Bir ilmin, bin sanatın şerefi ehemmiyyeti onun mevzûunun şerefiyle gâyesinin ehemmiyyetiyle, kendisine olan ihtiyacın derecesiyle mütenasibtir. Tabâbet, fıkıh hukuk bu bakımdan her biri büyük kıymeti ve  ehemmiyyeti hâizdirler; tabâbetin gayesi pek mühim olan umûmî sıhhattir. Fıkıh ise, herkesin yaşadıkça muhtaç olduğu dînî, dünyevî meseleler ve ahkamdan müteşekkil bir ilimdir. Binâenaleyh, bu ilimlerin şerefleri ve ehemmiyyetleri âşikârdır.

İlm-i Tefsir’e gelince : Bu ilmin mevzûu, Kelâmü’llâh’tır; gâyesi, beşeriyetin ebedî saâdetidir; hükümleri istikametinde hareket ise bütün insanlar için dînî bir ihtiyaçtır. Artık bundan ulvî bir mevzu, bundan mühim bir gâye, bundan ziyade halkın muhtaç olduğu bir feyizler menbaı tasavvur olunabilir mi? Artık tefsir ilmi de, gerek mevzûndaki nihayetsiz şeref itibariyle ve gerekse kendisine olan umûmî bir ihtiyaç cihetiyle en büyük bir şerefe, bir ehemmiyyete mazhardır.

TEFSİR’LERE OLAN İHTİYAÇ :

Kur’ân-ı Kerim’in tefsirlerine büyük bir ihtiyaç vardır. Filhakîka Kur’ân-ı Kerim bir belâgat mucizesidir. Pek çok meseleleri, hükümleri açık ve ünsiyetli lafızlarla beyan buyurmaktadır. Fakat ilmî, edebî, ahlâkî hukûkî içtimâî hakîkatler ne kadar vazıh birer tarzda yazılmış olurlarsa olsunlar yine de bunları herkes güzelce anlayamaz, bu babda şerhlere, izahnâmelere ihtiyaç görülür. Bu cihetledir ki, en belîğ ediblerin, en muktedir müelliflerin eserleri hakkında pek çok şerhler, hâşiyeler yazılmıştır...

Bununla beraber herhangi bir mesele, pek çok meselelerle alakalı olabilir, Mütehassıs (uzman) olmayanlar bu alakayı göremezler. Bu meseleleri bir arada mülâhaza, mutamlaaya kadir olamazlar. Şârihler, müfessirler ise her meseleyi izah eder ve o mesele ile alakalı olan diğer meseleleri de meydana koyar. Artık bu hususta bilinmesi icap eden maddeler bir levha halinde göze çarpar, mutalâa sahipleri fazla araştırmalardan kurtulmuş olur; az zamanda çok bilgi elde edilir.

Bir de herkes lafızların, ibârelerin inceliklerini anlayamaz. Ve en ibret verici noktasına işâret olunan bir kıssanın, bir vakanın tafsilâtına vâkıf olamaz; müfessirler ise lâfızlara ait incelemeleri yaparlar, kelimelerin ve terkiblerin, hakîkî, mecâzî, kinevî manalarını, işâretlerini, delâletlerini gösterirler. Kıssalara, vakalara dâir kâfî derecede malûmât verirler. Artık bu sûretle Kur’ân-ı Kerim’in hakîkatları, bedîaları büyük bir vuzuh ile inkişaf etmiş olur...

Malûm olduğu üzere Ashab-ı Kirâm Kur’ân’ın mübarek nazmındaki meziyetleri iyi bilirdiler. Âyetleri bizzat fem-i saâdetden dinleyip işiterek nasıl okunacaklarını biliyorlardı. Kur’ân’ın terkiblerindeki mazmunları anlayabiliyorlardı. Buna rağmen kendilerine yine bazı mübhem cihetler kalıyordu. O halde ya Hazreti Peygamber’e veya Sahâbe’nin ileri gelenlerine müracaat ederek müşkillerini halle muvaffak oluyorlardı. Şu kadar ki, onların zamanlarında yazılı tefsirlere pek lüzum görülmeyebilirdi. Halbuki, dîn-i İslâm, yalnız bir zamana, yalnız Arap kavmine mahsus değil, bütün gelecek zamanlara, kavimlere de şâmil, umûmî bir dindir. Binâen-aleyh Kur’ân’ın manalarından her Müslüman kavmin bihakkın istifade etmesi bir vecibedir. Bu istifade ise ancak tefsirler vasıtasıyla kabil olabilir.

Şu da malûmdur ki, zamanın geçmesiyle Arap’ların selis, düzgün bozulmamış dil hususundaki selim melekelerin halel gelmiş lisanın meziyetlerine selefleri kadar nazarılarının infaz edemez olmuşlardır. Diğer kavimler ise bu melekeden zâten mahrum bulunuyorlardı. Bu cihetle Allah’ın Kitabının gerek nazmını ve gerek manasını şerh ve tasrih ederek bu hikmet kaynağından tevâli edecek, asırlarca bütün Müslümanların istifadelerini temine çalışmak icab etmez mi? Bu da mütehassıs (uzman) İslâm âlimlerinin uhdelerine düşen en yüksek bir vazifedir.. İşte bir Farz-ı Kifâye olan bu vazife, müfessirîn-i Kirâm tarafından ifa edilmiş oluyor...

Bir de itikada, amele, hilkat (yaradılış) eserlerine vesâir bazı hususlara dâir, Kur’ân-ı Kerim’in bazı beyânatı vardır ki, bunların hakkında değişik görüşler, düşünceler vücuda gelmiş anlayış selâmetinden mahrum olan bir takım kimseler için birer iştibah (şüpheler) noktası veya birer itiraz övesiylesi teşkil etmiştir.. Bu ihtilâf ve şüpheleri kaldırmak, bu itirazlara cevap vermek ise diyanet iktizasıdır. İşte bu itibarla da tefsirlere ihtiyaç görülmektedir.

Eğer herkes kendi anlayışına göre Kur’ân’a mana vermeye kalksa, Kur’ân’ın beyânatından hüküm çıkarmaya teşebbüs etse pek çok hakîkatler kaybolur, pek çok hatalar meydana gelir, pek çok ihtilâf yüz gösterir. Müslümanlar arasında her dâim matlûb olan vahdetten (birlikten) eser kalmaz. Binâenaleyh, Kur’ân-ı Kerim’in güzelce anlaşılması için salahiyet sahibi, yüksek bilgili zevâtın yazdıkları tefsirlere dâima zaruret vardır. Hasılı, Kur’ân-ı Kerim ehl-i iman için en mukaddes bir ahkam mecellesidir. En müessir nâfî bir nasihat ve hikmet mecmûasıdır. En mübeccel İlâhî bir kitaptır. Bu Kudsî Kitabın manaları vahye müsteanid olduğu gibi nazm-ı latîfi de bir vahiy muhassalasıdır. Manaları cihetiyle amel olunduğu gibi, mübarek nazmı ile de te’abbud olunur. (kulluk edilir, ibadet edilir.)

Bu Semâvî Kitab’ın, itikada, ibâdete, muamelâta, kısas ve iber’e (ibret verici vaka’lara), vadü va’îde (cennetle müjdeleme, cehennemden korkutma) ahiret umûruna ve diğerlerine müteallık âyetlerini güzelce anlayıp muktazasınca hareket lazımdır. Bu halde Kur’ân-ı Kerim’in ihtiva ettiği bu meseleleri, bu hakîkatleri tafsilatıyla keşf ve izah icabeder. Bu vecibeye mebnîdir ki: Taraf-ı İlâhî’den Resûl-i Ekrem Efendimize hitâben, “Apaçık mucizeler ve kitaplarla (gönderildiler) İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân-ı indirdik.” (Nahl 16/44) buyrulmuştur. Bunun içindir ki, Kur’ân-ı Kerim’in ilk müfessiri, Fahr-i  Âlem salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz bulunmuştur.

Artık bütün müminlerin rehberi, bütün dînî ilimlerin en feyyaz menbaı olan Kur’ân-ı Kerim için dînî ilimlerde ve sâirede mütebahhir olan (derin) İslâm âlimleri tarafından tefsirler yazılmasının lüzumunda  hiç bir şüpheye mahal yoktur, işte bu lüzuma mebnî olarak pek çok faydalı tefsir yazılmıştır. Daha sonraki bölümlerde bunlar görülecektir...

Kur’ân-ı Kerim’de bazı âyetler diğer bazı âyetleri tefsir eder. Bu manada Kur’ân-ı Kerim’in en büyük müfessiri, yine bizâtihî Kur’ân-ı Kerimdir. “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmran 3/102) Abdullah İbn-i Mesu’d radiya’llâhu anh, bu âyeti şöyle tefsir etmiştir. (O’na âsi olmayıp itaat etmek, nankör olmayıp şükretmek ve O’nu unutmamaksızın hep hatırda tutmak.”

“O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dost doğru ol! Aşırı da gitmeyin. Çünkü O, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir.” (Hûd 11/112)

(Ashâb-ı Kirâm’dan rivayet edildiğine göre Kur’ân’da Resûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem için bu âyetten daha şiddetli bir âyet inmemiştir.. Resulullah buyurmuştur ki, “Beni, Hûd Suresi kocattı” Çünkü o surede ona “Emrolunduğun gibi dost doğru ol! Denilmişti ve bu kolay bir iş değildi. Allahu Te’âlâ, yalnız ona değil, onunla birlikte müminlere de istikameti emretmektedir.)

“İşte onun için sen (tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dost doğru ol. Onların heveslerine uyma.” (Şûrâ 42/15)

“Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti din hususunda üzerinize hiç bir zorluk yüklemedi.” (Hac 22/78)

(Emrolunduğun gibi dost doğru ol... Allah’tan hakkıyla kork... Allah yolunda hakkıyla cihad et... Bunların ölçüsü nedir, istikamet emrolunduğu gibi nasıl temin edilecektir? Hakkıyla cihad, hakkıyla Allah’tan korkmak nasıl bir şeydir? İşte bütün bunların cevapları: “O halde gücünüz yettiğince Allah’a isyandan kaçının. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak harcayın, infak edin. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Teğâbün 64/16)

“Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar.” (Bakara 2/286)

Yukarıdaki mücmel âyetlerin tefsiri bu son meâllerini verdiğimiz iki âyettir...