“… Memlekette Türk’ten başka ne kadar unsur varsa hep asırlardan beri uyuyan ihtiraslarını meydana vuruyorlardı. Türklerde de ayrılıklar baş göstermişti...”
Bu cümle size göre ne zaman yazılmış olabilir, diye bir soru sorulsa hangi cevap verilir diye çok merak ediyorum.
Bugünlerde, on, yirmi, elli, altmış, seksen yıl önce mi?
Sanırım içinde yaşamakta olduğumuz durumlar, gelişmeler dikkate alındığında verilecek olan cevap ya bugünlerde ya son on-yirmi yıl içerisinde yazılmış diyeniniz çoğunlukta olacak gibi. Aslında gerçeği bilmesem ben de öyle düşünürdüm. Belki haklısınız…
Okunan gazeteler, seyredilen televizyonlarda verilen haberlerde aslında pek hissedilmemeye çalışılmasa da görünen durumlar pek iç açıcı değil gibi… Sebebi bilinmeyen, nereden geldiği açıklığa yeterince kavuşturulmayan sosyal bir sıkıntı semalarımızda dolaşıyor.
Niçin mi?
Niçin olacak? Sanki bir gizli güç topyekûn bir saldırı emrini vermiş gibi. Tarihe, değerlere veryansın ediliyor. Bunun yanında kendine işkence edilmekten zevk alan bir mazoşist gibi kendi değerlerine hatta kendine saldıranlar sıraya geçmiş vaziyette bekliyorlar. Bu durum kendine güvensizlikten kaynaklanan bir aşağılık kompleksi davranışlarının göstergeleri değilse, geri planda gafilliğin, hainliğin dışında başka nedenlerin yatabileceği akla geliyor.
Tarihe, değerlere saldırılar bir emir telakki edilircesine önce yavaş yavaş ve sinsi bir şekilde yerine getirilmeye çalışılır olmuştur. İlk etapta tek tük çıkan bu şom ağızlılara, pervasız saldırganlara pek aldırış edilmemiş. Ancak bazen politikacı, yazar, sanatçı, bilim adamı sıfatlı tiplerin bu saldırganların peşine takılarak yekûn teşkil etmeye çalışması da dikkatlerden uzak kalmamıştır.
Oysa bir yazarın dediği gibi “önce ekmeklerin bozulduğu” yıllar önce zaten işaret edilmişti… Masum, belki yerinde bir tespitti bu. En azından bu tespitin derinliğindeki mesajlara önem verilmediği, dikkate alınmadığı için de bu saldırı ve saldırganlıklar başlatılmıştır.
Aslında önemli olan artarda gelen tuhaflıklar olmuştur.
Mesela “şeffaflık” denmiştir. Bunda da sakınca görülmemiştir.
Her zaman dillerden düşürülmeyen demokrasi, özgürlük, adalet… vb. kavramlar daha çok dillendirilmeye başlanmış. Her biri ayrı bayraklar olarak dalgalandırma yarışı asırlar öncesinden icat edilmiştir. Öyle ki bu yarışa herkes davet edilmiş, kimse de bundan kaçınmayı içine sindirememiştir.
Zaman geçmiş, devran gelmiş “yüzleşmek” diye bir yüzsüz kavram ortaya atılmıştır.
Bunun ardından çeneler yalama olmuşçasına, bozuk plaklar misali tekrarlar başlatılmıştır:
“Eşle, dostla yüzleşmek”.
“Kendimizle yüzleşmek” derken dilin altındaki asıl bakla çıkarılmıştır.
Mesela “tarihimizle yüzleşelim” denmiştir.
Böyle bir ihtiyacın nereden, nasıl, kim ya da kimler tarafından niçin, ne sebeple çıkarıldığı hiç ama hiç sorgulanmadan kabullenilmiş ya da kabul edilir hale getirilmiştir.
“Yüzleşelim. Bizim tarihimizden utanacak bir taraf yok” denmiştir.
Elbette tarihimizden utanacak bir durum yok. Ancak asıl meselenin “tarihle yüzleşmek” olup olmadığını, sorgulanmadan tuzağa balıklamasına atlanılmasıdır. Neticede bu durum ve söylemler “uyuyan ihtiras”ların eline bir koz olarak geçmiştir.
Artık bu kavramlar “uyuyan ihtirasların” ayağına pas olarak verilmiştir. Saldırmak için sahaya inenlere bakıldığında bunların:
Nereden geldiği? Kim ya da kimler olduğu…
Ne sebeple bu oyunu başlattıkları ayan beyan anlaşılır olmaya başlamıştır. Bu maskeleri düşmeye başlayanların şuuraltında sakladıkları, biriktirdikleri ihtiraslarını ve asıl amaçlarını birer kusmuk olarak önce değerlerimize, toplum olarak değer verdiklerimize, kültürümüze, sonra insana “geçmişine…” der gibi tarihimize kusmayı çağdaş haçlı orduları gibi marifet saymaya başlamışlardır.
Fakat bu arada trajikomik bu senaryoda görev alarak trajikomik bir rol sergileyenler daha çok dikkatleri üzerlerine çekmektedirler. Ancak sadece kendileri, oturduğu dalı kesen birinin durumuna düştüklerinin farkına bile varamamaktadırlar.
Yazının girişinde verilen cümleleri Halit Ziya Uşaklıgil 1930’larda kaleme aldığı Kırk Yıl adındaki eserinde yazmıştır. Yani zamanımızdan seksen küsur yıl önce… Olaylar ise daha önceki yıllarda geçmiştir.
Burada bir nokta çok dikkat çekmektedir. Yazar bu cümlelerinde Osmanlı’nın yıkılmasına son bir kaç yıl kaldığı zamanlarını özetlemiştir. Yani Osmanlı’nın yıkılmaya başladığı zamanlar…
Tarihi bir gerçeklik, devletlerin birçok anlamda zayıflamaya başladığı dönemlerde benzer vakaların arttığını gösteriyor. Yani tarihte yaşanmış olan tarihi ihtirasların…
Öyle ki varılan son noktada hep yılanın “kuyruk acısı” gündemde tutulur ve tartışılırken babanın “evlat acısı” hiç mi ama hiç dikkate alınmıyor. “Kuyruk acısını” görelim ama babanın “evlat acısını” görmezliğe mahkûm etmeden… Yoksa ihtirasları uyananlar tehlike olduğunda iş işten çoktan geçmiş olacaktır.