Kolunu yastık yaptığı gök kubbenin altında özgürdü Gezgin, gezinirken yaşamı tek adamdı. Hayatın kıyısına tutunmaya çalışan inatçı bir sarmaşıktı sanki. Sarmaşık sarılmaya meyilliydi özünde, ne dolular ne kazalar atlatmış yinede ayrılmamıştı özünden. Kedi gibi yedi canlıydı, her düşüşünde ayakları üstünde kalmayı başarmıştı. Yedi can?ı vardı, yedisi de fedaydı,  ancak o canı vermeden ille de amacına ulaşacaktı.

     Onu zorlayanın ne olduğunu bir türlü anlamıyordu. İçinde ve dışında tevekkülle yol alan Gezgin, o biricik tek olanı bulduğunda kanayan yarasının dermanı olacaktı. Yolculuğu boyunca, onu iten sebebin soluğunu ensesinde, soruları zihnindeydi. Ancak yanıtını bulamadığı yığınla soruya rağmen çok az cevaba sahipti. Aklına sorduğu tüm sorulara aldığı mantıklı cevapların ötesinde asıl sorusunun sessizliğine anlam veremiyordu.

 

     Aklını düşünürken bulduğunda gitmeye karar vermişti. Çünkü herkesin uyuduğu saatte gönlü ayaktaydı Gezgin?in. Ayın önünden kaçan bulutları, güneşin sevgisini gönderen yıldızları seyreder bildik tanıdık bir iz arardı gökyüzünde. Onların tutuklu hallerine acır konumunu değiştiren yıldıza göz kırpardı. Hüznü ve neşeyi aynı anda yaşar, kayan yıldızın yerine koyardı kendini. Bilmediği bir hayata yol almak, başka şehirlerde kendine inat daha da yabancılaşarak gitmek ve kendini bir iz gibi bırakmak isterdi. Gözlerini uzak yolların, iklimlerin coğrafyasına vurmak.  Ömrüne acımadan zamanın içtiği ırmakta akmak.

   Gitmek; bir daha belki de hiç hatırlamadığı o yollarda azalarak yok olmak demek. Kalmak ise, tutsak olmak demek. Gizli gizli bastırmak içinde büyüyen özlemleri, hatıralara sığınmak, sadık bir dost gibi hayallerle avunmak demekti. Gitmek için önce bağışlamalıydı gözü yaşlı geçmişi. Sonra ağır bir ithamla suçlu bulmak gerekti yaşamak adlı serüveni.

 

    Maddi olarak sahip olduğu üzerindeki giysilerdi. Hırsların, bencilliğin yer almadığı fikrinde dünyasal tutkuların tutsağı olamazdı. Birbirini kılıçtan geçirerek soyunu sürdürmek anlamsızdı. Hayatta kal ama nasıl kalırsan kal diyen bir mantıktan yoksundu Gezgin. Gözlerden esirgediği, en derine sakladığı gün yüzü görmeyen duygularını; aşkınsal gerçek, aşkın özgeçici yanı çağırıyordu. Bu yüzden çıkmıştı yola, ya bu diyardan gidecek yada bu deveyi güdecekti. Yapamazdı, bu deveyi bu çağda güdemezdi, kaldı ki bin değil bir hendek bile atlatamazdı.

 

    Çocukken hayatı izlemek için bolca vakti vardı. Her sabah havuzun üzerinde ölü bulurdu su kelebeklerini. Sanki her gece kol gezen kötülerin kralı beyaz kelebekleri suda boğardı. Havuzun üzerine yayılan bembeyaz sırra saatlerce bakar; karıncaların ölülerini sırtlanıp taşımasıyla kıyaslardı. Oysa kelebekler günlerce suda kalır havuz beyaz bir sır tabakasıyla kaplanırdı. Yazık ki onlar uzun süre sarılamıyordu hayata.

    Beyninin anı odalarında binlerce dün yaşamış olmanın ağrısını çekiyordu bu gün. Güzel anları saklamak için kalbinde bir oda açmalı, sonra misafirliğe çağırmalıydı aklı. Yalnız karıncalar mı ölülerini yerde bırakmazdı? Büyüdüğünde, rastladığı ölü karınca günlerce aynı yerde yatmış, kimseler gelip almamıştı.  O zaman öğrenmişti şimdiki karıncalarda vefasızdı.

 

    Yaşanan her an?ın maziye karışması karşısında güler kayıp giden zamana Gezgin. Bütün saatleri kırsa elinde ne kalır?

    Kim bilir belki de hatıraları saya saya O?na ulaşacaktı. Satın aldığı dertlerle sıyrıklar içindeydi kalbi ile aklı. Buna rağmen canından can, zamandan an çaldıklarında seslenmezdi. Kaldı ki karıncaların bile vefasız olduğu bir dünya?da insana sırtını dönemezdi.