“…..Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı kitabının başında (Avrupalıların hayranlığından) bunlardan bazılarını zikreder. Türkiye'de milliyetçilik şuurunun uyanmasında Avrupalıların bu nevi değerlendirme ve araştırmalarının büyük rolü olmuştur. Batı medeniyet ve kültürü karşısında aşağılık duygusu hisseden Tanzimat sonrası Türk aydınları, Avrupalıların bu nevi yazılarını okuduktan sonra kendi milletlerinin dehasına inanmışlardır.
Ziya Gökalp'in bu tespiti mühim olduğu için, söylediklerini buraya alıyoruz: "Türkçülüğün memleketimizde zuhurundan evvel, Avrupa'da Türklüğe dair iki hareket vücuda geldi. Bunlardan birincisi Fransızca Turquerie denilen Türkperestlik’dir.
Türkiye'de yapılan ipekli ve yün dokumalar, halılar, kilimler, çiniler, demirci ve marangoz işleri, mücellitlerin, tezhipçilerin yaptıkları teclitler (kitaba cilt yaptırma) ve tezhipler, mangallar, şamdanlar ilh... gibi Türk sanatının eserleri çoktan Avrupa'daki nefâisperestlerin (nefis şeyleri seven) dikkatini celbetmişti. Bunlar Türkler’in eseri olan bu güzel eşyayı binlerce liralar sarfederek toplar ve evlerinde bir Türk salonu yahut Türk odası vücuda getirirlerdi. Bazıları da bunları başka milletlere ait bedialarla (oluşumlarla) beraber, bibloları arasında teşhir ederlerdi.
Avrupalı ressamların Türk hayatına dair yaptıkları tablolarla, şairlerin ve feylesofların Türk ahlâkını tavsif yolunda yazdıkları kitaplar da Turquerie dahiline girerdi. Lamartine'in, Auguste Comte'un, Pierre Lafayetten'in, Ali Paşa'nın kâtibi bulunan Mismer'in, Pierre Loti'nin, Farrere'in Türkler hakkındaki dostane yazıları bu kabildendir. Avrupa'daki bu hareket, tamamıyla Türkiye'deki Türkler’in bediî sanatlarda ve ahlâktaki yüksekliklerinin bir tecellisinden ibarettir.
Avrupa'da zuhur eden ikinci harekete de Türkiyat (Türkoloji) namı verilir. Rusya'da, Almanya'da, Macaristan'da, Danimarka'da, Fransa'da, İngiltere'de birçok ilim adamları eski Türklere, Hunlara ve Moğollara dair tarihî ve atikiyatî(arkeolojik) taharriler (araştırma) yapmağa başladılar. Türklerin pek eski bir millet olduğunu, gayet geniş bir sahada yayılmış bulunduğunu ve muhtelif zamanlarda cihangirane devletler ve yüksek medeniyetler vücuda getirdiğini meydana koydular. Olay bu son ki araştırmaların mevzuu, Türkiye Türkleri değil, kadim şark Türkleriydi. Fakat birinci hareket gibi, bu ikinci hareket de memleketimizdeki bazı mütefekkirlerin ruhuna tesirsiz kalmıyordu. Bilhassa, Fransız müverrihlerinden Deguignes'nin Türklere, Hunlara ve Moğollara dair yazmış olduğu büyük tarihle İngiliz âlimlerinden Sir Davids Lomley'in Sultan Selim-i Sâlis'e (III.Selim) ithaf ettiği Kitab-ı İlmü'n-Nâfi ismindeki umumî Türk sarfı, mütefekkirlerimizin ruhunda büyük tesirler yaptı."
Şairin:
“O mâhiler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler.” Dediği gibi, milletler de umumiyetle kendilerinin vücuda getirdikleri kültür eserlerinin değerini pek fark etmezler. Bunun sebebi, yarattıkları eserlerin onlara çok tabiî gelmesidir. Bir Türk için halıdan, kilimden, yoğurttan, şiş kebaptan, Süleymaniye camiinden, Yunus'tan, Mevlevî ayininden, Erzurum barlarından, Köroğlu'ndan, Kerem ile Aslı'dan, misafirperverlikten, iyilikten daha tabiî ne olabilir? Bir balık için deniz ne ise, bir Türk için de asırlar boyunca içinde yaşadığı kültür odur.
Fakat Türk kültür ve medeniyetiyle ve Türklerle ilk defa karşılaşan yabancılar için bunlar yeni ve orijinaldir. Bundan dolayı bir Türk'ün kendi milleti ve kültürü hakkında canlı fikirler edinmesi için onlara adeta yabancı gözüyle bakması lâzımdır. Dış ülkelere gidenler, kendi memleketlerinin suyuna, toprağına, havasına karşı derin bir özlem duyarlar. Böyle duygular bize bizi keskin bir ışık altında gösterir.
Bir kültürün içinde yaşamak başka, onun üzerinde düşünmek başka bir şeydir. "Millî" adı üstünde bir "şuur" yani "farkına varış," yeni deyimle "bilinç" demektir.
Türkler, kendilerine has kültür değerlerini bilmedikleri, onlar üzerinde kafa yormadıkları, onların millî varlık bakımından taşıdıkları değeri ölçmedikleri için, pek çok şey kaybetmişlerdir. Bir millet, kendisini hiçe sayarak yabancıların manevî kölesi olursa, er geç maddî kölesi de olur. Hikmetin esası, ferdin ve milletin kendi kendisini bilmesidir. "Millî şuur" kendi milletinin varlığını tanımak ve bilmek demektir.
Fakat bu yeterli değildir. Biz bugün değişen dünya ortasında, kanunda denildiği gibi, "kendimize has özellikleri kaybetmeden," çağa uygun, yeni, ileri, güzel bir kültür ve medeniyet vücuda getirmek zorundayız. Milliyetçilik asla bir "narsisizm" (ayna karşısına geçerek kendisine hayran olmak) değildir. O, bir "benlik şuuru," "kendisine güvenme duygusu," "yeni şeyler yaratma iştiyakı ve iradesidir. Bu şuur, duygu, iştiyak ve iradeyi bize; milletimizin tarih boyunca yarattığı eserler verir. Süleymaniye'yi yaratan bir milletin çocukları, bugün Türk şehirlerini çirkinleştiren beton yığınlarına tahammül etmemeli, aynı teknik ve malzeme ile çağın en güzel mimarî eserlerini vücuda getirebilmelidir. Bu, sadece başkalarını taklit etmekle değil, kendi kendisini bilmekle olur.
Öğretmenlere düşen vazife, kanunun 2. maddesinde söylenildiği gibi "Türk Milleti’nin bütün fertlerini, Türk Milleti’nin kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren yurttaşlar olarak yetiştirmek “
Son söz: Türk kültürünü yaşatmak milleti yaşatmaktır "