“Tarih ne işe yarar, neden tarih okumalıyız, tarihin faydası nedir,” sorusunu sormadan önce tarihin ne olduğu konusuna açıklık getirmek yerinde olacaktır. Tarih basit bir şekilde geçmişin bilimi midir, insanlar ya da toplumlar arasındaki etkileşimleri zaman ve mekan içerisinde, sebep-sonuç ilişkisinde inceleyen bir bilim midir? Tarihin ne olduğu sorusuna bu şekilde bir çok tanım yapılabilir ancak içi boşaltılmış bir kavramın tanımını bilmenin ne kadar faydalı olacağı elbette tartışma konusudur. O halde tarihin ne olduğu konusundan sonra tarih ne işe yarar sorusuna gelelim. Ne işe yarar sorusuna yine basit bir genelleme yaparak ‘‘tarih geleceğe yön verebilmek için geçmişe ışık tutmaktır’’ diyelim.
Bu genelleme tamamen doğrudur çünkü tarih insanın varoluşundan gelen merak ve bilme isteği ile ortaya çıkmıştır. Yalnızca bilmek yeterli olmamış, bilgiyi sonsuzluğa ulaştırmak da beklentiler arasında olmuş ve ‘‘yazı’’ ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla tarihin ana kaynağı olan yazı, geçmişin bilgisini bize aktarmıştır. Peki aktarılan bilgiler tümü ile doğru mudur, tarihçi bilgiye nasıl ulaşır ve bu bilgiyi nasıl aktarır?
Tarihçi bize geçmişin bilgisini aktarıyor ise en büyük problemi kaynak bulmak olacaktır. Kaynak bulunduğunda doğruluğu üzerinde çalışılacak ve bilgi gerekli çevrelere sunulacaktır. Peki bu bilgi sonuncu mudur?
Bir antropolog M.Ö 30.000 yılına ait bir insan kemiği üzerinde çalışırken, hakkındaki bilgileri düşük yanılma payı ile tespit edebilir. Bir tarihçi içinse kesin sonuçlara ulaşmak kolay değildir. Bugün Fransız tarihi çalışan bir tarihçi Napoleon savaşlarına tanık olmuş mudur? Hayır!.. Bugün Osmanlı tarihi çalışan bir tarihçi Kanuni ile akşam yemeği yemiş midir? Hayır!...
Bu gibi şanslara erişemeyen tarihçi dönemin çağdaş kaynaklarına erişerek bilgi sahibi olur. Peki Âşıkpaşazâde Derviş, Tevârîh-i Âl-i Osman’ı yazarken ne kadar objektiftir, kendinden sonrakilere bilgiyi sonsuz doğrulukla ve tarafsızlıkla mı sunmuştur yoksa dönemin siyasi konjonktürüne, ihtiyaçlara ve kişisel görüşüne uygun olarak mı yazmıştır? Aynı soruyu dönemin vak’anüvisleri(Tarihçileri)için de sorabiliriz, hatta yalnızca Osmanlı tarihçileri için değil tüm dünya tarihçileri için de sorabiliriz. Bir İngiliz tarihçi İngiltere-İspanya Savaşı’nı yazarken ne kadar objektif olabilir?
O halde tarih dediğimiz bilim ‘‘tarih yazınıdır.’’ Yani objektif bir tarihten söz etmek mümkün değildir. Bu nedenle tarihçi için en zor görev belge toplamaktır.
Örneğin Ahmet Refik, Lale Devrini bir sefahat ve eğlence dönemi olarak yazmıştır. Lale Devri’nden çok sonra dünyaya gelen Ahmet Refik’i bu görüşe iten nedenlere bakmak gerekmektedir. Lale Devri vak’anüvisleri dönemi kendi görüşleri doğrultusunda yorumlamış ve buna göre yazmışlardır. Kimi tarihçiler için Lale Devri zorunlu bir reform hareketlerinin başlangıcı iken kimi tarihçiler içinse yalnızca Batı taklitçiliği ve yozlaşma olarak görülmüştür. Herkesin kendi doğrusunu yazdığı bir bilim dalında tek doğruya ulaşmak, haliyle oldukça zordur.
İşte bu nedenlerle tarihçi her zaman bilgiyi sorgulamalı ve eleştirel bakış açısına sahip olmalıdır. H.İnalcık’ın da dediği gibi; “belgelerin doğruluğunu kaynak almalı ve mümkün olduğu kadar objektif olmalıdır.” Ancak böyle ciddiye alınabilir. Çünkü yukarıda da bahsettiğimiz gibi tarih bir aktarım meselesidir. Aktarılan her bilgiyi salt doğru kabul etmek bilimcilik değil ‘‘takıntı’’dır. Bu takıntılar sürekli bir devinimle ısıtılıp tekrar sunuldukça doğruluğunun tartışılması daha da zorlaşmaktadır. Yanlış olan bir şeye herkesin doğru demesi onu tabi ki doğru yapmaz.
Örneğin: ‘’Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlıların Ruslara Ortodoks tebaanın hamiliğini verdiği’’ bilgisinin yanlışlığını ortaya çıkaran Roderic H. Davison(Davison, 2017, s. 61-86) koruma izni verilmediğini, bu yanlış bilginin dönemin kaynaklarından alındığını ve değişmeden günümüze kadar geldiğini belirterek 200 yıllık tarih yazınını değiştirmiştir. Yine Osmanlı klasik dönemi üzerine yapılan çalışmalar tarih yazınını değiştirmekte ve yeni bilgiler ortaya koymaktadır. O halde tarihçi yazılan bilgiyi aktaran kişi değil; doğru soruyu soran, sorunun cevabını doğru yerde arayan, mukayese eden ve sorgulayan olmalıdır. Irkçı bir tarih yazını üzerinden “bilimci” olunamaz, ancak ideoloji kabul ettirmeye çalışan bir Manastır görevlisi olunabilir. Tarih, kendinden hissettiğinin övülüp, diğerlerinin yargılandığı bir platform ise asla olamaz.
Sınırsız bir okyanus olan tarih bilgisi içerisinde doğruya ulaşmak elbette fazla zorlayıcı gözükmektedir. Dolayısıyla tarihçi, oldukça sorumluluk sahibidir. Bilgiyi ideolojiye uydurmak için uğraşan kişi değil, karanlığa ışık tutan bir bilimci, bir entelektüeldir. Buna göre, bir tarihçi olayları ve olguları sorgulamadan yargılamak yerine, dönemin koşulları içerisinde değerlendirip anlamaya çalışmalıdır. Dolayısıyla tarihçi diğer bilim dalları ile de ilişki içerisinde olmalı ve karşılaştırma yeteneğine sahip olmalıdır. 21. Yüzyılda yaşayan bir birey 18. Yüzyılı anlamaya çalışırken, dönemin sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik yapısını iyi analiz etmelidir. Yani tarihi olayları gününe göre yorumlamalıdır.
Bu noktadan hareketle her alanda ihtiyaç duyduğumuz tarihin, geçmişe ait olmayıp yarına ait olduğunu, yani her zaman güncel olduğunu iddia edebiliriz. Her zaman güncelliğini koruyan bu bilim dalının subjektif olduğunu unutmayarak tarihsel kaynakları tekrar tekrar gözden geçirmeli ve titiz çalışmalar yapmalıyız. Çünkü tarih belli bir zümrenin değil, insan olmanın tarihidir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün de deyişiyle konuyu özetleyecek olursak:‘‘Tarihi yazmak, tarihi yapmak kadar önemlidir. Yazan yapana bağlı kalmazsa, değişmeyen gerçek, insanlığı şaşırtacak bir nitelik alır.’’ Ama en önemlisi ise yazılan tarihini bilmen gerekir!..
Unutmayınız ki: “SEN TARİHİNİ BİLMEZSEN, SENİ TARİH İLE CEZALANDIRIRLAR.”