Vefatının 3. Yıldönümü vesilesiyle TUĞRUL ve ALP TÜRKKAN kardeşlerle, babaları REHA OĞUZ TÜRKKAN’ı konuştuk.

1-TUĞRUL TÜRKKAN

Oğuz Çetinoğlu: Reha Oğuz Türkkan nasıl bir baba idi?
Tuğrul Türkkan: Çocuklarına mesafeli olmayan bir babaydı. Aramızdaki 59 yaş farkını hiç hissettirmeyen bir enerjisi vardı. Yönlendirme yapardı, ama gelecekle ilgili kararlarımızda bizi serbest bırakırdı.
Çetinoğlu: Babanız, çok yönlü bilgi ve mahâretlerini hangi maksat ve hedefe ulaşmak için seferber etmişti?  
Tuğrul Türkkan: Belki de en büyük eseri kendisiydi. Muhtemelen O’nu yakından tanıyanlar da bu sözümü tasdik edeceklerdir. Zekâsı, enerjisi, çok yönlülüğü, hayata bakış şekli… Merhum Altan Deliorman’ın da dediği gibi, “ikinci bir Reha Oğuz Türkkan yok”. Kendine has bir insandı.    
Çetinoğlu: Yanılmıyorsam, ‘Anlayarak Hızlı Okuma’ metodunu Türkiye’ye ilk getiren, Merhum babanız Reha Oğuz Türkkan oldu. Konu hakkında neler söylemek istersiniz?  
Tuğrul Türkkan: Babamın yolundan devam ediyoruz. 2004’ten beri otuz bin kişiye eğitim vermişiz. Türkiye’nin genelinde eğitimin ne kadar önemli olduğu aşikâr. Bu noktada maalesef okuma ve öğrenme seviyelerinde dünyada gerilerdeyiz. Haliyle Hızlı Okuma konusunun Türkiye için çok önemli bir konu olduğunu düşünüyorum.
Çetinoğlu: Türkkan Hoca, 50’ye yakın kitap yazıp yayınladı. Çok yönlü bir insandı. En dikkate değer çalışması hangi alanda idi?
Tuğrul Türkkan: Türk Milliyetçiliği ve temelleri üzerine yazdıkları. Kitapları arasında bence gerek dil, gerek anlam bakımından en kuvvetlisi bence ‘Tabutluktan Gurbete’ isimli eseridir.
Çetinoğlu: Görüş, düşünce, fikir ve ideallerinin sizde devam etmesi konusundaki davranışları nasıldı?
Tuğrul Türkkan: Bazı düşüncelerinde sanırım gençlik yıllarındaki kadar sivri değildi, ama genel olarak fikir ve ideallerine sadık kaldı.
Çetinoğlu: Babanızın hangi özelliklerinin sizde devam ettiğini düşünüyorsunuz?
Tuğrul Türkkan: Çok farklı alanlarla ilgilenmekten zevk alan yapısı sanırım bende de var. Bunun dışında olaylara pratik bakış açısı, sabit fikirli olmaması, eleştiri kaldırabilmesi özelliklerini de taşıyorum..
Çetinoğlu: Sizinle yaptığı konuşmalarda açık veya kapalı olarak verdiği mesajlar nelerdi?
Tuğrul Türkkan: Dediğim gibi, çocuklarını aşırı yönlendiren, onlar üzerinde baskı kuran bir insan değildi. Bunun yanında, küçüklüğümüzden beri Türk olmaktan gurur duyan birer evlat olarak yetiştirdi bizi. Çoğu ilgisi ister istemez bizde de etkili oldu. Çevrecilik, fütüroloji, tarih, psikoloji ilk aklıma gelenler…
Çetinoğlu: Birçok etkili-yetkili kişinin babanıza; ‘Ben sizin eserlerinizi okuyarak yetiştim, fikriyatımın, düşünce yapımın mimarı sizsiniz!’ Dediği biliniyor. Bu kişilerden beklentileriniz nelerdir? Buradan onlara mesajınızı iletir misiniz?
Tuğrul Türkkan: Bize miras bıraktığı vakfına destek olmaları.
Çetinoğlu: Hayalinizde, düşüncelerinizde babanızla irtibatlandığınız oluyor mu? Duygularınızı anlatır  mısınız?
Tuğrul Türkkan: Onun oğlu olarak, zaman zaman durup, hayatımda şu ana kadar ne yaptım, ne başardım, diye sorduğumuz pek tabi ki oluyor.
Çetinoğlu: (Yanlış hatırlamıyorsam, bana; birlikte yazdığınızı söylemişti) ‘Gökşin’ isimli roman, filme alınmaya uygun bir eser. İlgili çevrelerin dikkatine sunmayı düşündünüz mü?
Tuğrul Türkkan: Bu hatırlatma için teşekkür ederim. Şu anda eski eserlerini toparlama gayretindeyiz. Anılarının ikinci cildini ve Sümerlerle ilgili bir kitabını yayıma hazırladık. Bu konuya da eğilmek gerek.
Çetinoğlu: Reha Oğuz Türkkan’ın oğlu olmak sizde ne tür duygular oluşturuyor?
Tuğrul Türkkan: Açıkçası bu düşündüğüm bir şey değil. Babam Türkiye’nin fikir hayatında önemli bir insan olabilir; ama evde onu sadece babamız olarak görüyorduk. Haliyle duygusal karşılığı da çok sevdiğimiz babamıza duyduğumuz hisler.

TUĞRUL TÜRKKAN:
Ortaöğrenimini Kulesi Askeri Lisesi ve Kadıköy Anadolu Lisesi’nde, yüksek öğrenimini Boğaziçi Üniversitesi ekonomi bölümünde tamamladı. 2003’te ALGE Eğitim Danışmanlık’I kurdu. Halen bu firmanın yönetici olarak kişisel gelişim, kurumsal gelişim alanlarında eğitim ve danışmanlık çalışmaları yapmakta. Etkin Hızlı Okuma ve Etkin Hafıza Teknikleri kitaplarını yazdı. 2011’de ilk romanı Rosa Verde yayımlandı. Çeşitli dergi ve kitaplarda yayımlanmış öykü, deneme, şiir çevirisi ve makaleleri bulunmaktadır.  

2-ALP TÜRKKAN

Oğuz Çetinoğlu: Ağabeyinize sordum. Size de sorayım: Reha Oğuz Türkkan nasıl bir baba idi?
Alp Türkkan: İlgisini esirgemeyen ve son derece yönlendirici bir babaydı. Hiç bir sıkıntımızda bizi yalnız bırakmadı ve hep çözüm bulmaya çalıştı. Bize mentorluk yapar ve kendimizi geliştirmemize hep ön ayak olurdu.
Çetinoğlu: Babanızın hangi özelliklerinin sizde de olmasını arzu ederdiniz?
Alp Türkkan: Entellektüelliğini ve lider karekterini
Çetinoğlu: Babanız sizi, belli bir istikamete yönlendirme gayretinde olur muydu? Neler mesela?
Alp Türkkan: İlgi alanları konusunda bana ve ağabeyime çocukluğumuzdan beri hikâye tadında tarih, genel kültür ve Türkçülük üzerine konuşurdu. Biz de dinlerken içimize işlemesini huzur ve keyifle izin verirdik.
Çetinoğlu: İmkânınız olsa, babanız için neler yapmak isterdiniz?
Alp Türkkan: Onun adına bir kütüphane açmak isterdim.
Çetinoğlu: Babanızı en çok hangi yönü ile hatırlıyorsunuz?
Alp Türkkan: Okur yazarlığını… Sürekli boynunda ipli bir kalem ve not defteri. Hayatım boyunca babamı hep ya yazarken ya da okurkenki hali hafızamda yer edindi.
Çetinoğlu: Reha Oğuz Türkkan, babanız değil de, yakın çevrenizde çok sık gördüğünüz bir kişi olsaydı, hangi yönü ile severdiniz?
Alp Türkkan: Gene okur yazarlığı derdim. Çünkü çocukluğumuzdan beri babam hep yazar ve okurdu. Bu bizim için sıradan bir durum gibi gözükse de yaş ilerledikçe çevremdeki arkadaşlarımın babalarına baktığımda ne kadar basit kaldıklarını görüyordum. Gerek kitap okuma alışkanlıklarıyla ilgili gerekse de olayları yaklaşım tarzlarıyla ilgili hep bir fark vardı. Bu yüzden yorum farkı sebebiyle babam eğer babam değil de herhangi birisi olup tanışacağım biri olsaydı gene okuryazarlığı olurdu.  
Çetinoğlu: Babanız için, imkân ve yetki sâhibi devlet adamları tarafından neler yapılmasını istersiniz?
Alp Türkkan: Hatırlamalarını. Babam bütün gücünü inandığı değerler üzerine yapılandırdı. Tüm girişimleri karşılıksızdı. Daha çok hatırlanması ve hatırlatılması gereken biriydi.
Çetinoğlu: Babanız size; ‘Dile benden ne dilersen…’ Deseydi, ne isterdiniz?
Alp Türkkan: Dallanıp budaklanan sohbetlerimizi tekrar yapabilmeyi. Biz ne zaman babamla baş başa konuşmaya başlasak konuşacağımız konular o kadar çok olup dallanıp budaklanırdı ki hep sonunda yeni bir şeyler öğrenmiş olurdum. Gerçi bir yerden sonra daha yeni bir şey artık çıkmaz olmuştu.
Çetinoğlu: Bu röportajın sizde oluşturduğu duygu ve düşünceler nelerdir?
Babamın değeri paha biçilemezdi. Bana O’nu tekrar hatırlattı.
Çetinoğlu: Röportaj yaptığım herkese sorduğum klasik soru: Sorularıma verdiğiniz cevaplar dışında söylemek istedikleriniz neler var?
Alp Türkkan: Babam sadece bir eş bir aile babası veya bir ideolog değildi. Onun aynı zamanda çevreye, doğaya ve hayvanlara karşı bir tutkusu vardı. Atlarla, köpeklerle ve niceleriyle hatıralarla çok dolu doluydu. Sadece bir fikir adamı değildi ve aynı zamanda birden çok olaya da dahil olabilen bir şahıstı kendisi.
ALP TUNGA TÜRKKAN:
1983’te İstanbul’da doğdu. Alp doğduğunda Reha Oğuz Türkkan 63 yaşındaydı. Ortaöğrenimini İSTEK Semiha Şakir lisesinde tamamladı. New York State University of Albany’de Ekonomi/İşletme eğitimi gördü. ABD’de bir süre finans alanında çalıştıktan sonra Türkiye’ye döndü. Halen uluslararası bir firmada satış yöneticisi olarak çalışmakta.  

Reha Oğuz Türkkan’dan bir makale:


TÜRKÇÜLÜK TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNDEN FARKLI MI?


1940'larda ‘Türkçülük’ dediğimiz ideolojinin ‘Türk Milliyetçiliği’nden ne farkı vardı?
Temel fikir aynıydı: Türk'ü sevmek, ‘Türküm’ demekten mutlu olmak, Türklüğü sade Türkiye sınırları içinde hapsetmemek ve 200.000.000’a yaklaşan Türk Dünyasını ‘kardeşler topluluğu’ diye bilmek, Türklüğe, vatanına faydalı olmak, Türk geleneklerini hor görmemek, Türk’e zarar verenleri hoş görmemek.
Bunlara inanan Türk milliyetçisi, sade inançla yetinmez, bunu da dâva edinirse işte ona ‘Türkçü’ diyorduk. Türkçülüğü siyaset ve particilik alanına götürenlere ise ‘ülkücü’ dendi. Veya kendileri bu sıfatı beğendi. Ama Türkçülük, Türk Milliyetçiliği gibi, hiçbir partinin tekelinde kalmadı.
‘Turancılık’ tabiri ise karışıklık doğuran bir etikettir. 19. yüzyıla, bizlerle ırk veya dil akrabalığı olan Macarlar tarafından ortaya atıldı. Ural-Altay dil grubundan olan millet ve kavimlerin beraberliği anlamında. Yürümedi. 1900'lerin başlarında Ziya Gökalp ve arkadaşları ‘Turancılığı’, sadece Türkçe konuşan kavimler için kullandılar ve uzak bir ideal şeklinde gördüler.
‘Vatan Türklere ne Türkiye'dir ne Türkistan, / Vatan büyük bir ülkedir, Turan’ demişti Gökalp. Ama bunun doktrinini şiirden çıkarıp eser haline getirince; adına ‘Türkçülük’ dedi. ‘Türkçülüğün Esasları’ kitabımda (daha sonraları bütün Türklerin tek devlet olmasını hayal edenlere ben ‘Turancı’, yakın ortaklık isteyenlere (ben dahil) ‘Türkçü’ dedim.)
Türkçülük sade ‘Turan’ ve ‘Dış Türk Kardeşlerimizle ilişki ve ilgi’ ilkesinden ibaret değildi. Türkün tarihine, soyuna, diline, kültürüne sevgi dolu bir bakış ve ekonomiye kadar uzanan bir vazife duygusudur da. Nitekim Bozkurt dergisinde ‘Köylü Efendimizdir Yalanı’ başlıklı yazım yüzünden bir yıl kadar yargılanmıştım. Ama Türkiye dışındaki Türklerle ilgili yazılarım yüzümden dergilerimiz daha da çok kapatıldı ve daha çok eziyet çektik.
Evet, Türkçülüğün İnönü rejimine en sivri gelen yanı, Sovyetlerde ve komşularımızın hepsinde ‘etnik topluluk’ olarak yaşayan kardeşlerimizle ilgi ve ilişki ilkemizdi.
Bugün Dış İşleri Bakanlığında bu işe görevli TİKA bölümü var. Sovyetler dağıldıktan sonra bağımsızlığına kavuşan 5 Türk Cumhuriyetinin ve KKTC'nin başkanlarıyla Türkiye devletinin başları zirve toplantıları yaptılar, o kardeş ülkelerden binlerce öğrenci getirilip okullarımızda eğitildi. Bir eski Cumhurbaşkanımız da, her zamanki güzel slogan üreticiliği ile, ‘Adriyatik’ten Çin Şeddi’ne kadar Türk Dünyası’ deyimini sarf etmedi mi?
Ama bunlar 1940'larda suç sayılan sözler ve davranışlardı. Dergilerimizin sık sık kapatılmasına, kitaplarımızın da toplatılmasına rağmen, biz ‘oradaki Türk kardeşlerimiz unutulmamalıdır’ diyerek mücadelemizi sürdürüyorduk.
Bu idealimize İnönü gibi düşman olmayan, fakat olmayacak hayal gibi görenler vardı. Hele 1920'lerde Türkiye bile tehlikeye girince ve sınırımızın ötesindeki soydaşlarımız sömürge durumuna düşünce milliyetçi aydınların bir kısmı ‘Anadolucu’ olmuştu. Atatürk'le ihtiyatlı bir şekilde de olsa, Türkçü görüş tekrar canlanmış, vefatıyla da İnönü barajına takılmıştı.
Sade dile, geo-politiğe, kültüre bağlayıp etnik-antropolojik özelliklerimizi yanlış veya yokmuş gibi tutturmak gerçeğe aykırı olur. Tıpkı dil veya kültürümüzün kimliğimize damgasını hiçe sayıp ırk özelliklerimize sarılmak gibi yanlıştır.
Bir ara ırkçılar, millî kimliği oluşturan tek özelliğin kan bağı (yani kafatası, kan grubu, boy ortalaması, cilt rengi, göz ve saç rengi gibi genler) olduğunu savunurlardı.
Buna gelen tepki, bu özellikleri toptan reddetmek şeklinde oldu. ‘İnsan soyu binlerce yıldır birbiriyle evlendi, karıştı, mozaik oldu; bu ölçümlerle milletleri ve tarihi kalıntıları ayırt etmek çıkmaza götürür’ tezi yaygınlaştı, tutundu.
Oysa bu da yanlıştır.
Evet, insan grupları (milletler, cemaatler, halklar) yüzde yüz saf kalmamıştır (Eskimoların, pigmelerin dışında). Irklar arası karışmalar olmuştur. Ama bu karışma % 50'den fazla olmuşsa ya yeni bir ırk tipi doğmuştur, veya neyin nesi belli olmayacak kadar karışıklıklar belirmiştir.
Eğer karışma o dereceye varmamışsa, o milletin tarihi özellikleri hala göze çarpar. Almanların çoğu Kongolulara benzemez, İtalyanlara da, Türklere de. Çinliler İngilizlere, Araplar Ruslara benzemez v.b.
Bir milletin ırk kimliği ele alındığında, tek şahıslar değil, o milletin çoğunluğunda var olan özellikler esas alınır: Mesela Türklerin % 70 kadarının kafatası yuvarlak, teni buğday beyazı, saçı siyah veya kumral, göz rengi kahverengi-yeşil, boyu erkeklerde 1.69-1.70, göz çekikliği çok hafif (% 65-70 kadar)dır.
Göz çekikliği hiç olmayan Türklerin kafatası, boyu, cilt rengi v.s. çoğunluğunki gibidir. Yani bir iki özellik değişmişse, o ferdin diğer özelliklerinin çoğu çoğunluğunki gibidir.
Milletlerin psikolojik yapıları da (tıpkı fertlerinki gibi) doğuştan gelen özellikleri, artı, bunlara etki yapan kültür ve sosyal yapı ile meydana gelir. Meselâ, gene ‘Türk’ dediğimiz insanların çoğu savaşçı, kıpırdak, yaratıcı, zeki-fakat derin düşünme eğilimli değil, hoşgörülü, fakat aralarında tam anlaşamayan, bölünüveren cinstendirler. Bu psikolojik özellikler de hem doğuştan (yani genetik), hem de coğrafi ve kültür etkileriyle oluşmuştur.
Demek ki ,’Türkü Türk yapan’ özellikler hem ‘Kan’dan, hem de ‘Çevre’den oluşmuştur.
Türk’ü böyle tam bir bakış açısıyla tanımamız şarttır, gerçektir. Türk'e tarih boyunca böyle bakmalıyız.
(ARAYAN ADAM İkinci Cilt, Sayfa: 313, 314, 315, 316, 317, 318)