KARAÇAY-MALKAR TÜRKLERİ 

STALİN TARAFINDAN TOPYEKÛN SÜRGÜNE GÖNDERİLDİ.

Sürgün yerleri: Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan başta olmak üzere Türkistan coğrafyasıdır. Gerekçe olarak Almanlar ile işbirliği yaptıkları bahânesi gösterildi. Sürgüne gönderilen Karaçay Türklerinin sayısı 63.323 kişi idi. Bunların 32.929’u çocuk, 18.993’ü kadın, 11.401’i erkek idi. Yolculuk çok ağır şartlarla ve 13 gün sürdü. 14 yıl boyunca çalışma kamplarında karın tokluğuna çalıştırıldılar. Sürgündeki Karaçay Türkleri, Stalin’in ölümünden sonra 1957 yılında Krusçev’in kararıyla yurtlarına dönebildiler. Dönüşten sonra da vatan haini muamelesi görmüşler, birçok temel haklarının kullanılmasına izin verilmemiştir. Karaçay Türkleri, SSCB târihinde sürgüne gönderilen ilk halktır. Daha sonra 23 Şubat 1944’te Çeçen-İnguşlar, 8 Mart 1944 târihinde Balkar Türkleri, 18 Mayıs 1944 târihinde ise Kırım Türkleri top yekûn sürgüne gönderildiler. 

KARAÇAY TÜRKLERİ

Kafkas Dağları’nın kuzeyinde unutulup gitmiş bir Türk topluluğu yaşar. Nüfusları az olduğundan, kimse tarafından umursanmazlar. Hatta, Türk dünyasının bile ilgisini çekmezler. Asırlar öncesinin Kafkas Dağlarında,  oraya buraya serpiştirilmiş küçük hanlıklar, beylikler vardır. Bunlardan biri de Karaçay Hanlığı’dır.

Târihinin tozlu yaprakları arasında dolaşarak, Karaçayların hangi çağlarda sahneye çıktığını tesbit edebilmek son derece zor. Çünkü o zamanlara ait yazılı kaynaklar son derece az. Ancak dilden dile dolaşarak dedelerden torunlara ulasan atasözleri, şarkılar, şiirler, masal ve hikâyeler, bize önemli sayılabilecek ipuçları veriyor.

Zaman zaman Karaçay illerine uğrayan târih araştırmacıları, yaşlı insanlarla konuşarak bir Karaçay târihi yazmaya gayret etmişler. Ne var ki doğru dürüst bir eser ortaya koyamamışlar. En ciddî çalışmalar, çeşitli ülkelerden târihçi, arkeolog ve Türkologların katılımıyla 1980 yılında Paris´de düzenlenen bir konferansla gerçeklemiş.  Bu konferansta, Kafkas milletlerinin târihiyle ilgili olarak o zamana kadar elde edilen bilgiler bir araya getirilmiş ve değerlendirilmiştir.

ALANLAR`IN TORUNLARI MI?

Prof. Laypanov ve Tuziyef`in yazdıkları Kafkas Milletlerinin Târihi  adlı kitaba göre, Ural Dağları ile Volga Nehri arasında  M.Ö. 3. ve 4.  asırların Türk boylarına ait kalıntılar bulunmuştur. Bu bölgede oturanlar, zamanla otlakların azalması ve nüfusunun artmasından dolayı başka yerlere göç etmeye başlamışlardır. 1. ve 2.  yüzyılda, İskitlerle Alanlar Kuzey Kafkasya`ya gelmiş, Alan hükümdarlığı kurulmuştur. Ancak târihçi Herodot`un ifadesiyle, 375 yılında Altaylar’dan kopan Hunlar ve Sarmatlar, bu devleti yıkmışlardır. Harbi kaybeden Alanların bir kısmı Avrupa`ya göçerek Macaristan Hanlığı’nı,  bir kısmı da İspanya`ya ve oradan Afrika`ya göçerek Fas, Tunus ve Cezayir hükümdarlıklarını kurmuşlardır. Laypanov ve Tuziyef, yerlerinde kalmayı tercih eden Alanların, Hunlar`la anlaşarak Kafkas Dağları eteklerine yerleştiklerini önce sürmekte ve “Bugünün Karaçay, Balkar ve Osetin milletleri iste bu Kafkasya`da kalan Alanların torunlarıdır.” demektedirler.

DİĞER TEORİLER

Kimi târihçiler, Karaçayların aslen Kırımlı olduğunu ileri sürerken, kimileri  de Hazar Türkleri ile akrabalıklarını ortaya atarlar. Bu arada, her iki teoriyi reddeden ve Karaçayların Kıpçak Türklerinin kalıntıları olduğunu söyleyenler vardır. 

Karaçay-Balkarlar, Moğol sürüleri Kafkasya`ya gelene  kadar yüzyıllarca birlikte yaşadılar. Girdikleri her yeri dağıtan Moğolların zulmünden ve şerrinden kaçarak, daha sonra Elbruz Dağları’nın iki ayrı yakasına yerleştiler. 1711 yılında Karaçay bölgesini ziyâret eden Henri de La Motrais, burada yaşayan insanları;  “Tatar dili konuşan, külde ekmek pişiren, at eti yiyen ve ayran içen bir millet…” olarak târif etmektedir.

Öten yandan, 1829 yılında Elbruz Dağları’na sefere giden Rus Generali Emanuel’in yanında getirdiği ünlü Macar seyyah Janos Karoi Besse de, Karaçay târihi hakkında önemli bilgiler vermektedir. Besse, “Karaçay-Balkar milleti ile Macarlar arasında büyük ırkî benzerlikler bulunduğunu…” vurgulamaktadır.

TEK KAYNAK

Karaçay-Balkar Türkleri, Türk dünyasının öksüzleri. Târihleri hakkında her kafadan ayrı bir ses çıkıyor. Ama binlerce yıldır Kafkaslarda yankılanan şarkılar, türküler, şiirler var. Nesilden nesle aktarılan masallar, hikâyeler vardır. Kahramanlık destanları atasözleri var. Bunlar, o öksüzlerin târihine, kültürüne ışık tutan tek kaynak.

KARAÇAY DESTANI                                                                                                                                                              

Kar, tipi ve boran dolu bir gece, Bey`in bir oğlu oldu, toy eterce. Karda doğan o çocuğa. Karca oğlan adını  koydular.

Bu isim, "kar gibi" anlamına geliyordu. Karca Bey, babasının kontrolünde, topluma örnek olacak bir kişi, bir lider olarak yetişmekteydi. Ama ne yazık ki acı günler gelip çatmış, Moğol sürüleri bütün Kafkasya`yı talan etmeye başlamıştı.

Kara Moğol orduları geliyor, sığmaz ovalara, koşuyorlar, saldırıyorlar domuzlar gibi sağa sola. Doğudan esen bir uğursuzluk fırtınası gibidir Moğol sürüleri. Halk, bu fırtına önünden kaçmaktadır bölük bölük. Karca oğlanın bey babası güneşin doğduğu yöne dikmiş gözlerini. Halkına buyruk vermiş: "Haydi göcelim bu diyardan" Tan yeri ağarmadan kalktılar yataklarından gözlerinde yaş. Terk ettiler eski yurdu yürekleri sızlayarak.  Önlerinde koyun sürüleri, yılkıları, Yol yürümekten takatsiz düştü kadınları, çocukları. Ne zorluklar, ne sıkıntılar çektiler o bitmez tükenmez yolculukta. Çok zayiat vermişlerdi, bitmiş tükenmişlerdi, Gün gelip de Kırım  eline vardıklarında. Bey dedi ki: "Artık burada durak verelim."  

BİTMEYEN GÖÇ SİLSİLESİ 

Haftalarca, belki aylarca süren çileli yolculuk noktalanmış, Moğolların zulmünden kaçan Karaçaylar, Kırım’da yerleşmeye, yasamaya karar vermişlerdi. Kendilerine evler,  ağıllar yaptılar. Ne var ki, burada da aradıkları huzuru bulamadılar. Onlar dağlardan gelmişti, yine yüksek dağların karlı tepelerine yollanmalıydılar:

"Derken, bir gün bilge kişiler toplandı. Karar verdiler: Yine yol göründü bize.”

 O güzelim evler, büyük ağıllar geride bırakıldı. Beyleri başlarında, dağların göründüğü yerlere doğru göçe başladılar. Ne kadar sürdü bu yolculuk, kimse bilmez. Sonunda ulaştılar hayallerini süsleyen Kafkas dağlarına. Karca oğlan büyümüş, Karca Bey olmuştu. Onunla birlikte Tram, Navruz ve Adurhay adlı üç yiğit de Karaçay’ın beyleri idi. “Burada ömür boyu rahat yaşarız.” diyorlardı. Fakat, ovalardan gelen Kabartaylar, rahat bırakmadı onları. Karaçayların sayıları azdı, güçleri yetmezdi Kabartaylar`a karşı koymaya. Onlara köle olarak yaşamak da yakışmazdı kendilerine.

Karar verdiler: Yine göç kalkacak. Karaçay halkı için daha emin bir yer bulunacak.

Çâresiz, halk yine düştü yollara. Ulaştı yolları Kafkaslar`da Arhiz denilen bir ovaya. "İşte simdi bulduk! Burada gelişir büyük bir millet oluruz.” Dediler. Hemen yeniden evler yapmaya, ağıllar kurmaya başladılar. Lâkin, yine geldi Kabartay beylerinden dört elçi. "Beylerimizin emridir, vereceksiniz bütün mallarınızı. Esir olarak götüreceğiz çocuklarınızı.”   Dediler.

Karca Bey öfkelendi.  Beylerini topladı, danıştı. Sonra, "Çâre yok, gideceğiz.”  Dedi. "Fakat bir gün güçlenecek ve bize bu sıkıntıları verenlerden hesap soracağız." Ve bir gün yine göç kalktı Karaçay obasından. Lâkin, öyle bir yere kondular  ki, veba hastalığı kol gezmekte. Nice binler bu hastalıktan ölür. Kalanlar, kendilerine emin bir yer bulmak için yine yollara düştüler. 

MİNGİ TAV  VATANIMIZ                                                                                                                                              

Derken, uzaktan Elbruz Dağları gözükür. Karaçayları büyüler.  Burası,  Mingi Tav adını verdikleri Elbruz Dağları’dır. Yalçın kayaklıklar, karlı zirveler, geyikleri ve bin bir çeşit hayvanı ile dağların eteklerinde halı gibi serilen zümrüt ovalar…

Karca Bey, beylerle toplantı yaptı. Halk bıkmış, usanmıştı göç kaldırmaktan. Oy birliği  ile karar çıktı:  “Karaçay halkı, artık hiçbir yere göç etmeyecek,  Mingi Tav etrafında yerleşecek.” Yerleştiler. Herkes istediği yere evlerini yaptı, yurt tuttular. Bir zaman mutlu yaşadılar. Tasa yok, düşman korkusu yok, Hastalık yok buralarda.  Derken, Kabartay beylerinden Kaziybek, çıktı geldi ordusuyla. Talan etti ortalığı, yaktı yıktı Karaçay’ı. Gençleri esir aldı. Mallarının hepsini önüne kattı gitti.

Karca Bey`de artık sabır kalmamıştı. Dağları aşarak ulaştı Gürcü beylerine. Anlattı başlarından geceni. Asker ve silah yardımı istedi. Dedi ki: "Gün bugün..... Yardım edin bize..." Gürcü beyleri yardım etmeye karar verdi Karca Bey`e. Bir zaman sonra Karca Bey, güçlenen ordusuyla Kabartay’a gitti,   Kaziybek`in ordusunu büyük bir yenilgiye  uğrattı.  Karaçay`dan aldıkları bütün malları ve esirleri geri aldı. Sonra Kaziybek ile oturup bir anlaşma yaptı:  Bir daha birbirleriyle savaşmamaya, Ömür boyu dost geçinmeye  söz verdiler. 

MUSTAFA CEMİL KIRIMOĞLU DİYOR Kİ: 

Türkiye bizim için Kırım’dan daha önemlidir. Kırım’ı kaybedebiliriz fakat Türkiye var olduça Kırım’ı yeniden kazanabiliriz. 

Resulullah (sav) Efendimiz Bedir Savaşı’nda ellerini açmış ve şöyle yalvarmıştı:

İlâhî! Şâyet şu bir avuç insan yok olursa, yeryüzünde Müslüman olarak sana ibâdet eden kimse kalmayacak.’

Allah’ım, biz de şimdi öyle yakarıyoruz: 

Ya İlâhî! Şâyet Türkiye’mize bir şey olursa, yeryüzünde zâlimlere dur diyecek hiç kimse kalmayacak. Müslümanların son ümidi olan Türkiye’mize sen yardım eyle Ya Rabb’im! 

                                 

 TÜRK'ÜN ADI SİLİNİR Mİ?

Orhun’daki yazıtlardan,
Türk'ün adı silinir mi,
Bozkırdaki anıtlardan,
Türk'ün adı silinir mi?

Taç Mahal’in kapısından,
Buhara'nın tapusundan,
Kervansaray çatısından,
Türk'ün adı silinir mi?

Malabadi köprüsünden,
Kızıl elma ülküsünden,
Şarkısından türküsünden,
Türk'ün adı silinir mi?

Ahlat’taki mezarlardan,
Şehir şehir pazarlardan,
Yar bakışlı nazarlardan,
Türk'ün adı silinir mi?

Ertuğrul'un türbesinden,
Sultanahmet kubbesinden,
Çadırından perdesinden,
Türk'ün adı silinir mi?

İstanbul’un surlarından,
Uludağ'ın karlarından,
Horonları barlarından,
Türk'ün adı silinir mi?

Şâirlerin dillerinden,
Evliyânın hallerinden,
Lâlesinden güllerinden,
Türk'ün adı silinir mi?

Ekmeğinden çöreğinden,
Öksüz yetim yüreğinden,
Bükülmeyen bileğinden,
Türk’ün adı silinir mi?

Malazgirtten Sakarya'dan,
Mohaç Tuna Viyana'dan,
Büyük kıyâmet kopmadan,
Türk'ün adı silinir mi?

                                          27.10.2018 MUSAOĞLU

1 Kasım 1958 târihinde ebedî âleme intikal eden 

YAHYA KEMAL BEYATLI’dan bir makale:

Lisan bahsi açıldıkça, ‘Hâlâ mı o bahis?’ diyerek bezginlik gösterenler; bana, acınmaya lâyık, gözlerini gaflet bürümüş, en zavallı kayıtsızlar gibi görünüyorlar. Vatan bahsi açıldığı bir yerde hâlâ mı o bahis; diyecek bir Türk, menfur bir kayıtsızlık göstermiş sayılır. Bu telâkki, lisan bahsine olan kayıtsızlığa karşı da bu derece vâriddir.

Vatan fikri bizde dâima vardı; fakat Namık Kemal'in bu fikri kalbimizde yeni bir nefesle uyandırdığı günden beri daha uyanığız. O’nun vatan fikrini uyandırdığı gibi, bir diğer Türk şâiri çıkıp da lisan fikrinin kudsîliğini uyandırsaydı bize öğretseydi ki: Bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan, birbirimize bağlayan bu Türkçedir. Bu bağ öyle metin bir bağdır ki vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz hudutlar aşırı yine bizi birbirimize bağlı tutar.

Türkçenin çekilmediği yerler vatandır.

Ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar, vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçedir. Bu bağ milyonlarca Türk'ü birbirinden ayırmıyor; fakat dimağdan dimağa kalbden kalbe geçmiş bir teldir ki yarın Türk edebiyatının âteşin, feyyaz, ceyyid bir devresi açılırsa, millî ruhu bir elektrik seyyâlesi gibi bütün o dimağlar ve kalblerden geçirerek bu kitleyi yekpare bir halde ayağa kaldırır.

Heyhat bir kimse zuhur edip de lisan fikrini kafalarımızda kudsîleştiremedi. Türkçeyi sevmiyor değil seviyoruz. Fakat tıpkı, vatanı Nâmık Kemal'den evvel sevdiğimiz gibi. Bu kâfi değil. Lisan fikri bizim kafalarımızda henüz talî bahislerle yer tutmuş bir fikirdir. Zannediyoruz ki bu bahisle ancak lisan meraklıları, edipler, muallimler alâkadardırlar. Ah bu gaflet, gafletlerimizin en büyüğüdür.

KISACA YAHYA KEMAL BEYATLI’NIN HAYATI: 

Türk şiirinin güçlü ismi  Yahya Kemal Beyatlı, o dönemde Türk vatanı olan Üsküp’te 2 Aralık 1884 târihinde dünyaya geldi.  

Asıl adı Ahmet Agâh’tır. İlköğretimini Üsküp'te yaptı, Selanik'te başladığı ortaöğretimini 1902'de geldiği İstanbul'da Vefa Lisesinde tamamladı.  1903 yılında Paris'e giderek bir yıl bir kolejde Fransızcasını ilerlettikten sonra Siyasal Bilgiler Fakültesine girdi. Paris’te 9 yıl kaldı, Müslüman Türk kimliğini hiç kaybetmedi. 1912’de İstanbul’a dönerek edebiyat ve târih öğretmenliği yaptı. Türk Ocağı’ndaki konferans ve sohbetleri ile milliyetçi görüşlerini aydın çevrelere nakletti ve benimsetti.  Elli yıl süre ile hep halkın diliyle Türk’ün öz değerlerini ve hâlis zevkini dile getirdi, yazıya döktü. 

İşleri ve Pozisyonları: İstanbul'da 1915-1923 yılları arasında üniversite'de çeşitli dersler okuttu. 1923 yılında Urfa milletvekili oldu. 1926’da Varşova, 1929’da Madrid elçiliklerine tâyin edildi. 1935-1942 yıllarında Tekirdağ ve 1943-1946 yılları arasında İstanbul milletvekilliklerinde bulundu. Büyükelçi olarak 1948’de Pakistan'a gitti. Bir yıl sonra emekliye ayrılarak 1949 yılında yurda döndü.  

Şiirleri ve Kitapları: Klasik divan şiirimizi batı şiirindeki bütünlük anlayışıyla ele aldı. Avrupa dönüşü Yeni Mecmua isimli dergide 1918 yılında yayımladığı gazel ve şarkılarla tanındı.  Bu neo klâsik şiirler, onun çıkış noktasının Osmanlı târih ve şiiri olduğunu gösterdiği gibi, sonradan yeni şekiller ve sâde dille yazdıklarında da şâirin genel olarak Osmanlı medeniyet ve kültürüne bağlı kaldığı görülür. Onda târih, vatan, millet ve İstanbul sevgisi, hep bu açıdan işlenir. Duygu, düşünce ve hayâli ustalıkla kaynaştıran şâir pek çoğuna hikâye karakteri verdiği lirik-epik şiirlerinin konularını aşk, tabiat, deniz, ölüm ve sonsuzluktan alır. İç ahengi her şeyden üstün tutuşu, şiiri kabul edişi,  bâzı şiirleri dışında,  bütün şiirlerini, bu âhengin sağlanmasına daha elverişli gördüğü, aruzla yazmasına sebep oldu. Şiirlerini, makale ve hikâyelerini sağlığında kitaplarda toplamamış, eserleri dergilerde, dağınık kalmıştı. Ölümünden sonra dostları ve hayranları tarafından Yahya Kemal'i Sevenler Cemiyeti kurulduğu gibi, İstanbul Fetih Cemiyeti'ne bağlı bir de 1961 yılında Yahya Kemal Enstitüsü ve Müzesi açıldı.  Bu Enstitüsü'nün yayımlamaya başladığı Yahya Kemal Külliyatı'nda şâirin ilk üçü şiirlerini; diğerleri makale, deneme ve hâtırâlarını bir araya getiren, şu eserleri yayınlandı:

Kendi Gök Kubbemiz (1961), Eski Şiirin Rüzgârıyla (1962),  Rubâiler ve Hayyam Rubâilerini Türkçe Söyleyiş (1963), Aziz İstanbul (1964), Eğil Dağlar (1966), Siyâsî Hikâyeler (1968),  Siyâsî ve Edebî Portreler (1968), Edebiyata Dâir (1971),  Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hatırâlarım (1973), Târih Musahabeleri (1975),  Bitmemiş Şiirler (1976),  Mektuplar - Makaleler (1977). 

Yahya Kemal Beyatlı'nın bâzı şiirlerinin isimleri şöyledir:  Hayâl Şehir, Bir Başka Tepeden,  İstanbul'u Fetheden Yeniçeriye Gazel, Leyla,  Akıncılar,  Eylül Sonu, Özleyiş, Siste Söyleniş,   Süleymaniye'de Bayram Sabahı, Vuslat,  Sessiz Gemi,  Rindlerin Akşamı,  Deniz Türküsü,  Düşünce.

OĞUZ ÇETİNOĞLU