KUR’ÂN-I KERİM’DEKİ SÛRE’LERİN ANAHTARLARI =  SER-LEVHALARI!...

Kur’ân-ı Kerim’in yirmi dokuz sûre’sinin başında, (Fevâtihu’s-Suver) denilen bir takım harfler vardır. Bunların sayısı Arabî hecâ harflerinin yarısı kadardır, ya’nî on dört harften ibarettir. Bunlar hurûf-ı mukatta kabilindendir; münferid harfler hâlinde yazılıp isimleriyle okunurlar. Meselâ (Ne) yazılır (Nûn) diye okunur. Bunların bu tarzda yazılmaları da tağyir edilemez, (değiştirilemez.)

Acaba bu harflerin okunuşlarına göre yazılması neden câiz görülmüyor? Bunların manaları var mıdır, yok mudur? Bunların yazılmasında ne gibi hikmetler mülahaza olunmuştur.? Bu sualleri sırasıyla tahlil edelim:

Öncelikle: Şüphe yok ki, bu harflerin böyle yazılması da, Vahy’e, Peygamber’imizin ta’limine dayanmaktadır. Bunların yazısının okunuşlarına uymamasında bir mahzur tasavvur olunmaz. Fakat bunların olduğu gibi bırakılmayıp da telaffuz edildikleri gibi yazılmasında büyük mahzurlar olabilir. Resûl-i Ekrem’in ta’limâtına muhâlefetten daha büyük bir noksanlık mı tasavvur olunabilir?

Şöyle düşünmeliyiz, Kur’ân’ın sâir âyetleri kelimeleri ale’l-usûl yazılıp okunduğu halde bazı mübârek sûrelerin başındaki kelimelerin mukatta harfler halinde yazılması elbette Peygamber’imizce mültezem, bir takım âlî hikmetlere müstenid’dir. Eğer böyle olmasa idi bunlar da sâir Kur’ân kelimeleri gibi okunuşlarına göre yazılırdı. O halde bunların olduğu gibi bırakılmaları elzemdir.

Bugün ilim ve marifet itibariyle yüksek bir seviyede görülen pek çok medenî milletler, yazılarında kısaltma cihetini iltizam ederek bir kısım harflerden ibâret işâretler müessese unvanları kullanıyorlar. Bilhassa antîk (eski-kadim) asırların muhâfazasına pek ziyade itina ederek tarihî kıymeti haiz olan bir yazının bir resmin bir binanın şeklini cüz’î bir surette değiştirecek bir değişikliğe ve tamire asla izin vermiyorlar. Böyle bir hareketi kadirşinaslık sayıyorlar Hatta eski ediplere, şâirlere ait yazıların imlâlarını düzeltmeye kıyâm etmiyorlar. Onların kendi zamanlarındaki telaffuz ve kitâbet tarzlarını göstermek için yazılarını şekillerini aynen ibkaya çalışıyorlar. Bu böyleyken on dört asırlık bir tarihî kıdemi bulunan bununla beraber beşerî değil İlâhî bir kıymet ve kudsiyeti hâiz olan ve bütün Müslümanlarca bir süphâni vedîa olup bütün iman ehlince tamâmen korunması dinî bir gâye teşkil eden Kur’ân-ı Kerim’in bir kısım mukatta harflerini mukaddes rumuzlarını tağyîr ve tebdîl nasıl câiz görülebilir?...

İkinci olarak: Bu mübârek harfler, pek çok zevâtın beyânlarına nazaran müteşâbihattandır; bunların manası bizce malûm değildir. Bunları bu sûrette yazmak okumak, bunlardan Murâd-ı İlâhi’nin ne olduğunu ilm-i İlâhi’ye havâle etmek icâb eder. Bununla beraber, bu mukatta harfler bir kısım İlâhi sırrı câmi, Allâha Te’âlâ ile Resûl-i Ekrem’i arasında birer şifre mâhiyetini hâiz bir takım işâretleri ihtiva etmektedir. Bunların muksemün-bih (Vallâhî, Bi’llâhî, Te’llâhî) kendileriyle yemin edilen lafızlar-harfler olmaları da mülahaza olunabilir.

Diğer taraftan, bu mübârek harflerin bir kısmı Esmâ-i İlâhî’den birer cüz olup bunların bir yere cem edilmesiyle bir ism-i İlâhî’nin zâhir olduğu görülmektedir.

Meselâ,(Elif lâm mim, Hâ mim ve Nun) harfleri birleştirilince, (Er-rahmân) ism-i Celîli tecellî etmektedir. Şöyle de deniliyor ki, bu harfler isimlere sıfatlara işârettir. Meselâ, (Elif Lâm Mim’) deki Elif, “Allah” ism-i Celîline, lâm, “Latîf” ism-i Celîline, mim’de “Melik” İsm-i Celîline işârettir. Yâhud elif, “Allah” ism-i Celîline, lâm, Cibrîl-i Emîn’e, mim de, Hazreti Muhammed salla’llahu aleyhi ve sellem Efendimize işaretlerini mutazammındır. Sanki, manası, “Allâhu Te’âlâ Cibrîl’i vahiy ile Hazreti Muhammed’e gönderdi.” demek olur.

Bu mukatta harflerden geleceğe aid bir kısım vak’a’ların zuhuru hükmü çıkarılabileceği de bazı müfessirler tarafından dermeyan edilmiş, bazı misâller de gösterilmiştir.

Üçüncü olarak: Bu harflerin sûre başlarında böyle yazılmış olmasındaki hikmete gelince; Bunu ancak ALLÂHU Te’âlâ ile Resûl-i Ekrem bilir. Bunun (Râsihûn) denilen hakikî İslâm Ulemâsınca malûm bulunması da mülahaza edilebilir. Bununla beraber bu harfler, evvelerinde bulundukları sûrelerin isimleri unvanları mahiyetinde de bulunmuştur. Ve bunların böyle başta münferid yazılmaları, işitecek kimselerin dikkatlerini, meraklarını celb ederek okunacak âyetleri dinlemelerine sâik bulunmaktadır.

Bir de bunların böyle münferid yazılmaları bir İhtâr-ı Süphânî mâhiyetindedir. Âdetâ, bir gayb-i Lisânî ile derilmiş oluyor ki: “Ey nâs, ey cihanın yüksek bilginleri. İşte Kur’an-ı Mübîn bu gibi herkesin bildiği harflerden müteşekkildir, böyle olduğu halde buna bir nazîre (eş benzer) yazmaktan hepiniz aciz bulunuyorsunuz. Artık siz, bu harfleri ihtiva eden Kur’ân’ın vahy-i İlâhî’ye müstenid bir mu’cize-i Kelâmiyye olduğunda nasıl şüphe edebilirsiniz?...

Binaenaleyh, bu İlâhî Hitâb ile umûm beşeriyyet ve bilhassa Zaman-ı Nebeviyye’deki tüm Arab belâğatçıları, insafa, tefekküre celb ve davet edilmiş oluyor...

KUR’ÂN-I KERİM’İN HANGİ BAKIMLARDAN EBEDÎ BİR MU’CİZE OLDUĞU:

Daha önce işâret olunduğu veçhile bütün Peygamber’lerden mucizeler hârikalar zuhûr etmiştir. Fakat bunların hemen hepsi de birer (kevnî mu’cize’)den, muvakkat bir zaman içinde tecelli edip nihayete eren, maddî, hissî, âfâkî hâdiselerden ibaret bulunmuştur. Peygamber Efendi’mizin ise Kamer’in ikiye ayrılması gibi pek çok kevnî mu’cizeleri görülmüş olmakla beraber, en büyük mucizesi, manevî, ilmî, aklî, lâhûtî bir mucize olan Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’dır. Bu da büyük bir hikmet muktezâsı’dır. Çünkü diğer Peygamber’lerin nübüvvetleri, risâletleri mahdûd birer zamana, mahdûd birer kavme ait bulunmuştur. Binaenaleyh onların mucizeleri de zamanlarına münhasır, kavimlerinin istidâtlarıyla mütenâsib olup ebediyete müteveccih bulunmamıştır. Resûl-i Ekrem Efendimizin risâletleri ise umûdîdir, dâimîdir, ebediyyete müteveccihdir. Beşeriyetin tefekkür ve muhâkeme itibariyle pek yükselmiş olduğu bir zamana tesâdüf etmiştir. Binaenaleyh, onun mucizesi de böyle dâimî, ebediyyete müteveccih bulunmuştur ve akla hitab eder, herkesi düşünmeye davet eder, kalpleri titretir her mütefekkiri ikna edebilir bir vechile tecellî etmiştir. Bu sâyede İslâm Dini’nin hükümleri ebedî bir sûrette mahfûz kalmış, Arab Lisânı’nın muhallediyyeti (sonsuza dek yaşayacak olması) de parlak bir tarz’da temin edilmiştir.

Velhâsıl, Kur’ân-ı Kerim pek çok bakımdan ebedî bir mucize’dir:

1- Kur’ân-ı Mübîn, maddî, manevî, ilmî, ahlâkî, içtimâî, iktisâdî, tarihî pek çok hakikatleri ihtiva etmektedir. Bu Kitab-ı Mübîn’i insanlara tebliğe memur olan Hazreti Muhammed aleyhi’s-Selâm ise, ilimden terakkîden mahrûm bir muhîtte yetişmiş kırk yaşlarına kadar hiçbir kimseden ilim nâmına bir şey öğrenmemiş, hiçbir şey okuyup yazmamış bulunuyordu. Bu hâl bütün kavmince sâbit bir hakikat idi. Buna rağmen tebliğine muvaffak olduğu bu kudsî Kitab’ın böylece yüzbinlerce hakikatleri içinde topluyor bulunması, O’nun bir mucize olmasından başka neye hamlolunabilir?...

2- En yüksek âlimlerin, filozofların, fen sâhiplerinin pek çok fikirleri, yazıları, kâinât hakkındaki bilgileri zaman geçtikçe kıymetini kaybediyor, yeni meziyetlere, keşiflere muhâlif bulunarak ilim ve fen sahasından çekilmeye mecbûr oluyor Kur’ân-ı Mübîn’in gerek İlâhiyât’a, gerek mükevvenât’a dâir verdiği malûmât ise hiçbir vakit kuvvetli nazariyyelere, kıymetli keşiflere muhâlif bulunmuyor, kendi beyânâtı arasında hakikî bir ihtilâf görülmüyor, bilakis ilimlerin, fenlerin inkişâfı, Kur’ân’ın haber verdiği hakikatlerin parlak bir şekilde ortaya çıkmasına yardım ediyor, bu hakikatler ile müsbet ilimler, yeni keşifler arasında asla bir tearuz vücuda gelmiyor. Zaman geçtikçe Kur’ân’ın ulviyyeti bir kat daha tebârüz etmiş oluyor. İşte bu bakımdan da Kur’ân-ı Kerim ebedî bir mucize’dir...