Geçtiğimiz çarşamba günü Milliyet’te yer alan bir haber, Hıristiyanlığın geleceği açısından önem taşımaktadır. Bu haber, aslında Batı’da sıkça görünen din değiştirmek veya tamamen ateistleşmek şeklindeki haberlerin bir benzeri ise de, bunu ilginç kılan; bir Protestan kilisesindeki papazın dinsizliği vaaz etmesi ve bağlı olduğu kilise meclisinin de bu vaaza müsaade etmesidir. Kilise meclisi, cemaatin şikâyeti üzerine belirtilen vaazı incelemiş ve “Tanrı’nın olmadığını iddia etmek, teolojik tartışmanın bir parçasıdır. Böyle bir fikir, kilisenin temellerini zedelemez” şeklinde karara bağlamıştır. Kilise meclisinin yanlışa düştüğü bir şey var ki o da, teolojinin Tanrı’ya duyulan inancı haklı göstermeye çalışan bir disiplin olduğunu belirtmemektir. Kilisenin temeli de Tanrı’nın varlığı inancını yaşatmaktır. Bir din görevlisinin, üstelik de bir ibadethanede dininin aleyhine vaaz vermesini dinen kabullenmek, o dinin inançlarının şüpheli olduğunu ilan etmektir. Nitekim meclisin o kararı karşısında söz konusu papaz da, “Beni meslekten ihraç etmeyip de kalmama izin veriyorlarsa, kilisenin temelleri işe yaramıyor” diyerek zaferini(!) ilan etmiştir. Bilindiği gibi, her ne kadar Batı’nın günümüzde ulaştığı bilim-teknik ve insan hakları alanlarındaki seviyenin, “Protestan medeniyeti” (1) diye tanıtıldığına şahit oluyorsak da, aslında Protestanlığın yaptığı, Hıristiyanlığı sosyopolitik açıdan etkisizleştirmek olmuştur. Katolik ve Ortodoks kalan ülkelerde ise, kiliseye karşı verilen mücadele “Seküler” ve “Laik” diye adlandırılan sistemlere geçmek şeklinde olmuştur ki, bu sistemlerde Hıristiyanlık, dünya işlerinden tamamen dışlanırken ülkeden ülkeye değişen ölçülerde din üzerine bir baskı da kurulmuştur. Komünist ülkelerde dinin tamamen yasaklanması, bu baskının en sivri uygulamasıdır. Şüphesiz ki bu uygulamaların en büyük sebebi, bütün ortaçağ boyunca hem Katolik hem de Ortodoks Hıristiyanlığın bilim ve düşünceler üzerindeki acımasız tahakkümüdür. Özellikle Katolik Hıristiyanlığın, ortaçağ boyunca birçok bilim adamını sırf bilimsel çalışmalarından dolayı engizisyon mahkemelerinde yargıladığı herkes tarafından bilinmektedir. O bilim adamları arasında, Philipp Giordano Bruno’nun engizisyon kararıyla yakılarak öldürülmesi; Galileo Galilei’nin ise canını zor kurtarabilmesi, o dönemin uygulamalarının örnekleri olarak insanlığın hafızasında yer etmiştir. Şu da belirtilmesi gereken bir husustur ki; Batı tipi milliyet teorilerinin dilden sonra esas aldıkları dayanak olan “soy” kavramı da, Hıristiyan inancına çok da yabancı değildi. Zira Hıristiyanlık da insanları, “Hür kadının çocukları ve köle kadının çocukları” olmak üzere, soya dayalı iki kategoriye ayırıyor ve hür kadının çocuklarının da hür, köle kadının çocuklarının da köle olmasını uygun buluyordu (2). Hıristiyanlık, Hıristiyan toplumdaki farklılıkları da, “iş görenler ve efendiler” şeklinde tasnif ediyordu. Daha sonraları bir “ırk” ismi haline dönüşen “Sakson” kelimesi bile, 1860’tan önceki Estonya’da feodal beyler kastedilerek “Lord” ve “Efendi” anlamlarında kullanılıyordu (3). Bugünkü Batı medeniyetinin temeli olarak gösterilen Protestanlığın kurucusu Luther bile, insanların efendi-köle şeklinde tasnif edilmesini ve “köle” dediği halk yığınlarının, “efendi” dediği “asiller”e kayıtsız-şartsız itaat etmesini emrediyordu (4). Bu gibi sebeplerden dolayıdır ki, Aydınlanma döneminin filozoflarından Jean-Jacques Rousseau, “Gerçek Hıristiyanlar, köle olmak için yaratılmışlardır” demiştir (5). Görüldüğü gibi, Avrupa’nın modernite döneminde sahneye sürülen “aydınlanma” akımındaki Hıristiyanlıktan kaçışları haklı kılacak birçok sebep vardır. Bu kaçışı zarurî gören aydınlanma filozofu Immanuel Kant, insanların asıl hürriyetinin dinî dogmalardan kurtulmakla mümkün olacağını ileri sürüyor ve din adamlarını da bu yönde vazifeye çağırıyordu. Kant, bir papazın vazifesi icabı dine uygun vaaz vermesini kabul ediyordu ama bir aydın olarak dindeki yanlışlıkları da halka anlatması gerektiğini telkin ediyordu (6). Bu yazımıza konu ettiğimiz, Hollandalı Papaz Klaas Hendrikse ise, Kant’ın telkininden de ileri gitmiş, doğrudan doğruya dinî vaaz verirken “Tanrı’nın olmadığı” şeklindeki inançsızlığını dile getirmiştir. Tevafuka bakın ki; ateist bir filozof olan Nietzsche, Protestanlığın kurucusu olan Luther’in Hıristiyanlığı sosyopolitik hayattan çekmekle yok olmaktan kurtarmış olduğunu ileri sürüyor ve onu “Hıristiyanlığı işi bitirilemeyen bir şey” haline getirmekle suçluyordu (7). Şimdi, Papaz Hendrikse’nin Tanrı’yı inkârcı vaazları ve o vaazları teolojik çerçevede geçerli kabul eden kilise meclisinin kararı, Hıristiyanlığın yaşamasında tek etkili faktör olarak gösterilen Protestanlığın da gücünün tükenmek üzere olduğunun sinyallerini vermektedir. Elbette ki, Hıristiyanların inandığı Tanrı, Müslümanların inandığı Allah’tan çok farklıdır. İslamiyet’te ne üçleme, ne de yukarıda örneklerini verdiğimiz şekilde insanları köleleştiren zihniyet vardır. O itibarla, kendilerinin inandıkları Tanrı’yı savunup savunmamak da Hıristiyanların karar verecekleri bir iştir. ----------------------- 1- Francis Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan, çev. Zülfü Dicleli, Simavi Yayınları, İstanbul, tarihsiz, ss. 14–19 2- İncil, Kaya Basım Yayım Dağıtım Ltd. Şti, İstanbul, 1996, Pavlus’un Galatyalılara mektubu, 4. Bölüm 3- Eric Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik, çev. Osman Akınhay, 2. basım, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1995, s. 67 4- Erol Güngör, İslâm’ın Bugünkü Meseleleri, 2. basım, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1983, ss. 63–64 5- Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev., Turhan Ilgaz, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2006, s. 207 6- Immanuel Kant, Seçilmiş Yazılar, çev. Nejat Bozkurt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1984, ss. 216–217 7- Friedrich Nietzsche, Deccal, çev. Hüseyin Kahraman, Yönelim Yayıncılık, Ankara, 1992, ss. 114–116