Ebedî âleme doğuşunun Birinci Yıldönümünde TÜRK DÜNYASI ÂŞIĞI, TÜRK BİRLİĞİ MEFKÛRESİNİN MÜCÂHİDİ Prof. Dr. TURAN YAZGAN

OĞUZ ÇETİNOĞLU
O’nun üstün vasıfları ve adı ile özdeşleşmiş fikirleri başlıklara da makalelere de sığmaz. Gücü bedenine, düşünceleri ve zekâsı beynine sığmadığı gibi…
Turan Yazgan Hocamızın vasıflarının birkaçına sâhip olabilenler bile; günümüz toplumunda çok saygın insan olarak kabul görürler.  
O, mayası bizden olmakla birlikte, sanki başka türlü yoğrulmuş, kendini gerçekleştirmiş farklı ve üstün bir şahsiyet âbidesi idi.
Turan Yazgan, eşine ender rastlanabilen bir fikir adamı, mücâdeleden yılmayan bir mücâhit, en olumsuz ve ümitsiz şartlarda bile çıkış yolu bulabilen zekâ hazinesi, gönül dostu, iman gücü ile mücâdele azminin ideal karışımı olan bir alperen, yeri zor doldurulabilir müstesna ve katıksız bir Türk’tü.
Bu özellikleri sebebiyle sevildi ve görev yaptığı üniversitede, başkanı bulunduğu Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nda yapılan törenlere çok sayıda insan katıldı. Vakıf merkezinin önünde konulduğu cenâze arabasının ardından, Itrî’nin muhteşem Tekbir’ini okuyarak yürüyen binlerce insan tarafından Fatih Camii’ne götürüldü. Daha büyük kalabalıklar tarafından namazı kılınıp aziz naşı, Kozlu Mezarlığı’nda çok sevdiği vatan toprağına, duaları bereketlendiren gözyaşlarıyla tevdi edildi.
Sevenlerinin oluşturduğu insan seli arasında; TBMM Başkanı ve eski başkanlardan 2’si, dördü önceki dönemlerde olmak üzere siyasî parti genel başkanlarından 7 kişi, milletvekilleri, hâlen görevde bulunan bakanlarla geçmiş dönemin bakanları, İstanbul Valisi ve yardımcıları, Türk cumhuriyetlerinden gelen temsilciler, gözbebeği gençler, sanatkârlar, gazeteciler, ülküdaşları, gönül dostları, yakın çevresinde olanların bile tanımadığı pek çok insan bulunuyordu.. Bu insanlar arasında, birbirleriyle irtibat kuramayanlar vardı. Fakat O, gönül mimarı olarak hepsiyle aralarında köprüler oluşturabilmişti. Gözlem yapabilenler farkındaydı: Törenlere katılanların hepsi kendi aralarında bir kısmı da Turan Yazgan’la her konuda mutâbık değildi. Fakat Yazgan Hocamız hepsiyle barışıktı, hepsinin sevgisini-saygısını kazanmıştı. Öylesine birleştirici-kaynaştırıcı özelliği vardı.
Dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı; ‘Devlet çapında işler yapıyorsunuz!’ şeklindeki iltifatı karşısında bile tevâzudan ayrılmadı. Yeri ve zamanı geldiğinde; ‘Bâzı işler vardır ki hiç kimse o işleri tek başına yapamaz. Devletlerin bile tek başlarına altından kalkamayacağı hizmetler vardır. Yaptıklarımız, el birliğinin, gönül birliğinin, dâvâya inanmış idealistlerin çalışmaları neticesidir.’ Diyerek gerekli mesajı vermişti.
Türk Devleti elbette büyüktür, güçlüdür. Devlet eliyle Türk Dünyası için Türk birliği için önemli hizmetler gerekleştirilmiştir. Bunda kimsenin şüphesi yoktur. Fakat bir gerçek, devâsa bir kaya gibi karşımızdadır: Büyük devletimiz-güçlü devletimiz, Turan Yazgan’ın kurduğu ve alın teriyle, sulayarak, üretken zekâsının bulduğu çârelerle besleyip geliştirdiği Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı kadar uzun süreli ve istikrarlı hizmet edememiştir. Hem de Hocamızın maddî sıkıntılar içerisinde kıvranmasına, devletin namütenâhi denilebilecek imkânlarına rağmen…
Çünkü O; gönül verdiği Türk Dünyası’nın mümtaz edibi, seçkin devlet adamı Ali Şîr Nevâî’nin; ‘İş yapmak isteyen imkân bulur. İstemeyenler ise bahâne ararlar…’  sözünü kendisine düstur edinmişti. Sağlığı dâhil binlerce problemle boğuştuğu halde hiçbir bahânenin ardına sığınmadı. İmkânsızlık ölçüsündeki zorluklardan yılmadı. Devlet dâhil hiçbir kuruluştan ve kişiden yardım talebinde bulunmadan, çizdiği yolda, göğsüne madalya olarak yüreğini takmış, eline ‘akıl’ pusulasını almış olarak ömrünün sonuna kadar hiç durmadan ilerledi. Engelli maraton koşucusu olmak O’nu hiç yormuyordu. Koştukça, ilerledikte dinleniyordu.
Ekonomistti.
‘İnsanı ilgilendiren her şey ekonomi ilminin de ilgi alanındadır.’ Özdeyişinin çok ilerisindeydi. Dünya tarihini, özellikle Türk tarihini, tarihçilerden iyi bilirdi. Mükemmel bir eğitimciydi. Türk coğrafyası, Türk insanının örfü-âdeti ve gelenekleri, sosyolojik yapısı, inanç kültürü… Türk insanı ile ilgili, insanla ilgili bütün ilimlerde uzman ölçüsüne bilgi sâhibi idi. Millî değerlerle insanî değerleri, moral değerler potasında dengelemek suretiyle oluşturduğu reçete ile insanlığa hizmet etmek için yaratılmış bir âlimdi.
O’nun en büyük eseri, şüphesiz Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’dır.
Vakıf aracılığıyla gerçekleştirdiği hizmetler, sayfalara sığmayacak kadar çoktur. En önemli hizmeti de 18 yıl boyunca Türk Dünyası’ndan misâfir ettiği binlerce öğrenci ile düzenlediği ‘Türk Dünyası Çocuk Şölenleri’dir. Merak ve heyecanla Türkiye’ye gelen çocuklar ve berâberindekiler, Türkiye’den tam bir Türk dostu olarak ayrılıyorlardı. Onların hepsi ve Vakfın açıp işlettiği eğitim kurumlarından mezun olanlar,  kendi ülkelerinde Türkiye’nin gönüllü elçileri olarak görev başındalar. Yazgan Hoca’mızın oluşturulmasında büyük emeği geçen Türk Birliği’ni onlar geliştirecekler.
Kitap ve dergi yayınları, bütün hizmetlerinin başındaki altın taç gibidir.
O’nun, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nda, vefakâr-cefakâr ve önderlerine inanmış az sayıda yardımcısı ile gerekleştirdiği hizmetler, yüksek bir idealin ürünüdür. O ideali sâdece mesai arkadaşlarına değil, Kosova’dan, Urumçi’ye, Tuva’dan Kerkük’e kadar uzanan 22.000.000 kilometrekarelik Türk dünyasında, kendisini az da olsa tanıma fırsatı bulan bütün Türklere aşılamıştı. Bütün bu işleri; sarsılmaz azmi ve yapıcı karakteri ile yürüttü.
‘Aydın muhalif olur…’ târifindeki derinliksiz muhaliflerden değildi. Ancak aklın ve mantığın süzgecinden geçmeyen işlere ve bu işleri yapanlara, ölçülü muhalefet ederdi. Onunki, itici değil, birleştirici muhalefetti. Entellerin ‘pozitif enerji’ olarak adlandırdıkları veya fizikte ‘kinetik enerji’ denilen güç , bu olsa gerek.
Evet! O, ‘farklı’ bir insandı. İster binlerce, ister 5-10 kişi olsun, topluluğa hitap etmek için kürsüye çıkarken cebinde-elinde kâğıt bulundurmaz, dâima irticalen konuşurdu. Konuşmasının ilk 3-5 dakikasında, kendisini tanımayanlar; sıradan kırık-dökük, dağınık bir konuşma dinleyeceklerini düşünürlerdi. Fakat sonraki dakikalarda; fikir yönü ağır basan, gerçekleri çivi gibi beyinlere çakan, heyecan dozu vasatın biraz üzerinde ve fakat kalabalıkları sarıp-sarmalayan, beyinlerde şimşekler çaktıran, ufuklar açan müthiş bir hitâbet ustası ile karşı karşıya olduklarını anlarlar, O’nun nasıl bir ‘değer’ olduğunu öğrenirlerdi.
Kendini sâdece Türkiye’deki Türklere mi sevdirmiş, kabul ettirmişti?
Hayır!
Hizmetlerini götürebildiği yerlerde değil, adının duyulduğu her yerde sevgi ve saygı ile anılıyordu. Türk cumhuriyetlerinin bâzılarında zaman zaman çıkan karışıklıklarda, Türk iş adamları ve tesislerinin zarar gördüğü oluyordu. Hocamızın oradaki eğitim yuvalarını, yine o ülkenin insanları muhâfaza çemberine alıyor ve canları pahasına provokatörlere karşı koruyorlardı.
*   *   *   
İnsanlar, toprağa verildiklerinde değil, isimleri unutulduğu zaman ölürler. Prof. Dr. Turan Yazgan, hizmetleriyle, bıraktığı eserleriyle, açtığı eğitim kurumlarında yetişen öğrencilerle, özellikle içindeki ışıkla yaktığı meş’alelerle, dünya durdukça; bilgi, sevgi, cesâret ve mücâdele sembolü olarak yaşamaya devam edecektir.
Cenab-ı Allah, Yüce Kitabımız’da buyuruyor: ‘Siz şehitleri ölü sanmayın. Onlar diridirler.’
Turan Yazgan Hoca’mızı tanıyanlar, yakınında bulunanlar bilirler: Özellikle son birkaç yıl içerisinde sıradan insanların dayanamayacağı çilelere katlandı. İlerlediği yollara atılan ve ayağına batan dikenlerin hesabını hiçbir zaman hiç kimseden sormadı. Yalnızca ve sessizce ‘Rabb’im ıslah etsin…’ niyazı ile Allah’a havâle etti.  O, ebedî âleme doğarken, çektiği çileler sebebiyle şehitlik makamına erişmiş olmalı.  
Allah Zülcelal Hazretleri’nin; şanlı tarihimizden, destanlar diyârından günümüz Türklüğüne armağan ettiği; ideal, çalışkanlık, hizmet, dürüstlük, samimiyet ve fedakârlık timsâli Aziz şehidimiz! Pahâ biçilmez emânetlerin, güvenilir ellerdedir. Nurlar içinde huzurla yat. Makamın cennet olsun, kabrin nurla dolsun.

Prof. Dr. TURAN YAZGAN DİYOR Kİ…

‘Atatürk, Kerkük için tam 7 defa çizme giydi. Her çizme giydiği tarihte sandıklar dolusu altın karşılığında aşiret reisleri isyan çıkardılar ve bunlar devam ediyor. Baktılar ki Anadolu’daki maşa yapılabilen topluluklarla bu iş halledilemiyor. Türk ordusu çok güçlü ve bir karış vatan parçasından dahi vazgeçmesi mümkün değil, hatta vazgeçse dahi Türk milletinin hiçbir şeyden vazgeçmeyeceği kesin olarak ortaya çıktı. İşte o zaman Kuzey Irak’ta oynamaya başladılar. Kuzey Irak’ta bir devlet kuruluşunu gerçekleştirip gerçek Türk toprağı hem de iki çizgi arasına aldığımız gök renkli Türk Bayrağı ile gerçek bir misak-ı Millî’ye dâhil vatan parçası olan Kürkük’ü ve Musul’u işgal ettiler.
Orada 3,5 milyon Türk vardır. 3,5 milyon Türk’ün özellikle kızlarının çeyizlerinde sakladıkları en değerli hediye, Türk bayrağıdır. Bugün de bekledikleri Türk bayrağıdır.
28 Mayıs 2003
*
Doğu Türkistan Türk medeniyet tarihinin önemli bir beşiğidir. İnsanlığa hediye ettiğimiz pek çok gelişme ilk önce Doğu Türkistan’da gerçekleştirilmiştir.
Bütün dünyanın Doğu Türkistan’da yaşayan 30.000.000’u aşkın topluluğa önce insan olarak, milletlerarası standartlar ve insan hakları açısından bakmasını sağlamak lazımdır.
Hiçbir zaman ‘Doğu Türkistan’da ne yazık ki iş işten geçmiştir’ dememeliyiz.
11 Temmuz 2009

TÜRKLER VE RENKLER…

Mavi, Türklerde Gök tanrıyı simgelemesi sebebiyle çok önemli ve mukaddes bir renktir.  Mavi ile Türk öyle iç içe geçmiştir ki, mavi renkli taşa ‘türkuaz’ denilmektedir.  Kelime zamanla ‘turkuaz’ şekline dönüşmüştür. Atalarımız; ‘Biz sizin torunlarınızız’ dercesine ve yüzyıllar öncesini selamlarcasına, Göktürk olduğumuzun bir göstergesi olarak, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayımızın üniforma renkleri gök mavisidir. Mavi renk Türk devletlerinin bayraklarında ana renk olarak en çok kullanılan Türk'ün ve Türklüğün rengidir. Mavi, geçmişten günümüze; Göktürk, Timurlu, Selçuklu, Hazar imparatorluklarının, Kazakistan, Özbekistan, Azerbaycan cumhuriyetlerinin, Balkarya, Karaçay, Gagauzyeri, Yakutistan, Altay, Tuva, Başkurdistan ve Karakalpakistan özerk cumhuriyetlerinin ve de Kırım, Türkmeneli, Doğu Türkistan, Nogay, Kumuk Türklerinin, bayraklarında kullanılmıştır. Hâlen de kullanılmaya devam edilmektedir.
Türkler için en önemli renklerin başında, ‘al’ diye de adlandırılan kırmızı gelir. ‘Türk'ün gözü aldadır.’  Deyişi çok eskilere dayanır. Günümüzde de ‘Kırmızı olsun 5 lira fazla olsun’ gibi deyimler vardır. Al doğrudan doğruya bayrak olarak da kullanılır. Kırmızı; güç, kuvvet ve iktidarı, eril hareket ilkesini, ateşi, aşkı, hazzı simgeler. Kızılelma veya altın küre Türklerin dünya egemenliği idealinin bir simgesi olarak kullanılmıştır. Kızlar, gelinler al veya yeşil giyerler. Kırmızı; ergenlik kaftanları, mutluluk ve murat giyecekleridir. Kırmızı kan rengidir. Kırmızı renk; Osmanlı Cihan Devleti’nin, Türkiye Cumhuriyeti’nin, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin, Azerbaycan’ın, Babür İmparatorluğu’nun, Özbekistan ve Kırgızistan Cumhuriyetleri’nin Horasan, Gagavuz Yeri  ve Kumuk Türklerinin, Altınordu Devleti’nin, Yakutistan, Çuvaşistan, Tataristan, Karakalpakistan özerk cumhuriyetlerinin ve tarihteki Hatay Cumhuriyeti’nin bayraklarında kullanılmış ve kullanılmaktadır.
Siyah / kara renk; kuzeyde olan bir yeri, kuzeyden gelen rüzgârı, kuzeyli bir topluluğu ‘Kararuhlu, içi kara, gözü kara örneklerinde olduğu gibi şiddeti ve güç yoğunluğunu, yas, ölüm, kara baht gibi olumsuz olguları, haram gibi yasak şeyleri ve kötülüğü belirtmek Hin kullanılır. Siyah renk Türk bayraklarında en az kullanılan renktir. Bir istisna olarak, sadece Harzemşahlar Devletinin bayrağının ana rengi siyahtır.
Beyaz renk; temizlik, arılık, ululuk, yaşlılık ve bilgelik simgesidir. Beyaz elbise kefeni çağrıştırdığı için ölüme gidişe hazır olmayı temsil eder. Kara, kul rengi iken beyaz bey rengidir. Padişahların, paşaların ve beylerin bindikleri atların rengi hep beyaz idi. Gök Tanrı inancı zamanında Türk din adamları, diğer insanlardan kıyafetleri ve parlak fikirleriyle ayrılırlardı. En yüksek rütbeli din adamları beyaz kıyafet, diğerleri ise siyah kıyafetler giyiyorlardı.  Günümüzde de aynı gelenek devam etmektedir. Diyanet İşleri Başkanı ve müftülerin cübbeleri beyaz, imamlarınki ise genellikle siyahtır. Beyaz renk; Osmanlı Cihan Devleti, Selçuklu İmparatorluğu, Altınordu Devleti, Timur İmparatorluğu. Hazar, Akhun, Avrupa Hun imparatorlukları, Karahanlılar, Gazneliler, Türkiye, Azerbaycan, Kuzey Kıbrıs Türk cumhuriyetleri, Özbekistan, Türkmenistan Horasan Türkleri, Türkmeneli, Doğu Türkistan, Kumuk Türkleri; Balkarya, Gagauzyeri, Yakutistan, Altay, Tuva, Başkurdistan, Tatarristan ve Karakalpakistan Özerk Cumhuriyetleri ile tarihteki Batı Trakya ve Hatay Türk Cumhuriyetlerinin bayraklarında kullanılmıştır ve kullanılmaya devam edilmektedir.
Yeşil renk; İslamiyet'in rengidir, tasavvufun rengidir. Cennetin rengidir. Muradın rengidir. Diğer yandan ağacı, ormanı, gençliği ve tazeliği simgeler. Aynı zamanda güven veren bir renktir. Egemenlik simgesi de olduğundan birçok Türk devletinin bayrak ve sancaklarında kullanılmıştır. Bu devletler; Göktürk İmparatorluğu. Avar İmparatorluğu, Gazneliler Devleti, Azerbaycan, Özbekistan. Türkmenistan Nogay Türkleri, Kumuk Türkleri; Yakutistan, Hakas, Başkurdistan, Tataristan ve Karakalpakistan Özerk Cumhuriyetleri ve Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’dir.
Sarı renk; toprak rengidir, güneş ışığını ve merkezi simgeler. Işık ve altın sarısı; zihin, idrak, iman gibi olumlu özelliktedir. Sarı Saltuk örneğinde olduğu gibi dinî kavramlara bu sıfat verilir. Yüzde ve vücuttaki sararma hastalığı belirtir.  Sarı renk tarihimiz boyunca; Akhun, Avrupa Hun, Batı Hun, Büyük Hun ve Babür İmparatorlukları; Gazneliler, Karahanlılar, Uygurlar, Kırgızistan ve Kazakistan Devletleri; Karaçay, Gagauz Yeri, Hakas, Tuva Çuvaşistan, Başkurdistan ve Karakalpakistan Özerk Cumhuriyetleri ile Kırım, Nogay ve Kumuk Türklerinin bayraklarında kullanılmış ve kullanılmaya devam edilmektedir. Görüleceği üzere mavi, kırmızı, yeşil, sarı ve beyaz Türk tarihinde en çok kullanılan renklerdir.
(HASİP SARIGÖZ: Türk’ün Karakterinin Deşifresi isimli kitabından. Sayfa: 348, 349, 350  /  Yeniyüzyıl Yayınları. İstanbul, 2012)

MUSTAFA CEMİLOĞLU

Mustafa Cemiloğlu namlı o er kişinin   
Yüzünün suretini bastığımız afişler    
Hatırlatır ötkenden erte güne uzanan    
O mübarek dâvâdan, emânetten deyişler

Yurdumun dışında da başka Türkler yaşarmış 
Asırlardan beridir Türk kalmayı başarmış

Esir Türkler dâvâsı açtı yengi bir kapı 
Türklüğün unutulan nezîr serencâmından 
Ülkümün tuğlasından inşâ edilen yapı  
Bir kutlu yuva olur, yer kurtulur gâmından

Hazar’dan Hazarıma bir şifredir; mânidâr 
Gelir Elmas Yıldırım kulağıma fısıldar:

‘Verseydi tanrım bana tarihten bir ânımı
Yakarak bir meş’ale kurardım hür bir ocak 
Götürüp insanlıktan ruh alan fermânımı
Salardım dört bir yana şenlenirdi her bucak

Kazardım gönüllerde yalnız bir tek ideal 
İnsanlara hürriyet, milletlere istiklâl!’

Hürriyetle vatanı bir tutan Kemal’im var 
Âşina değil sanma adanmışım ezelden
Soylu bir vazîfedir sarar ki damar damar 
Sıyrılıp her güzelden, soyunup zelzeleden

Toprağını bulacak zahmet yüklü bir kanım
Fedâdır Hak yoluna rahmetle her bir canım

Kırım’dan Yemen ele, Bosna’dan Çin Seddi’ne
Bu dağılmış milleti altında bir bayrağın   
Bir büyük birlikte tut çekip soylu ceddine 
Yeniden cennet olsun boza yatan toprağın

Olmasın vatan mahzun, hür uçsun gönül kuşun 
Mehter! Zafer marşı çal! Sesi ol varoluşun

LÜTFİ ŞEHSUVAROĞLU