan: Tıpkı “Borsa İstanbul” gibi yabancı bir kullanım! Ben buna itiraz ediyorum. “Hilton Oteli” isimlendirmesinde kelimeler yabancı olsa bile ifade biçimi Türkçedir.  “Hilton”, yabancı bir özel isimdir, “otel” de Türkçe değildir. Fakat “Hilton Oteli” Türkçe bir söyleyiştir. “Otel Hilton” denilirse o, Türkçeye aykırıdır. Öyle kullanıldığı zaman Türkçenin genetiğine müdahale ediliyor, Türkçenin genleri değiştiriliyor.

Ey benim sevdalısı olduğum Türk halkı; ‘special dürüm, light köfte’ senin neyine? Neyin nesi bunlar? Nedir o giydiğin tişörtün önündeki-arkasındaki iğrenç anlamlı İngilizce sözler? Efendim, benim bir berberim vardı; azalan saçlarımdan dolayı, benden aldığı ücreti artık azaltacağını zannediyordum. Yine bir gün gittim, bizim Berber Remzi, tabelasını değiştirmiş; “Hair Design Center” olmuş. Daha önce 20 lira alıyordu, Hair Design Center olunca 50 lira almaya başladı. Niye? Tabelası İngilizce!

Oysa benim gözümde o, her zaman Berber Remzi’dir.

Biz Batılılaşmadık; biz hızla Amerikalılaşıyoruz. Bu hiç de övünülecek bir şey değil. Biz Türk’üz. İster hoşlarına gitsin ister gitmesin, bundan gurur duyarım. Siyasî duruşum ne olursa olsun, dünyaya siyasî yelpazenin neresinden bakarsam bakayım, Türk’üm ve bundan büyük şeref duyarım. Nedense, Türk olmanın dışında bir etnik kökene ait olmak, oradan geliyor olmak birileri için çok büyük şeref kabul edilmeye başlandı. Maalesef. Oysa biz Türk olmamızı tabii bir olgu sayıyorduk. Hayır, şimdi ben de haykırıyorum; ben Türk’üm! Irkçılıktan nefret ediyorum. Bütün etnik kökenler ve bütün kültürler dünyanın gerçeğidir, hatta güzelliğidir, tümünü saygıyla karşılarım fakat iyi bilinmelidir ki kimse bizi kültürlerinin, dillerinin boyunduruğu altına alamaz, bağımsızlığımızdan asla vazgeçiremez, bizim bilincimizi aşamaz. 

Çetinoğlu: Teşekkür ederim Efendim! Bir de tabelalar meselesi var. Onlar da rahatsızlık verici…

Ceylan: Yazın memleketime gittim, Konya’ya. Türkçe kelime yazılı olan tek bir tabela görmediğim bir sokağa girmiş ve şaşırıp kalmıştım. Tabelaların hepsi Arap harfleriyle yazılıydı. Arap harfleriyle “bakkal” filan yazsa belki anlayacağım fakat benim hemşerim kendi adını bile Arap harfleriyle yazmış. Buna benzer bir biçimde, hemen bütün büyük şehirlerimizde, alfabemizin harflerini İngilizcedeki okunuşlarıyla yazma saçmalığıyla dolu tabelalara ne demeli? Peki, neyim ben, kimiz biz?

Çetinoğlu: Fotoğraflarını da çekmişsiniz…

Ceylan: Evet. Bakınız! “Börekçi”yi “Börekchi” yazmış. “Since 1992” yazmış. “1992”den beri” dese ne olur acaba? “Since nineteenninetytwo” diye mi okuyor? Hayır, “Since bin dokuz yüz doksan iki” diyor. Altı kaval, üstü şişhane!

Efendim, tabelasına “Nihgt Culüp” yazmış bilinç fukarası. “Night Clup” yazacak aklınca. “Yattığı ahır sekisi çığırdığı İstanbul türküsü” diyeceğim, kültürümüze saygısızlık olur diye vazgeçiyorum. ‘Gece Kulübü’ desen şanına noksan mı gelir be adam? 

Canınızı sıkmayayım; ama şuraya, üst üste yığılmış şu tabelalara bir bakın Allah aşkına, şu kirliliğe bir bakın. Çorba, alfabe çorbası, dil çorbası. Bunlar tarafımdan bir araya getirilip üst üste konulmadı. Görüntü aynen budur. ‘Eskidji’, ‘Bazaar’ filan. Diyeceksiniz ki Amerikalı anlasın, İngiliz anlasın, öyle mi?  “Chanta, Dilan Shoes, Kanatchi, Kids Store, Simitchi”… Bunların müşterileri hep mi İngilizce konuşan insanlar? “Kömürde Piliç Çevirme / Çikchen Translate” yazmış tabelasına. Üstelik “translate”in “tercüme” anlamına gelen “çevirme” karşılığında olduğunu bilmiyor. 

İşte Batılı böyle şahsiyetsizleştiriyor bizi. Hani “Nenen çarık giyerdi bunları unuttun mu?” diyen bir Karadeniz türkümüz vardır. Evet, bundan utanacak değiliz, nenemiz çarık giyerdi. Biz de simitçiyiz, ne var bunda?

Bir insan veya bir toplum kimliğinden bir şaşarsa şaşırmalarının ardı arkası kesilmez; o artık her şeyi şaşırır.

Ben Beşiktaşlıyım ve satış mağazamızın adının “Kartal Yuvası” olmasından dolayı hakikaten iftihar ediyorum, Türk Dil Kurumu da ödüllendirdi zaten. Darısı, kardeş kulüp mağazalarının adlarının başına. 

İnsan, kafasının içini kelimelerle aktarır efendim. İşte kelimelerimiz, işte bizim kafamızın içi. Lütfen şu alışveriş merkezlerinin adlarına bir bakar mısınız? Hemen hepsi İngilizce! Belki bazıları da Fransızca filandır ama ben onları hiç anlayamıyorum. Benim burada anlayabildiğim bir tek isim, “Ak Merkez”. Evet, merkez Türkçe değil fakat artık Türkçeleşti. Sakıp Sabancı, ruhu şad olsun, bu ismi koydu, center özentisine düşmedi, ‘Ak Merkez’ dedi. Ne güzel, değil mi? 

Devam edelim efendim, konut adlarına bir göz atalım. Kimseyi aşağılamak hele hele kimseye hakaret etmek asla aklımdan geçmez ama sitem etmek hakkımdır. Bakın, “Bahçeşehir” adına. Ne bahçe Türkçedir, ne de şehir ama biz o kelimeleri aldık, onlar “evimizin kızı” olan gelinlerimiz gibi dilimizin kelimeleri oldular. Artık “bahçe” de Türkçe, “şehir” de Türkçe. Ataşehir adı da öyle. Bir bakın Allah aşkına. “My Towerland”, “Green Garden City”, “Silver House”… Hele şurada bir konut veya site adı var, çok hoşuma gider benim. O konutta oturan yaşlı bir hanımefendi düşünün. Ona, “Hanımefendi, nerede oturuyorsunuz?” diye sorsak acaba şöyle mi cevap verecek? “Efendim, biz Our Office TwoThousand TwentyTwo’ da oturuyoruz.” Asla. Bal gibi, “Biz, Ovur Ofis İki Bin On İki’de oturuyoruz” diyecek. Alın size bir altı kaval üstü şişhane daha. Neyin nesi bu iş?

Çok iyi hatırlıyorum, seçim sonuçlarının açıklandığı bir akşam bir özel televizyonda yine bir genç sunucu hanımefendi, açılan sandık sayısı ve oyların partilere göre dağılımını anlatırken, inanın, şöyle demişti: “Ar Pi…” Kısaltılmışı RP olan Refah Partisinden bahsediyordu. Partilerin kısaltılmış adlarını Ce Aş Pe; Me, Ha, Pe diye okumuyor mu çoğu insan? Öğretmenlerimizin mesela 3H sınıfından söz ederken “3 aş veya 3 haş” demelerine de askerde kullandığım M1modeli tüfeğin “em bir” diye adlandırılmasına da güleyim mi ağlayayım mı bilememişimdir. Bizim sessiz harflerimiz kendisinden sonra e sesi getirilerek okunur: be, ce, de, fe… gibi.  BJK kısaltması “BeJeKa” değil “BeJeKe” biçiminde okunur. 

Önümde bir bilgisayar var ve her türlü harf var burada. Türk alfabesinde olmayan q da var, w da var. Ama bazı kurumlar veya insanlarımız Türkçe yazıları neden İngilizce karakterli alfabeyle yazıyorlar? Özenti, aşağılık duygusu, millî bilinç eksikliği filan diyerek onları aşağılamak asla aklımdan geçmediği için bunun sebebini gerçekten anlayamıyorum. Burada örneğini veremeyeceğim, ima dahi edemeyeceğim kadar bazı çirkin kelimeler oluşuyor, İngiliz alfabesiyle yazdığımız zaman. 

(DEVAM EDECEK)