İnsanoğlu, zamanın cilvesiyle yoğrulmuş, varoluşun hikmetiyle kuşanmış bir mahlûktur. Ancak ne hazindir ki, tarih boyunca sahip olduğu kıymetleri çoğu zaman yitirmeye meyyal bir halde yaşamış; bu yitişin neticesinde toplumsal huzur ve sükûnetin temel taşlarını yerinden oynatmıştır. Sevgi ve saygının düğümlendiği zamanların nisyan perdesiyle örtüldüğü günümüz dünyasında, asıl olan değerlerin ne derece ehemmiyet taşıdığını idrak etmek zaruret hâline gelmiştir.
Tarihimizdeki maziye nazar eylediğimizde, Osmanlı mülkünün üç kıtaya serpiştirdiği hoşgörü ve adaletin akışkan bir nehir gibi nasıl nesillerden nesillere aktığını görürüz. Onlar, bir beldeyi yalnızca feth etmez; oraya irfan, hikmet ve muhabbet taşırdı. İman ettikleri "insanı yaşat ki devlet yaşasın" şiarıyla, farklı millet ve mezheplerin sinesine dokunmayı, kalplerin derûnundaki cevheri ortaya çıkarmayı başardılar. Bugün ise ne yazık ki bu irfanî miras, sığ bireysel menfaatlerin ve tahammülsüzlüğün girdabında kaybolmaya yüz tutmuştur.
Bize emanet edilen bu cihan, sevgi ve saygı gibi cevherlerle mamur olur. Ancak bu cevherlerin kökü, insanın kendi özünde saklıdır. Özsaygı, yani insanın kendi vicdanıyla barışık olması, saygının başlangıç noktasıdır. Ne var ki, kalbini kemâle erdirememiş, nefsini dizginleyememiş bir kimse, çevresine hoşgörüyle yaklaşamaz. Ruhunda huzur bulamamış kimseler, zahirde dingin görünseler dahi, iç dünyalarındaki kaosu etraflarına sirayet ettirirler. Bu minvalde, muhataplarının gönlünü incitmekten de asla imtina etmezler. Halbuki insanın ruhundaki iyilik tohumu, doğru şartlarda filizlenir ve cemiyete sirayet eder.
İçtimai yapımızda bugün sıkça şikâyet ettiğimiz bir maraz, hoşgörüsüzlük ve tahammülsüzlüktür. Bu menfi hasletler, insan ilişkilerini zehirlemekte, cemiyetin muhabbet bağlarını çözmektedir. İnsanlar, birbirlerinin başarısına destek olmak yerine, kıskançlık ve hasetle hareket eder hâle gelmiştir. Oysa ki, İslam medeniyetinin mayası olan “muhabbet ve merhamet” düsturunun canlı tutulması, cemiyetin dirliği ve düzeni için elzemdir.
Tarih bize, hoşgörünün yalnızca bir erdem değil, aynı zamanda bir dirayet ve kudret olduğunu göstermiştir. Osmanlı’nın hüküm sürdüğü coğrafyalarda, insanlar din, dil ve ırk farklılıklarına rağmen bir arada yaşama sanatını öğrenmişlerdir. Bu muvaffakiyetin sırrı, zorlayıcı bir saygı anlayışından değil, kalpten gelen bir hürmet hissinden kaynaklanmaktadır. Zira asıl saygı, kişinin kendi iradesiyle, samimiyetle ortaya koyduğu bir tavırdır.
Bu noktada, bugünkü cemiyetimizin refahını artırmak ve genç nesillere daha huzurlu bir dünya bırakmak adına, evvela kendimizden başlamalıyız. Kendimize gösterdiğimiz özsaygı, çevremizdeki ilişkilere yansıyacak; bir tutam hoşgörü, gönül bağlarımızı yeniden kuvvetlendirecektir. Atalarımızın mirasını yaşatmak, yalnızca bir tarihi hatırlamak değil; aynı zamanda o ruhu yeniden canlandırmakla mümkündür.
Netice-i kelâm: İnsanca yaşamın anahtarı, sevgi ve saygının harmanlandığı bir zemindir. Bu zemin, insanların birbirini tahkir ve tezyif etmediği, aksine birbirine iltifat ettiği bir muhabbet coğrafyasıdır. Öyleyse geliniz, her birimiz kalbimizdeki menfi duyguları bir kenara bırakarak, şu cihana sevgi ve saygı tohumları ekelim. Belki de o tohumlar, yeni bir dirilişin habercisi olacaktır.