Tarihi niçin ve nerede kullanılacağını bilmeyen liderlerin ve toplumların “tarih sahnesi’nde” nasıl silindiğini ve de tarih ilmini bilenlere ve ibret alanlara göre ne kadar  daha kısa ömürlü olduğunu hepimiz biliriz.  Tabi ki bir milletin ayakta durması için sadece tarihi bilmesi yeterli değildir. Diğer ilimleri ve dini ilimler de beraberinde öğrenmek toplumları gayet iyi bir şekilde yönlendirecektir. Maalesef Osmanlının son yüzyılında  yukarı da  söylediğimiz bu gerçeği paralele yürütememiştir.. Şöyle ki; medrese programlarından müspet ilimler yavaş yavaş çıkarılmıştır. Yahut dinî ilimlere daha çok önem verilmiş, müspet ilimler, dinî ilimler arasından boğulmuş, sesi çıkmaz olmuştur. Hele son yüzyıldan itibaren medreselerimiz yalnız dinî ilimler veren, bu sahada adamlar yetiştiren kurumlar haline geldiği için bilim ve teknoloji de Avrupalı devletlere göre bir hayli geride kalmıştık

Oysa; Avrupa'da kiliseye bağlı olan okulların, zamanla müspet ilimlere daha çok yer vererek, müspet ilmin gelişmesini (Hümanizma, Rönesans ve Reform'dan aldığı kuvvet ile) temin ederek, yüzyılın gereklerine,  cevap verecek bir hale gelirken ve olgunlaşmaya doğru gidilirken, bizim medreselerin aksine, müspet ilimleri atarak, dinî ilimlere daha çok yer vermesi fikrî seviyemizin düşmesine de sebep olmuştur. Benzetmek gerekirse dinî ve pozitif ilimler bir kuşun iki kanadına benzer, kuş nasıl tek kanat ile uçamaz ise bu iki ilimden birini ihmal eden toplumlar da olgunlaşmaya doğru gidemezler. Müspet ilim ihmal edilirse, yaşamak için makine, teknik ve araçlardan mahrum kalınır. Bunlara sahip olanlar ise karşı tarafı yutar ve bitirir. İşte Osmanlı İmparatorluğu olduğu gibi dinî ilimler ihmal edilirse, manevî bağlar çözülür ve kopar. Bu ise toplumun çöküşünü hazırlar. Tıpkı Fransa olduğu  gibi.

Osmanlı’nın son yüzyılında itibaren medreselerden mezun olanlar yalnız dinî bilgilere, o da pek sınırlı ve yüzeysel bir şekilde sahip idiler. Zamanlarında bir hayli geçilmiş olan müspet ilimlerden mahrum idiler. Ziya Paşa bu konuda şöyle demiştir: "Onlara bir gazete verilse sözlüksüz anlayamazlar. Fıkıhtan bir şey sorulsa okuyamadık derler. Bir âyetin manası sorulsa bize Kadı Beyzavî'nin tefsirini gösterirler. Rusya'nın nerede olduğundan bahsedilse, nerede olursa olsun; Allah Moskof keferesinin yüzünü göstermesin derler. Politikadan, iktisattan bihaber olup birisine bir memuriyet verilse hangi işi yapabileceklerini kendileri de bilmezler. Okurlar, yazamazlar, yazarlar, okuyamazlar." Bu tip bir aydına ve onu yetiştiren kurumlara ilim namına, millet namına acınmaz mı? Bu tip insanların fikirleriyle, oylarıyla, zihniyetleriyle idare edilen milletin haline kim acımaz. Düşünce seviyesi bu kadar aşağı düşmüş olan bir millet elbette ki, şunun veya bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Düşünce meselesine önem verdiğimiz için, tarihimizde sık sık tesadüf edilen örneklerden birkaç tanesini söyleyelim:

Osmanlı’nın son döneminde İdari makamlar babadan oğla geçtiği gibi, ilmî makamlar da babadan oğla geçmeye etmeye başladı. Ulemanın beşikteki çocuğuna ilmî rütbeler verilir oldu. Böylece tarihlerimizde "beşik uleması" denilen cahil ulema zümresi türedi. Annelerden âlim doğan, okumadan hoca, yazmadan kâtip olan bu adamlar bir araya gelip ilmî tartışmalar yaparlardı. Tartıştıkları konuları ise "Şeytan kimdir, melek var mıdır? Firavun acaba iman etmiş mi idi, etmemiş mi idi" gibi incir çekirdeğini doldurmayan, fakat bir yüzyılı tamamen dolduran meselelerdi. Ele geçirmek istedikleri bir makamı elde etmek için başvurdukları çare, rüyalarında Hz. Peygamberi görmekti. Şuaravizâde, Mısır Valiliğini elde etmek için "Mısır'ı rüyamda Hz. Peygamber bana verdi. Her kim tasarrufa yeltenirse elbet ki gazaba uğrar. Evi barkı berbat olur. Hayır, görmez" diyerek rakiplerini susturmuş ve Mısır Valiliğini ele geçirmiştir.

Osmanlı’nın askeri okullarında çalışan ve bir de hatırat yazmış olan Baron dö Tot, hatıratının bir yerinde: "III. Mustafa bir riyazîye mektebinin açılmasını ve idaresini benim yürütmemi etmemi istedi. Bunun üzerine hendeseci geçinenlerden bir gurup, benim bu işi idare etmeme itiraz ettiler.

Bunlar, biz de Tot kadar riyaziye biliriz, diyorlardı. Olayı padişaha arz ettim. İki üye ile itirazcıları sınav yapmamı emretti. Sınava girmeye cesaret edenlere, "Bir üçgenin iç açılarının toplamı kaç derecedir?' diye sordum. Bir hayli düşündüler. Sonra aralarından en bilgili geçineni, 'Üçgene göredir' dedi. Artık sınavı uzatmakta bir fayda görmedim" diyor.

 

III. Mustafa'nın ilm-i nücuma inandığı malûmdur. Sultan Mustafa Avrupa’nın ilerleyişini, her kralın bilgiç müneccimlere, ilm-i nücumda ehli olan kimselere bol bol sahip olmalarında zannediyor ve buna inanıyordu. "Yedi Yıl Savaşları’nı”  kazanarak, haklı bir hayret uyandıran Prusya Kralı II. Frederik'e özel olarak Ahmet Resmî ismindeki temsilcisini göndermiş, ondan müneccimler istemişti.

Bence Padişahın tarih okumadığı apaçıktır. Eğer Padişah tarih okuyup ve de İslâmi bilgililerini biraz yoklasaydı, sihirbazlara, müneccimlere, falcılara inanmaması, Hz. Muhammed’in "Düşmanlarınız nasıl hazırlanıyorsa, siz de öyle hazırlanın. Beşikten mezara kadar ilmi arayın. Semavî hadiselerin yerdekilere tesiri yoktur." mealindeki hadislerini bilmesi lâzımdı. Dedim ya, son yüzyıldan itibaren dinî ilimler de sınırlandırılıyor, yüzeyselleşiyor. İbadet etmek, Müslümanlık için yeterli zannediliyordu. Tarih okumuş olsa idi, Köprülü Mehmet Paşa'nın, IV. Mehmet'e;

 "Hazineni dolu tut.

Daima savaş için hazır ol.

Kadınların sözünün etkisinde kalma.

Tarih oku."  Şeklindeki nasihatini bilmesi gerekirdi. En önemlisi Cenab-ı Allah’ın "Yeryüzünü geziniz. Gördüğünüz harabelerde anlayanlar için ders ibretler vardır. " buyruğunu bilip dersler çıkarması gerekirdi..

Gelelim II. Frederik Padişaha verdiği cevaba; "Benim galibiyetimi temin eden üç tane müneccimim var.

 

1 - Devlet hazinesini dolu bulundurmak,

2 - Hazarda ve seferde askere talim ettirmek,

3 - Tarih okumak" demiştir.

 

Bakın işin trajıkomik tarafına ki; aynı padişah "Osmanlı - Rus savaşları" sırasında da bu gibi inançların tesirlerinde kaldığını göstermiştir. Bu savaşlar sırasında barış dönemi başlamıştı. Prusya'nın teklifi ile Lehistan ilk defa olarak Rusya, Avusturya ve Prusya arasında bölüşüldü. Avrupa'da bu bölüşülme işiyle uğraşan Rusya, barış adı altında bizi oyalıyor, görüşmelerde bize zorluklar çıkarıyordu. Biz, işin içyüzünü bilmediğimiz için anlaşmaya büyük bir ümit bağlamıştık. Bütün vasıtalarımızı kullanarak antlaşmayı anlaşmaya çevirmeye çalışıyorduk.

 

- İşte bu sırada, bizzat padişah tarafından yazılıp gönderildiği anlaşılan ” büyünamelerin,” elçimiz Osman Efendi aracılığıyla, Rus elçilerinin geçecekleri yola yahut girecekleri kapının eşiğine gömülmesini emrediyordu. "Elbette ağızları bağlanır, bir şey istemeyi akıl edemeyip karara mecbur olurlar." deniliyordu. Osman Efendi de aynı fikirde olduğu için büyüleri istenilen şeklide gömdü. Ne yazık ki; lâkin hiç bir faydası olmadı. Biz felâketten felâkete uğradık. "Kaynarca Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldık. Sürüler halinde bir sel gibi, kuzeyden güneye yüzyıllarca akan Moskof keferesinin karşısında büyülerle, dualarla şeytanî fikirlerle, yağlı kurşunla, ölüm yağdıran silâhlarla çıkılmalı idi. Bu da ancak müspet ilimle, teknikle olurdu.

Bazı ıslahat düşüncelerine rağmen medreseler bu şekilde adam yetiştiren eğitime Cumhuriyet devrine kadar devam etmiştir. Dolayısıyla hiç bir ilim adamı yetiştirmedikten başka, cemiyetin, fikrî, manevî, zihnî bilgisini engelleyici duruma düşürmüştür.

 

Toplumu hayata bağlayıp çalışma gücünü arttıracağı yerde, ona "bir lokma ve bir hırka" zihniyetini yerleştirerek, sömürgeciler için tam ve uygun bir sömürge kitlesi hazırlamıştır.

Oysa; Tanzimat'tan sonra isimlerini bildiğimiz, gazete, mecmua ve kitaplardan ilme, tekniğe, hukuka, milliyete, fikre ve tarihe ait yazılarını okuduğumuz kimseler medrese mezunu değil; ya Tanzimat’tan sonra açılan okullarda veya Avrupa'da tahsil gören kimselerdir. Cumhuriyet döneminden de bu durum daha da ileri gitmiştir.

Kıssadan hisse çıkarmak gerekirse; kim ne düşünürse düşünsün, kim ne pay çıkarırsa çıkarsın  tarih bilmeyen kişi ve toplumlar kesinlikle önünü göremez!