‘ÇEVRE MESELESİ MEMLEKET MESELESİDİR.’

Makine Mühendisi, İktisâdî İşletme Uzmanı, Müellif ve Mütefekkir

Prof. Dr. ERSİN NAZİF GÜRDOĞAN ile

ÜLKEMİZDE KİRLENMELİNİN BOYUTLARI

Hakkında Konuştuk.

Oğuz Çetinoğlu: Şuur fakiri insanlar, tabiatın da aşınabileceğini ve tükenebileceğini düşünmeden hareket ediyorlar. Sizinle bu meseleyi konuşmak istiyorum. Genel bir değerlendirme ile açılışı siz yapar mısınız? 

Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan: Tüketim çılgınlığı, ister gelişmiş, isterse gelişmekte olsun bütün ülkelerde, savurganlığa dayanan gösteriş ekonomisinin ana sürükleyici gücü haline geldi. Savurgan, açgözlü ve gösteriş tutkunu kitleler, tüketim ekonomisinin belkemiğini oluşturuyor. Üretim ve tüketim yarışı sırasında değişik biçimlerde ortaya çıkan baca gazları, teneke kutular, pet şişeler, kimyevî atıklar, plastik torbalar, egzos gazları ve ambalaj malzemeleri; denizleri, gölleri, nehirleri, ovaları, ormanları ve havayı büyük ölçüde kirletiyor. Büyük şehirlerin çevresinde büyük çöp dağları oluşuyor. Tüketim kültürünün tabîi sonuçları olan fizikî ve kimyevî artıklar, çevreyle birlikte bütün canlıların varlığını tehdit ediyor.

Pazarda estirilen kazanç fırtınası içinde, açgözlü insanlar, tokgözlü insanların üretim faaliyetlerine katılmasını önlüyor. Daha çok kazanmak ve daha çok tüketmekten başka kaygıları olmayan açgözlü insanlar, tokgözlü insanları yalnızca iktisadî hayattan değil, sosyal ve siyasî hayattan ve de kültür sahasından uzaklaştırıyor. Açgözlülerin söz sâhibi olduğu iktisadî yapı ve kültür dokusu içinde, insan ve tabiat, su ve hava kullanımında olduğu gibi, sorumsuzca tüketiliyor.

İnsanlığın üzerinde yaşadığı yeryüzü, denizleri, karaları ve çevresindeki hava tabakasıyla birlikte, ayrıntılarına varıncaya kadar biliniyor. Dünyada yaşayan bütün canlıların ortak varlığı olan yeryüzü, başta insanlar olmak üzere, diğer canlılar için de tek hayat kaynağıdır. Sonsuzmuşçasına uzanan denizler, ovalar, dağlar ve hava tabakasının, canlıların yaşamasına elverişli kısımları, sanıldığından çok daha küçük ve sınırlıdır.

Çetinoğlu: Şuursuzluğun neticesi olan sorumsuzluğun kaynağını araştırırsak karşımıza nelerin çıkacağını düşünüyorsunuz?

Prof. Gürdoğan: Yeryüzünde su, hava ve toprağın altın ve gümüş gibi kıt olmaması, maliyeti olmayan bir sosyal mal gibi kabul edilmelerine yol açtı. Ekonomi kitaplarında hava, fiyatı olmadığı için, iktisadî olmayan ürünlere önemli bir örnek olarak gösterilir. Pazar mekanizması içinde kuruluşlar havayı istedikleri biçimde tükettikleri gibi, istedikleri biçimde de kirletir. Çünkü havanın pazar mekanizması içinde oluşmuş bir fiyatı yoktur. Batı'da Aydınlanma ve Rönesans döneminden bu yana, estirilen pozitivist fırtına içinde, aynı havada olduğu gibi, bütün bir yeryüzü, toprağı, suyu ve havasıyla birlikte fiyatı olmayan bir tabîi kaynak olarak görüldü.

Çetinoğlu: Millî kültürlerin temelinde dinî inançlar vardır. Meseleye bir de inanç açısından bakabilir miyiz?

Prof. Gürdoğan: Mukaddes kaynaklardan beslenen kültürde dünyaya, bedava ürünler dağıtan, devasa bir mağazalar zinciri olarak değil, öteki dünyanın gizemli bir atölyesi olarak bakılır. Yeryüzü, ölümsüz hayatı kazanmak için, insanlığın elinde bulunan tek öz kaynaktır. Hiçbir ülkenin, bütün insanlığın öz kaynağı olan yeryüzünü sorumsuzca kullanma hakkı yoktur. Hangi ülke olursa olsun bir ülke yeryüzü kaynaklarından ihtiyacından daha fazlasını alırsa, farkında olmadan bütün insanlığı ölüme götürecek yolun açılmasına da en büyük rolü üstlenmiş olur.

Komünizm gibi, Kapitalizm gibi, ekonomizmin de, yalnızca para ile ölçülebilir kazançlara önem veren değerleri, yeryüzünde yaygınlık kazandıkça, kültür ve çevre kirlenmesi de hız ve kesâfet kazanıyor. Ekonomimizin daha çok tüketime odaklanan değerleri, bütün insanlığın ruhunu paslandırdı. Pasın demiri tüketmesi gibi, Ekonomimizin de ruhu tüketiyor. İnsanlar, tüketimin verdiği sarhoşlukla, Allah'tan ve tabiattan uzaklaştıkça, ruhlardaki paslanmayla birlikte, kirlenme çok boyutlu bir biçimde, her alana bir bulaşıcı hastalık gibi yayıldı.

Sınırsız büyüme yanılgısına dayanan ekonomizm, bilinci bulandırdı, ruhu kirletti, gönlü kararttı ve aklı karıştırdı. Tüketime olan bağımlılık, insanları bilgelerin haber verdiği dünyadan bütünüyle kopardı. Seküler insan, sonu hiçbir zaman gelmeyen bir tüketim yarışı içinde duyarlılığını yitirdi. İnsanî hassasiyetlerin kaybedilmesi, iktisadî, çevre ve kültürle alakalı problemleri kartopu etkisiyle büyüttü. Hayatın bütün boyutlarında insan kendisine ve çevresine karşı yabancılaştı, kutlu görev ve sorumluluklarını unuttu.

Çetinoğlu: Teşhis doğru olursa, tedâvi kolaylaşır. Sorumluluklar neden unutuldu?

Prof. Gürdoğan: Savurganlığın insanın iç ve dış dünyasında yol açtığı paslardan arıtılması, yüz yüze olunan çok boyutlu sıkıntıların başında geliyor. Gerçekte dünya iktisadî, sosyal, siyasî, çevre ve kültürle alakalı meselelerde daha çok insanlığın iç dünyasında ortaya çıkan büyük depremin, yol açtığı çöküntünün ekonomi, toplum, çevre ve kültürdeki yansımalarıyla karşı karşıyadır. Bugün, yüz yüze olunan çok boyutlu meseleler, hangi alanda kendilerini gösterirlerse göstersinler, son çözümlemede kaynağında ruhunu yitiren seküler insan vardır.

İnanca bağlı kültürde; bir kişiyi öldüren bütün insanlığı öldürmüş, bir kişiyi yaşatan da bütün insanlığı yaşatmış gibi kabul edilir. Dünyada hiç kimsenin daha çok tüketme adına, bütün insanlığın geleceğini tehlikeye atma hakkı yoktur. İnsan yeryüzünün en değerli, en önemli, en etkili varlığıdır. İnsan ve çevreyi korumada maksat, sun’i ihtiyaçlarla tüketimi hızlandırmak değil, gerçek ihtiyaçları karşılayarak, iç zenginliği büyütmektir. İnsan tüketim için değil, tüketim insan için vardır. İnsan tüketmek için yaşamaz, insan yaşamak için tüketir.

Çetinoğlu: Cenab-ı Allah’ın, en değerli varlık olarak yarattığı insan da kendi değerine değer katmak mecburiyetinde olmalı…

Prof. Gürdoğan: Evet! Tüketim kültüründe olduğu gibi insan, tükettikleriyle değil, ürettikleriyle değer kazanır. Dünyanın her yerinde veren eller, alan ellerden her zaman daha üstündür. Dünyanın hiçbir yerinde alan ellerin saygınlığı olmaz. Her insan dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, dünyadan aldıklarından daha fazlasını dünyaya verme sorumluluğu taşır. Üretmeden tüketen, vermeden alan dünyayı fakirleştirmekle kalmaz, büyük çevre krizlerinin de tetikleyicisi olur.

Çevreden önce kültür kirlendi, insan kirlendi, ruh kirlendi. Seküler kültür bilinci bulandırdı, gönlü kararttı ve aklı karıştırdı. Bütün insanlığın Âdemoğullarının bilincini keskinleştirmekten, ruhunu arıtmaktan, gönlünü zenginleştirmekten, kültürünü derinleştirmekten, daha önemli bir görev ve sorumluluğu yoktur. Bütün dünyanın yüz yüze olduğu çok boyutlu problemlerin üstesinden gelmek için, öncelikle kültürün gösteriş tüketiminin yol açtığı kirlerden bütünüyle arındırılması gerekir. 

Çetinoğlu: Denizler, dünyamızın bütünlüğünü oluşturan ayrı bir dünya gibi. Oradaki durumu nasıl görüyorsunuz?

Prof. Gürdoğan: Sâhip olunan mal ve mülkleri çoğaltma ve insana bağışlanan zenginliklerden yararlanma çalışmaları, başta sâhiller olmak üzere, yeryüzünün bütün kaynaklarını sorumsuzca yağmalamaya dönüştü. İnsanlar daha çok kazanmak için, kurulan fabrikalarla, teneffüs edilen havayı ve içilen suları bulandırmakla kalmıyor; tâtil yapmak ve denizden faydalanmak adına, inşa ettikleri tâtil köyleri ve plajlarla da sâhilleri kirletiyor.

İster Tanca, ister Girne, isterse Antalya olsun, dünyanın neresine gidilirse gidilsin, deniz kıyılarında kirlenmemiş bir köşe bulmak imkânsız hâle geldi. 

Sâhiller dünyanın her ülkesinde otelleri, kumarhaneleri ve değişik eğlence yerleriyle, daha çok kazanç sağlamak için, bütün değerlerin ayaklar altına alındığı alanlar oldu.

Tüketim ekonomisi, insanın işi dışındaki zamanına el koyabilmek için, dinlenme adına yeni bir endüstri ortaya çıkardı: Turizm. Bütün bir toplum sözde dinlenebilmek için, işleri dışındaki zamanlarını değerlendirme yolunda, yakınları ve dostları ile bir arada olmak yerine, deniz kıyılarında kurulan eğlence merkezlerine koşuyor. Turizm adı altında işletilen bu tüketim çarkı içinde, herkes ruh zenginliğiyle birlikte sağlığını da yitiriyor. Tâtil merkezlerinde insanların yalnızca fizikî sağlıkları değil, ruhî dengeleri de altüst oluyor.

Malaga'da, Cromer'de, veya Bodrum'da olsun, insana bağışlanan zenginliklerin arasında ilk sırayı alan denizin; tâtil yapma ve dinlenme adına, tüketim ekonomisinin lokomotifi haline getirilmesi, gerçekten insana büyük bir ürküntü veriyor. Daha çok getiri sağlamak için, bütün sâhillere el konulması, aslında tüketim ekonomisinin özendirdiği seküler hayat tarzına, yeryüzü ölçüsünde yaygınlık kazandırdı. Artık insanlar başka hiçbir iş yapmadan sâhillerde güneşlenmeyi dinlenme kabul ediyor.

Dünyada metre kare başına en çok alkol tüketilen kara parçaları sâhillerdir. Sâhillerde insanlar deniz sularından daha çok alkollü içkilerle iç içe yaşıyor. Sâhilleri insanlar, insanları da alkol kirletiyor. Sâhil kirlenmesiyle insanın ruhî dengesi sarsılıyor, fizikî sağlığı bozuluyor. Oysa insan sağlığının korunması; turizm gelirlerinden çok daha önemlidir. Dünyada sâhil turizminin getirdiği gelirlerden kat kat fazlası sâhil turizminin yol açtığı sağlık problemlerine harcanıyor.

İnsanın ruhî sağlığını kaybetmesi pahasına gerçekleştirilen iktisadî büyüme, yitirilen insanı geriye getirmeye yetmez. Yine de kimse tercihini insandan yana yapmıyor. Sâhillerin kirlenmesiyle, insanlarla birlikte, sosyal hayat, aile yapısı, ruhî denge ve kadın erkek ilişkileri de büyük yaralar alıyor. Ekonominin anayasası arz ve talep kanunu ise, ana yöntemi de nimet külfet analizidir. Sâhillerde tâtilin nimeti külfetini aşıyor.

Kanuni'nin sütkardeşi Yahya Efendi Dergâhı'nın yol göstericilerinden Abdulhay Hoca: ‘Ne zaman vapurla Küçüksu plajının önünden geçsem, plaj üzerine yağan bela yüzünden vapur batacak diye korkarım’ dermiş. Sâhillerdeki plajların sayısı o kadar arttı ki, yağmur gibi yağdırdıkları olumsuzluklar yüzünden, mevsimler birbirine karıştı, dünya ikliminin dengesi sarsıldı. Topyekûn ısınma, dünyadaki bütün canlı hayatını tehdit edecek sınırlara ulaştı.

Çetinoğlu: Tüketim kültürünün çalışma hayatına tesirlerine de bakabilir miyiz?

Prof. Gürdoğan: Tüketim kültürünün ve gösteriş harcamalarının böylesine öne çıkarılmasıyla, çalışma hayatı, günlük hayat ve aile yapısı karma karışık oldu. Artık tâtil yapmak da, daha önce adı hiç duyulmayan pek çok endüstriyel ürün gibi, vazgeçilmez ihtiyaçlar arasına girdi. Oysa her eylem gibi, çalışma da, gücünü süreklilikten alır. İktisadî ve siyasî hayat ile kültür alanında başarılı çalışmalar, sürekli ve hiç aksamadan devam ettirilen düzenli eylemlerle yapılır. Dinlenme değişik işlerle, günlük hayatı kolaylaştırarak, herkes için yaşanır kılmakla sağlanır.

Tutarlı ve dengeli bir hayat için, yılın on iki ayını da anlamlı işlerle doldurmak gerekir. Sağlıklı bir dinlenme, yine anlamlı başka bir iş yapmakla gerçekleşir. Bu yüzden mutlu ve güçlü olmak, bir değil birden çok işi bir arada yapmasını başarmakla sağlanır. Veren el olan, iki gününü birbirinden farklı kılmasını bilen insan, farklı işler yaparak dinlenmesini bilen insandır. Dünyanın her yanında iş körlüğü farklı işler yapılarak giderilir.

Gündüzün geceyi tâkip etmesi gibi, iş hayatı da tabîi akışı içinde sürekli olmalıdır. Tâtil ve deniz olgusu, tüketim ekonomisinin, insanın iş dışındaki zamanına el koyabilmek için, insanlara kurduğu tuzaklardan biridir. Tüketim ekonomisinin beslendiği ana kaynakları kurutmadan; bu yerde mi, yoksa başka bir yörede mi, dinlenelim demek, sosyal bunalımları azaltmaz, tam tersine daha da büyüterek yeni boyutlar kazandırır.

Çetinoğlu: Problemin çözümünü nerede görüyorsunuz?  

Prof. Gürdoğan: İnsanın fizikî ve ruhî kirlenmesinin önüne geçmek için, bütüncü bir bakışla köktenci çözümler aranmalıdır. Tüketim ekonomisinin siyasî, sosyal ve iktisadî yapıdaki yansımalarına bakarak, çocuklara ve yetişkinlere ayrı tâtil köyleri kurarak çözümler aramak, tüketim ekonomisiyle yapılacak savaşı, peşin olarak kaybetmek olur. Tâtil insan doğasına aykırı bir iş ve çalışma düzeninin, ortaya çıkardığı bir tuzak çözümdür.

İktisadî yapıda ve kültür dokusunda tuzak çözümlerle uğraşmak yerine, çalışma hayatını ve iş düzenini insan fıtratına uygun bir düzene kavuşturmak çok önemlidir. Seküler dünyanın ‘iktisadiyata kurban edilmiş insan’ odaklı kültürünü, mukaddes kültürden beslenen dünyanın ‘ahlaklı insan’ odaklı kültürüne dönüştürmeden, dünyadaki sâhil kirlenmesinin önüne geçmek mümkün değildir.

Tüketimin böylesine yüceltilmesiyle, kültür hayatının dokusuyla, iktisadî hayatın yapısı, deprem gibi büyük bir sarsıntı geçirdi. Dinlenmek için deniz kenarına gitmek yerine, insanın aklına yayla veya dağ gelmelidir. Eskiden, tüketim ekonomisinin, sağlıklı hayat adına, dengeyi böylesine bozmadığı dönemlerde, kışın deniz kenarına, yazın da dağa, yaylalara çıkılırdı. Yaylaların sağlıklı ve dengeli bir hayatın vazgeçilmez bir yeri vardır. İnsanların fizikî ve ruhî yapısı sâhillerde değil, dağların tertemiz havasında, suyunda ve yeşilliklerinde yenilenir

İnsana bağışlanan bütün zenginlikler, gösteriş ekonomisinin yeni boyutlar kazandığı sâhillerde, tâtil çılgınlığı içinde yok olup gidiyor. Denizin sâhile vurduğu kumsalda, yazın en sıcak günlerinde güneş altında kalmak, artık herkese sağlıklı olmanın ‘olmazsa olmaz’ı gibi geliyor. Böylesine kabul görmüş bir sağlık ilkesine karşı çıkmak ise, düpedüz seküler dünyaya karşı çıkmak olarak algılanıyor.

Yunus'un şiirleriyle yoğrulan insan için, önemli olan hayatın yalınlaştırılmasıdır sâdeleştirilmesidir.  Yalınlığın, sâdeliğin olduğu yerde derinlik vardır, hayatın hiçbir alanında, hiçbir zaman sonu gelmeyecek, bir tüketim yarışma girişilmez.

Hayatın bütün boyutlarında ortaya çıkan, görünen ve görünmeyen kirlenmeleri önlemede hiç değişmeyen maksat: Temel ihtiyaçları karşılamak ve hayatı olabildiğince basitleştirmek olmalıdır. Gösterişe açılan bütün kapılar kapatılmalıdır. Gösterişi körükleyecek her davranışın önü, hem sosyal, hem de ferdî seviyede kesilmelidir. 

Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim Efendim. Kirlenmenin kültür boyutları, bilgi kirlenmesi ve her türlü kirlenmelerin kaynağının kurutulması gibi meseleleri, bir başka röportajımızda konuşuruz inşallah. 

Bu röportajın son cümlesi olarak ne söylemek istersiniz?

Prof. Gürdoğan: Kimse alnının terinden, gözünün nûrundan, elinin emeğinden fazlasını tüketmemeli. Bütün krizlerin kaynağında üretmeden tüketenler vardır. 

Prof. Dr. ERSİN NAZİF GÜRDOĞAN:

1945 yılında Eskişehir'de doğdu. Üniversite eğitimini İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Makina Mühendisliği alanında yaptı. İşletme İktisadı Enstitüsü'nün uzmanlık programını 1968 yılında tamamladı. Devlet Planlama Teşkilatı'nda 1968 yılından 1972 yılına kadar uzman olarak çalıştı. Erzurum Üniversitesi’nde başladığı akademik çalışmalara, Maltepe Üniversitesi’nde devam etmektedir. Gürdoğan 1975'de doktor, 1987'de doçent ve 1994'de profesör oldu. Evli ve üç çocuk sâhibi olan Gürdoğan, Mâverâ Dergisi’nin kurucuları arasında yer aldı.

Gürdoğan'ın yayınlanmış kitapları:

1-Üretim Planlamasında Doğrusal Programlama ve Demir Çelik Endüstrisinde Bir Uygulama, 2-Ticarî ve Sosyal Açıdan Proje Değerlendirme Yöntemleri, 3-İşletmelerde Yatırım Yönetimi, 4-Girişimcilik ve Girişim Kültürü, 5-Hicaz'dan Endülüs'e, 6-Günler Akarken, 7-Zamanı Aşan Şehirler, 8-Teknolojinin Ötesi, 9-Kültür ve Sanayileşme, 10-Görünmeyen Üniversite, 11-İki Dünyanın Hesaplaşması, 12-New York'tan Los Angeles'a Yeni Roma, 13-Kirlenmenin Boyutları, 14-Düşünceyi Eylem Bilmek.