Sınır ötesi harekât ile tekrar sorgulanan Türk-ABD ilişkilerindeki ısınma, yerini soğumaya bırakmış görünmektedir. İlişkileri tanımlamak üzere yaygın bir şekilde kullanılan "stratejik ortaklık" tabiri anlamsız olduğu halde, içinde yaşadığımız günlerin birçok şeylere gebe olduğu görülmektedir. Öncelikle Türkiye ile ABD'nin yarım asrı aşkın bir süredir, günümüzde yaşayan en kuvvetli ittifak olarak kabul edilen NATO üyesi olduklarını hatırlayalım. Yani bu iki ülke aslında, müttefiktirler. İttifak sözleşmesi ile bu çerçevede imzalanan ve uygulanan diğer anlaşmalara bakarak stratejik ortaklıktan bahsetmek kavram kargaşasına yol açmaktadır. Çünkü stratejik ortaklık, birçok sebepten (tarihi, kültürel, ekonomik, siyasi) dolayı bir araya gelmesi mümkün olmayan iki devletin sınırlı bir konudaki çıkar ve hedeflerinin uzlaşması ile yaptıkları bir işbirliğidir. Bu durum da tanım gereği, stratejik hedefle sınırlıdır. Hedefe ulaşınca stratejik ortaklık da sona erecektir. Hâlbuki sözkonusu belgeler yürürlükte olduğuna göre, iki ülkenin ilişkileri stratejik ortaklığın çok daha ilerisinde olması gerekmektedir. Bu yönüyle ABD-İngiltere veya ABD-İsrail ilişkilerini stratejik ortaklık tanımı çerçevesine sokmak yetersiz kalır. Belki ABD-Kuzey Irak yönetimi veya İsrail-Kuzey Irak için böyle bir tanımlama söz konusu olabilir. Gerek ABD gerekse İngiltere ve Fransa gibi diğer NATO üyeleri ile müttefik olarak Türkiye'nin, Soğuk Savaş dönemi ve sonrasında maruz kaldığı muameleleri, sıradan bir ittifak şartlarında kabullenmek mümkün değildir. Türkiye'nin 1980 öncesi yaşadığı iç savaş çapındaki terör, diplomatlarımıza karşı ASALA saldırıları, 1980'lerle etnikleştirilmek istenen terör, Ermeni soykırım iddiaları karşısındaki politikalar, ancak bir düşman ülkenin uygulayabileceği cinsten tutumlardır. Sorgulaması dahi yapılmamış nice saldırılar, düşmanlıklar, ittifak hatırına sineye çekilmiştir. Yaşanan her olaydan sonra, "aman sesimizi yükseltmeyelim, ne de olsa müttefiklerimiz" derken, "acaba bunlar bizim düşmanımız olsaydı daha başka ne yapabilirlerdi?" sorusu zihinleri tırmalamıştır. Ermeni tasarısı Kongre'ye gelip, şehit cenazeleri artmaya başlayınca ABD ile ilişkiler ciddi olarak sorgulanmaya başlandı. Bu arada "inceldiği yerden kopsun" söylemi telaffuz edildi. Ve bütün bu yaşananların fotoğrafını dürüstçe ortaya koyan Graham Fuller'in tespitleri imdadımıza yetişti. Bunlar aslında önceden fark edilmeyen, bilinmeyen şeyler olmayıp, Fuller'in kaleminden çıkıp Los Angeles Times'da yayınlandığı için daha bir önem kazanmıştır. Kısaca hatırlayacak olursak: Türkiye ile ABD politikalarını bağdaştırmak mümkün değildir. Bundan dolayı ilişkiler kriz sürecine girmiştir. Bu gerçeği herkesin görmesi gerekmektedir. Bunların başında Kürt meselesi gelmektedir. ABD Körfez Savaşı'ndan beri bölgede bir Kürt otonomisini, uzun vadede bağımsız devlet oluşumunu desteklerken Türkiye için bu süreç felakettir. Türkiye'nin canını yakan terör belasını önemli ölçüde ABD politikaları beslemekte, desteklemektedir. Azgelişmişlik prangasından kurtulmak isteyen Türkiye, diğer ülkelerin yaptığı gibi öncelikle komşularıyla ekonomik işbirliğini geliştirmek zorundadır. Bu alanda önemli komşular ise İran, Suriye ve Rusya'dır. Ancak ABD öncelikle İran gibi, Türkiye açısından vazgeçilmez olan komşusu ile ilişkilerini tamamen kesmek istemektedir. Bunun Türkiye tarafından kabul edilmesi mümkün değildir. Benzer durum Suriye için de sözkonusudur. Azerbaycan topraklarının beşte birini işgal altında tutan ve Türkiye'den kabul edilemez talepleri bulunan Ermenistan ile ilişkiler kesik olduğu halde ABD, bir an önce ilişkilerin kurulmasını talep etmektedir. İlginçtir BM ve AGİT belgelerine karşın, 15 yıla yakın bir süredir komşu ülke topraklarını işgal eden Ermenistan'a karşı ABD yaptırım düşünmemekte, Türkiye'nin milletlerarası hukukun gerektirdiği tedbirlerine de karşı çıkmaktadır. Öte yandan Soğuk Savaş döneminden beri, denge politikası gereği Rusya ile ekonomik ilişkileri yedekte/canlı tutan Türkiye'nin bu tutumu ABD tarafından hiç hoş karşılanmadı. Mavi Akım tartışmalarını da bu açıdan değerlendirmek gerek. ABD, örneğin Avrupa ülkelerinin daha ileri işbirliğinden değil de Türkiye'nin mütevazı ilişkilerinden rahatsız olmaktadır. ABD'nin, altyapı sorunlarını çözememiş, enerji krizlerini aşamamış, fakirlik kısırdöngüsünden kurtulamamış bir Türkiye mi hedeflediği akla gelmektedir. Türkiye'nin, Filistin konusunda, birçok Avrupa ülkesi gibi uluslararası hukuk gereklerini ön plana çıkarması ABD'yi rahatsız ediyor. Filistinlilerle aynı inanca sahip olmak, Osmanlı döneminden kalma sorumluluklar veya bölge politikalarında öncü rol oynamak gibi hususlar ise hiç hoş karşılanmıyor. Bütün bu gerçekler, Türkiye'nin NATO üyeliğini sorgularken, diğer ülke politikalarına kalebentlik demek olan bu müttefiklik haline son verip mesela Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliği ciddi ciddi gündeme gelmiş bulunmaktadır. Fuller'in yaklaşık iki ay önceki tespitlerini kısmen kendi yorumlarım ile aktardım. Kağıt üzerinde kalmış olan bir askeri ittifaktan sonra, bugünkü gelişmeler bir taktik ortaklık mı sorusu zihnimizi meşgul etmektedir. Çünkü arada binlerce kilometre öteden bir ABD'nin Türkiye aleyhine sürüp gitmekte olan politikaları ancak stratejik düşmanlık kavramı ile açıklanabilir. Ermeni, Yahudi veya Rum lobisinin gerekleri gündeme geldikçe hiçbir hakkaniyetin veya belgenin sözkonusu olmadığı, her türlü gerçek düşmanlığın meşru olduğu ilişkiler sistemi. Bu stratejik düşmanlığın anlamsızlığı kabul edilip vazgeçilme yönünde kararlar mı alındığı yoksa bir süre için taktik ortaklığa mı dönüştüğünü zamanla anlayacağız. Göründüğü kadarıyla ikincisi daha ağır basmaktadır. [email protected]