Ramazan ayını idrak etmekteyiz. Elhamdülillâhi teâlâ.
Ramazan… bereket ayı, mukaddes ay.
Kur’an-ı Kerim’de adı geçen ve değerine vurgu yapılan yegâne ay Ramazan’dır. Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim bu ayda indirilmiş, oruç bu ayda farz kılınmıştır. İçerisinde Kadir Gecesi bulunmayan bin aydan daha hayırlı, Kadir Gecesi bu aydadır. Bu ayda yapılan iyiliklerin, farz ibâdetlerin değeri, diğer aylarda yapılanlardan kat kat fazladır.
Ramazanda oruç tutanlar, oruçlu iken öfkesini yenebilenler ve hoşgörülü hareket edebilenler mutlaka kârlıdırlar.
Ramazan ayının önemi, bu ayın bütün günlerinde oruç tutulabilmesinden kaynaklanmaktadır.
Oruç, ibâdetlerin özü, Cenab-ı Allah rızâsı için yapılan ibâdetlerin en hâlisidir. Mükâfatı da Allah azze ve celle tarafından verilecektir.
Oruç; nefsi, temâyül ettiği kötülüklerden korur. Bu sebeple oruç, insanı temizleyip yüceltir, kulluk görevlerini ifaya yönlendirir. En güzel, en hâlis ibâdet oruçtur.
Sonsuz merhamet sâhibi Rabb’imiz, bütün sene boyunca serbest bıraktığı kullarını, bir aylık oruç ibâdetiyle mükellef kılmıştır. Oruç ile, kısa süreli bir irâde imtihanına tâbi tutuluyoruz. İmtihandan başarı ile geçerken hem sağlığımızı kazanıyor hem de sâhip olduğumuz nimetlerin farkına varıyor, değerini kavrıyoruz. Bütün bunlar olurken ayrıca, günahlarımız affediliyor. Kazancımız çok, kaybımız ise hiç yok.
Bir Hadis-i Kutsî’de; ‘İnsanoğlu’nun yaptığı bütün ameller kula aittir. Bir amel yapar, kat kat sevap alır. Ancak oruç için sınır yoktur. Çünkü sevâbı bana aittir, onun mükâfatını sınırsız olarak ben vereceğim!’ Buyurulmaktadır. Oruç ibâdetine gösterişin, riyanın ve şirk’in zerresi karışmaz.
Yüce Allah, biz insanları yerlerde sürünen, çöplüklerden beslenen yaratıklar olarak da dünyaya gönderebilirdi. İnsan olarak dünyaya gönderildiğimiz için gücümüzün yettiğince şükretmeliyiz. Oruç en mükemmel şükretme yoludur.
Ramazan faziletlerinden nasibiniz bol olsun değerli okuyucularım.
* * *
RAMAZANDA, HOŞÇA VAKİT GEÇİRTECEK, AYNI ZAMANDA DÜŞÜNDÜRECEK EDEPLİ ESPRİLERE DE İHTİYAÇ VAR. BİR DOSTTAN GELEN, KİM TRAFINADAN KALEME ALINDIĞI BELİRTİLMEYEN BİR YAZIYI BU AMAÇLA SUNUYORUM:
Her ne kadar insanoğlu türlü akılsızlıkları eşeklikle nitelendirse de eşek, hiç de aptal olmayan sevimli bir yaratıktır.
Mesela eşek, iyi bir yol mühendisidir. Yokuşları en fazla % yedi eğimle ve kısa mesafelerde virajlar alarak çıkar.
Bu konuda çoğumuzun bildiği meşhur bir Anadolu fıkrası vardır:
1950'li yıllarda Türkiye’ye, Amerikalı mühendisler gelmiş. Bir kısım imar çalışmalarına rehberlik ediyorlarmış. O zamanlarda yol güzergâhını belirleyecek alet yok, eleman yok. Nafi'a mühendisleri eşeği yokuşa sürüyorlar, arkasından elemanlar eşeğin ayak izlerine kazık çakıp istikamet belirliyorlarmış.
Bunu gören Amerikalı mühendis, sormuş:
- Ne yapıyorsunuz böyle?
- Rampada yolun güzergâhını belirliyoruz.
- Nasıl yani, anlayamadım?
- Eşek % 7’den fazla eğimi olan yolda yürümez. Yürüdüğü yol mutlaka % 7 eğimli olur. Biz de eşeğin izinde kazık çakıp rampada yol güzergâhı belirliyoruz demişler.
Amerikalı önce katıla katıla gülmüş. Sonra da elindeki arazi âleti ile belirlenen güzergâhın eğimini ölçmüş. Tam % 7. Bu defa tekrar sormuş:
- Peki, eşek bulamayınca ne yapıyorsunuz?
Türk işçi, Amerikalının alay edercesine gülmüş olmasından alındığı için cevabı mânidar olmuş:
- Amerika'dan mühendis getirtiyoruz.
* * *
Eşek iyi bir kılavuzdur: Gittiği bir yolu hiç unutmaz ve o yoldan şaşmaz. Bu sebeple deve veya katır kervanlarının önüne daha önce bu yoldan gitmiş bir eşeği kılavuz olarak koyarlar.
Evet, eşek akıllıdır, bir defa düştüğü çamura bir daha, asla düşmez.
Şimdi bir de, hayatı boyunca aynı çamura defalarca düşen insanları düşünelim…
Nice ramazanlara; sevdiklerinizle ve sevenlerinizle sağlık ve huzur içerisinde erişmenizi dilerim.
BOZKURT HAKKINDA…
ADİL MİRMAHMUTOĞLU
Türkler Neden Gök Yeleli Bozkurt'u Sembol Seçti?
Ruslar ayıyı, İngilizler aslanı, Amerikalılar kartalı, İspanyollar boğayı millî sembol saymışlar.
Biz? Neden başka bir hayvan değil de Gök yeleli Bozkurt'u sembol edindik?
Bozkurt'un özelliklerini temel olarak şu şekilde sıralamak mümkündür:
1-Bozkurtlar atasına bağlıdır; Bozkurt sürüsünden ayrılan bir erkek bozkurt karşılaştığı bir kara kurt sürüsüne girer.
Girdiği sürünün liderliğini alır;
2- Bozkurt esâreti kabul etmeyen bir varlıktır. Hürriyetine düşkündür. Bozkurt'un boynuna tasma takılamaz, kafese konulamaz. Yakalandığında gırtlak kısmında bulunan öd denen keseyi parçalar ve intihar eder.
3-Dünyada evcilleştirilememiş tek hayvan olma unvanı Orta Asya bozkurtlarındadır.
4-Bir bozkurt sâdece yiyeceği kadarını avlar ve yavrusu olan bir hayvana saldırmaz, avlamaz.
Bozkurt ölü hayvan eti yemez. Kendi avını kendisi avlar. Başka hayvanların avladığını yemez.
5-Bozkurtlar eşlerini kıskanırlar. Bozkurt dişisi asla başka bir bozkurtla çiftleşmez. Hayatı boyunca tek eşi olur. Eşi ölmeden başka eş aramaz.
5-Bozkurt sürüsü düşmünü önce sağdan ve soldan giden öncüler vasıtasıyla, sonra da göbekten gelen ana kuvvetle saldırırlar.
Bozkurt cesaretli ve ölümüne mücadele eden bir yapıya sâhiptir.
6 - Bozkurtların bir lideri vardır ve sürü o liderin emrinden çıkmaz. Bozkurt liderine bağlıdır, dinlenme anında lideri etrafında koruma tedbirleri alır.
7-Bozkurtlar teşkilat disiplini içerisinde bir hayat yaşarlar. Plansız hareket etmezler, avlanmazlar.
8-Karda yürüyen 40 Bozkurtu tâkip etseniz ancak, beş, altı ayak izi görebilirsiniz, dikkatli ve disiplinli yürürler. Grup, önde giden lider bozkurt'un ayak izlerine basarak ilerler.
9-Bozkurt yavrusunun annesi ve babası öldüğünde, başka bir bozkurtu çifti onu evlat edinir ve kendi yavruları gibi bakıp büyütürler.
10-Bizim sembolümüz, Gök yeleli bozkurttur; yani GÖKBÖRÜ.
Bu kurt türü sadece Orta Asya dolaylarında yaşamaktadır.
Türk milleti Bozkurt'u bu taşıdığı özelliklerden dolayı kendine sembol edinmiştir.
11- Türk milleti asırlarca bozkurt'laşan şahsiyetler yetiştirmiştir.
KUDÜS, ABD, SUUDİ ARABİSTAN VE SÂİRE…
Kral Faysal bin Abdülaziz, Kudüs ve Filistin toprakları üzerindeki İsrail işgaline karşı, Müslüman halkları cihada çağırdığında takvimler 1969’u gösteriyordu. Suriye ve Mısır bu çağrıya cevap vererek 1973’de Kudüs’ün işgalden kurtarılması için Arap ülkelerinin yardımını da alarak 1973’de İsrail’e savaş açar. Suudî Arabistan, batıya akan petrol vanalarını kapatır ve tüm dünyada ‘petrol krizi’ baş gösterir.
Krizi görüşmek ve çözüme kavuşturmak üzere ABD Dışişleri bakanı Henry Kissinger, Suud Kralı Faysal’ı ziyârete gider. Görüşme, kralın sarayında değil, sahranın ortasında bir çöl çadırında gerçekleşir. Misafirine karşı pek de konuksever davranmayan Kral Faysal’ın sofrasında hurma ve deve sütü vardır. Kissinger’in ‘Eğer ambargoyu kaldırmazsanız biz de petrol kuyularını vururuz!’ tehdidine karşı Kral Faysal, târihe geçen şu cevabı verir: ‘Tabii ki petrol kuyularımızı bombalayabilirsiniz. Fakat unutmayınız ki, biz ve atalarımız hurma ve deve sütüyle yaşıyorduk, yine öyle yaşayabiliriz; ancak artık siz petrolsüz yaşayamazsınız.’
Bu olaydan kısa bir süre sonra Kral, kendisiyle aynı ismi taşıyan yeğeni tarafından hem de kendi sarayında, kafasına sıkılan iki kurşunla öldürüldü. Katil yeğen Faysal bin Musaid, Amerika’da kolej ve üniversite eğitimi görmüştü. Önce akli dengesinin yerinde olmadığı söylendi ise de sonrasında idam edildi.
Kral Faysal’ın öldürülmesinden sonra petrol vanaları açıldı ve petrol krizi sona erdi. İsrail, Amerika’nın da yardımı ile Suriye ve Mısır’a karşı yürüttüğü savaşı kazandı. Kudüs işgalden kurtarılamadığı gibi Filistin toprakları da peyderpey eriyip gitti. 1975 târihinde gerçekleşen bu suikasttan sonra hiçbir Suud kralı, sarayından çıkıp da çölde yaşamayı göze alamadı. Hurma ve deve sütü ise mükellef saray sofralarının nostaljik birer katığı olarak kaldı. Batıya akan petrolün vanası ise hiç kapanmadı.
LOKMAN ÖZTÜRK tarafından iktibas edilmiştir.
OLAMAM
Bir çocuksam
Kucaksız
Oyuncaksız
Bir delikanlıysam
Atsız
Pusatsız
Olabilirim
Bayraksız olamam.
Taşıp yirmi yaş dileklerimden
Ufuk ufuk süzülen
Bir gemiyim ben...
Rüzgârsız kalabilirim
Yelkensiz olabilirim
Bayraksız olamam.
Eşsizsem, yalnızsam
Kısmetini bekleyen bir genç kızsam
Ve gelirse eğer mutlu günüm
Yapılırsa bir gün düğünüm
Telsiz, duvaksız olabilirim
Bayraksız olamam.
İster erkek ister kadın
Çocuğuyum bu vatanın
Ve gazada can borcuyum
Serhatte kale burcuyum
Susuz olabilirim
Uykusuz olabilirim
Bayraksız olamam.
Ölürsem taşım, yazım
Kaygı olmasın yakınlarıma
Bir şey istemem.
Yeter ki ay doğsun mezarıma
Taşsız olabilirim
Yazısız kalabilirim
Bayraksız olamam.
Konaksız, saraysız,
Evsiz, yuvasız, köysüz
Kalabilirim
Sevdiklerim gidebilir
Sevenlerim ihânet edebilir
Her şeysiz kalabilirim
Her şeysiz olabilirim
Bayraksız olamam
Bayraksız olamam.
Bizans önlerinde bir yeniçeri
Kılıç tutar, bayrak tutar elleri
‘Bu kimdir?’ diye sorarsan
Benim
Ulubatlı Hasan
Benim...
Ellerim kesilebilir
Ayağım eksilebilir.
Ve oklar delebilir, ateşler eriyip
Yakabilir beni
Kollarım kanatlarım bir bir
Bırakabilir beni.
Kolsuz olabilirim
Kanatsız olabilirim
Bayraksız olamam
Bayraksız olamam.
ÂRİF NİHAT ASYA
FERİDÜDDİN ATTAR* Diyor ki:
Akılsızlık alâmeti dörttür;
1-Ahmağa fikir danışmak,
2-Câhile para vermek,
3-Dostların öğütlerini dinlememek,
4-Dünyadan ibret almamak...
Dört şey bedbahlık işaretidir;
1-Cahillik
2-Tembellik
3-Kimsesizlik
4-Nekeslik (kimseye iyiliği dokunmamak)
*Feridüddin Attar:
Mutasavvıf şâirdir.
İsmi, Muhammed bin İbrahim’dir. 1119 senesinde Nişabur’da doğdu. Bir müddet baba mesleği olan attârlık yapıp ilâç, esans îmâl edip sattığı için, Feridüddîn-i Attar diye tanındı. Dönemin büyük âlimlerinden dersler aldı. Kelâm, fıkıh, tefsîr ve hadis gibi din ilimlerini, Arabî, sarf, nahv gibi âlet ilimlerini ve fen bilgilerini öğrendi. Hallac-ı Mansûr, Ebu Said-i Ebül-Hayr gibi geçmiş evliyâdan aldığı feyzlerle yetişti. Şeyh Mecdüddîn gibi o devirdeki velîlerin sohbetlerine kavuştu. Kalan ömrünü Allahü teâlâya ibâdet etmek, tasavvuf büyüklerinin hâl ve hayâtlarını anlatarak, onları insanlara sevdirerek ve kitap yazarak geçirdi.
1229 senesinde Nişâbur’a gelen Moğol askerlerinden birinin vurduğu kılıç darbesiyle şehit edildi.
Eserleri:
Ferîdüddîn-i Attâr, evliyânın hayât ve menkibelerini ihtivâ eden Tezkîret-ül-Evliyâ’sı ve güzel şiirleri ihtivâ eden eserleri ile meşhurdur. Ferîdüddîn-i Attâr’ın yazdığı şiirlerinde üstün bir akıcılık, incelik, nasîhatlerinde büyük bir tesir, ârifâne sözlerinde akılları hayrette bırakacak bir hâl vardır. Eserlerinin biri hâriç, hepsi manzumdur.
İZMİR’İN İŞGALİ
Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri, zafer sarhoşluğu içerisinde idiler. 15 Mayıs 1919 târihinde İzmir’i Yunanlılara işgal ettirdiler. İtalyanlar İzmir’i istiyorlardı. Şehri İtalyanlara kaptırmak istemeyen İngiltere ve Fransa, Yunanistan’ı, İzmir’i işgal etmeye teşvik eti. Yunan kuvvetlerinin başında Miralay Saphirapolis adında bir katil vardı. O sırada Awerof ve Limnos zırhlısı da İzmir Liman’ında idi. Yunan barbarları, karaya çıkar çıkmaz, fes giyen veya ‘Yaşasın Venizelos’ diye bağırmayan herkesi, çocuk – ihtiyar, silâhlı – silâhsız ayırımı yapmaksızın öldürmeye başladılar. 17. Kolordu Askerlik Dâiresi Reisi Süleyman Fethi Bey ile Gazeteci Hasan Tahsin ve berâberindekilerin şahadeti ilk ayak basış esnasında oldu. Yaşanan vahşet, ortaçağ barbarlıkları ölçüsünde idi. O gün, şehirdeki Türk askerlerinin tamâmı esir alındı. Bütün gün, yağma ve katliam ile geçti. Medenî Avrupa, Hıristiyanlık adına yapılanlardan gurur duyuyordu.
Müttefiklerin, işgalin İzmir ile sınırlı kalmak kararına işgalciler uymadılar. Aynı gün Muğla, sonraki günlerde de Urla, Çeşme, Torbalı, Menemen, Manisa, Bayındır, Selçuk, Efes, Aydın, Ayvalık, Tire, Nazilli, Akhisar ve Bergama şehirleri de işgal edilip yağmalandı. Sivil halktan silâhsız ve savunmasız binlerce kişi âdi cinâyet olaylarıyla katledildi.
Mondros Mütârekesi ile ordu dağıtılmış, İstanbul işgal edildiğinden hükümet ve pâdişah esir konumuna getirilmiş olduğu için uygulanan vahşete engel olacak resmî güç yoktu.
Yunanlılar, İzmir’e çıktıktan sonra taşkınlıklara, azgınlıklara, yerli Rumlarla beraber halka aşağılık davranışlarda bulunmaya başlamışlardı. Olaylar bu ağırlıkla devam ediyor, İtilaf Devletleri temsilcileri gözleriyle gördükleri çirkin ve facia haline gelen hareketlere karşı ilgisiz kalıyorlardı.
Mondros Mütârekesi gereğince Türk ordusunda yedek subayların tamamı, erlerin çoğu terhis edilmişlerdi. İzmirliler ve İzmir’in işgal edildiğini öğrenen diğer bölgelerdeki insanlarımız moral çöküntüsü içerisindeydi. Askerî birlikler çok zayıftı. Silahsız subaylar ve onların etrafındaki sivil vatanseverler; savunma yapmak, direnişe geçmek istiyorlardı. Yer yer Kuvayı Milliye müfrezeleri kurulmaya başlamıştı. Bu işi ilk kavrayanlardan Ödemiş Kaymakamı Bekir Sâmi, İtilaf Devletleri temsilcilerine protesto telgrafı çekmişti. Telgrafta, Paris Barış Konferansı’nın İzmir hakkında aldığı kararın bir cinayet olduğunu, artık kalemlerin değil, silahların konuşacağını bildirmişti. Bölgedeki kaynaşmaları belirttikten sonra, Yunan işgal kuvvetleri İzmir'den çekilmediği takdirde dökülecek kanların sorumluluğunu İtilaf Devletlerine yükleneceğini beyan ediyordu.
Bu olaylar zinciri içinde Ödemiş'te, Ayvalık'ta, daha sonra Salihli bölgesinde ordu birlikleriyle beraber düşmana karşı dövüşmek ve vatanı savunmak üzere milis kuvvetleri kurulmuştu. Bunların başında subaylar ve bazı sivil kişiler vardı. Böylece Kuvayı Milliye doğmuş ve millî mücadele için ilk olarak Ayvalık'ta, Ödemiş'te, Aydın ovalarında düşmana ilk kurşunlar atılmıştı.
İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinden dört gün sonra 19 Mayıs 1919 da Mustafa Kemal Paşa da Samsun'a çıkmıştı. O’nun kararı, Milletin egemenliğine dayanan kayıtsız şartsız bir Türk Devleti kurmaktı. Bu kararın dayandığı fikir ise, haysiyet, şeref ve izzetinefsine düşkün olan Türk Milletinin millî varlığı ve bağımsızlığı uğruna katlanacağına inandığı fedakârlıklardı. Bu güven ile ‘ya bağımsızlık ya ölüm.’ Diyerek mücadeleye atılmak, problemin çözüm yolu gözüküyordu. Bu fikir ve davranış konunun gerçek psikolojik yönü idi…
Anadolu’daki din adamlarının câmi imamlarının çoğu da Millî Mücâdele’ye destek veriyordu. Bunlar görevlerini, yalnız ibâdet ve vaazler yolu ile de değil, Müslümanları düşmana karşı koymaya dâvet etmek şeklinde de yapıyorlardı.
Memleketi gerçekten seven, dinin esaslarını iyi bilen birçok din adamının Millî Mücadele’ye önderlik ettiği görülmüştür. Bunlardan biri, Denizli Müftüsü’dür. Müftü Efendi, şehir halkına hitâben yaptığı konuşmada;
‘Her ne pahasına olursa olsun, Yunanlılara karşı koymak gerektir. Onların işgal ettiği topraklarda yaşayanlar için savaşa girişmek farz-ı ayındır. Ben fetva veriyorum, silah ve cephane azlığı veya yokluğu kavgaya engel olmayacaktır. Hiç bir müdafaa vasıtası olmayan bir Müslüman yerden üç taş alarak düşmana atmağa mecburdur.’ Diyordu.
Saray ilçesinin müftüsü ise şu konuşmayı yaptı:
‘Üzerimize düşen vazife memleketimizi muhâfaza ve müdâfaa etmektir. Düşman istilası olan yerde cihad farz-ı ayındır. Biz mukavemet etmezsek, Padişahın emrinden ayrılmış oluruz. Boşu boşuna oturmuş olursak, miskinlik ve zilleti kabul etmiş bulunuruz. Cihad'ın en güzel tarafı, İslamiyet’in şerefini yükseltmesindedir.’
Ayrıca birçok yerde, Müdafaayı Hukuk Cemiyeti içinde din adamları, Millî Mücâdele’yi destekleyerek çalışmışlardır.