Din Sosyolojisi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. YÜMNİ SEZEN İle Türklerin Müslümanlaşma Sürecindeki Gelişmeleri konuştuk. 

Oğuz Çetinoğlu: İnsanlar, neden bir dine bağlanmak ihtiyacını hissederler?

Prof. Dr. Yümni Sezen: Kurumlaşmış dinde fıtrî ve gerçek sebep aidiyet duygusudur. İnsan, aidiyet duygusu olmadan yaşayamaz. Diğer canlı varlıklarda da seviyelerine göre ve içgüdüsel olarak aynı mekanizma mevcuttur. Bir arslan arslan sürüsüne, arslan yavrusu arslan ailesine yönelik aidiyet içgüdüsüne sahiptir. Arslan fillerin arasında, tilki de arslanlar arasında yaşayamazlar. Böcekler kendi dünyalarında birliktedirler. İnsan en yakından en uzağına kadar halka halka genişleyen aidiyet duygusu içindedir. Aile, sokak, mahalle, kasaba, şehir, millet, ülke ve insanlık bu halkaları teşkil eder. Biyolojik, psikolojik, sosyal-psikolojik, kültürel, ideolojik aidiyete tabidir. İnsan aynı zamanda manevî birlikteliğe ait bir aidiyet duygu ve düşüncesi taşır. İnsanın din, mezhep ve benzeri kavramlardan bağımsız, aidiyetsiz, tek başına, dağda veya ormanda yaşar gibi yaşaması imkân dışıdır. 

Çetinoğlu: Ateistler?

Sezen: Ateistler yalnız değillerdir. Bir sosyal gruba, bir kültür grubuna aittirler. Sadece bir noktada, elbette önemli bir noktada ret ve inkâr içine düşmüşler, Yüce Varlık yerine başka bir şeyi tabiatı, ilmi, insanlığı vb. koymuşlardır. Kültürel olarak farkında olmadan, inkâr ettikleri kurumun içindedirler. Adlarıyla, alışkanlıklarıyla, törelere ait olmalarıyla bu açıkça görülür. Sadece Mutlak Varlığı tanımadıklarını iddia etmektedirler. Psikolojik olarak gerçekte ‘sırf inanma’ yönelişlerinin dışında değillerdir. 

Çetinoğlu: ‘Korku insanı dindar yapar’ Denilir. Bu söz herhalde korku hâlindeki insanların duaya yöneldiklerini veya geçici olarak dindar görünenleri ifade ediyor olmalı. Bu konudaki yorumunuzu alabilir miyim Hocam?  

Sezen: İnsanlar baskı altında dine girmezler ve girmemişlerdir. Zorlama ile iman bir arada olmaz. Bu iş ‘inanma’nın tabiatına aykırıdır. Onun için İslam ‘dinde zorlama yoktur’ demiştir. İnanma veya inanmama yönünde baskı, ancak takiyye (*) denen şeyi doğurur ki bu da geçicidir. Bunu da anlayış ve yorum farklılıklarıyla karıştırmamak gerekir. Takiyye anlayış ve yorum farklılıkları türünden değildir. 

Çetinoğlu: Konuyu biraz daha açar mısınız?

Sezen: Korkuyla, baskıyla, takiyye altında biri Müslüman görünmüş olabilir. Fakat bunlar ferdî olaylardır. Ferdî olaylar psikolojiyi ve önemli kişiler ve kişilikler ise tarihi ilgilendirirler, fakat sosyolojiyi ve sosyoloji kanunlarını ilgilendirmezler. Ferdî olaylar imana dönüşmezler. Niyetler de sosyolojik olay değillerdir. İyi niyetler birikimi sosyolojik olaya dönüşür, kötü niyetler birikimi ise engelleyici sosyal olaylardır. Bu açılardan bakınca Türkler veya başka bir kavim, ‘zorla Müslüman olmuştur’ diye bir sosyolojik izah yapılamaz. Vuku bulanlar ferdî olaylardır. Kültür asimilasyonundan söz edilebilir. Fakat bu durum Müslüman olanlar için de vuku bulabilir, Müslüman olmadan da gerçekleşebilir. Lübnan halkının yarısı Hıristiyan, yarısı Müslüman’dır. Her iki grup da Arap kültürüyle asimile edilmişlerdir.

Çetinoğlu: Arap orduları karşısında ölüm tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş olmak, Türklerin İslamiyet’i kabullerine vesile olmuş olabilir mi? Ne sebeple?

Sezen: Türkler başlangıçta fert fert, isteyerek ve gönülden Müslüman olmuşlardır. Bu durum İslam’ın ilk yıllarında Mekke ve Medine’ye kadar uzanmıştır. Az sayıda da olsa Türk kökenli Araplaşmış Müslümanlar buralarda görülmektedir. İlk şehit kadın (Sümeyye) köken itibarıyla Türk idi (Pami-Pamuk). O devirde Araplaşmış daha başka Türkler de vardı. Bunlar İranlı Selman gibi, araya araya oralara gitmiş ve Müslüman olmuşlardı. Rum asıllı Süheyl de öyle idi. (Süheyl-i Rumi) 

Çetinoğlu: Türklerin İslamiyet’i kabullerinde etkili olan unsurlar konusunda bilgi lütfeder misiniz?

Sezen: Türklerin büyük kitleler halinde Müslüman olmaları, asırlarca süren sessiz arayışın patlamasıdır. Bunun vesilesi de ya Talas Meydan Savaşı gibi ölüm kalım meselesi veya Hakan’ın Müslüman olarak yol açması olmuştur. Çinlileşmeye her zaman karşı çıkan Türkler, Müslümanlığı tercihte hem dünyevî (hayatî) hem uhrevî kazanç görmüşler, altta yatan ruhî kaynayışın sonucuna ulaşmışlardır. 

İslam merkezine yakın olanların, Türklerden önce Müslüman olmaları, özellikle o gün için son derece tabiidir. Burada rol oynayan faktörlerden biri coğrafya, diğeri kültür birliği veya yakınlığıdır. Aynı kavimden veya benzer kültürden olmanın garantisi yoksa da avantajı vardır. Türkler hem coğrafya olarak uzak, hem Arap kültüründen farklı bir kültür sisteminde idiler. Buna rağmen Müslüman olmaları kolay olmuştur. Bunda arayışın rolü baştadır. (Sürekli din değiştirmeleri ve çeşitli dinlere girmeleri bunun işaretidir). 

Gök Tanrı anlayışı da sebep olmuştur (Yukarıda, yüce vb. anlamlarla). Putperest olmamaları da rol oynamıştır (Şamanizm putperestlik değildir). Türkler üzerinde şimdi kestiremeyeceğimiz daha çok çeşitli faktörler vesile olmuştur. 

Çetinoğlu: Türklerin Müslümanlaşma sürecinde Emevilerin tesiri nedir? 

Sezen:İkinci Ömer’ olarak anılan Ömer bin Abdulzaziz dönemi hâriç tutulursa Emeviler; yayılmacıdırlar. Toprak fethetmek, fethettikleri bölgelerde zenginlikleri Şam’a taşımak, savaş yeteneklerine hayran kaldıkları Türkleri saray korumasında kullanmak gibi emellerle hareket etmişlerdir. Kavimci, hatta aile taassubu içerisinde davranmışlardır. Kavimciliği İslam’dan önde tutmuşlardır. Diğer kavimler üzerinde olduğu gibi, Türkler üzerinde de olumsuzluklara ve tepkilere sebep olmuşlardır. Türkler, Kuzey Afrika’da ve daha bâzı yerlerde olduğu gibi Araplaşmamıştır. Buna rağmen olumsuzluk ve tepkiler, onlar arasında da vuku bulmuş, İslam’ın iki kol hâlinde ilerlemesine yol açmıştır.

Çetinoğlu: Türklerin tepki göstermesinin sebebi nedir?

Sezen: İlk dört halifenin ve ilk Müslümanların yaşadıkları saf dinî hayattın geniş ölçüde zıddını yaşıyorlardı. Bu sebeple Emevi saltanatının yöneticilerine tepki göstermişlerdir. Emeviler devrinde din ve devlet birliği bozulmuştu. Onların idare hukuku, bilinçli bir şekilde şeriata dayalı olmadığı gibi, devleti de başta şahsî iktidar aracı olarak kullanmışlardır. Şahsî hayatları, bütünüyle İslam’a aykırı olmamakla berâber, ümmetin dinî önderlerinin beklentilerini ve taleplerini karşılayamıyordu ve ideallerden uzaktı. Ömer b. Abdülaziz dönemi de vaziyeti kurtarmaya yetmedi. 

Çetinoğlu: Hz. Ali-Muaviye kavgasının, Sünni-Şii ayrışmasına yol açtığı ileri sürülüyor… 

Sezen: Türkler bu ayrışmanın dışında kaldılar. Ayrışmanın bir kolu Türklerde Şiilik şeklinde olmamış, Alevîlik-Bektaşîlik ve benzer bâzı tarikat ve mezhepler tavrıyla ifâde edilmiş, bu çizgide bir süreç oluşmuştur. 

Alevi-Bektaşiler yanında ve seküler çevreler gözünde Sünniliğe, Türk Sünniliği de dâhil, ‘Arap yorumu’ diye bakılmaktadır. Bu kanaat tartışılabilir ve doğruluğu da kesin değildir.  

Çetinoğlu: Arap-Fars ayrışmasında Türklerin yeri ne oldu?

Sezen: Türkler, Sünni çizgide bulunanlar dâhil, Hz. Ali ve evlatları lehine tavır ortaya koşmuşlardır. Diğer tarafın haksızlığına vurgu yapmaktan geri kalmamış, fakat bunu dinî alana taşımamaya çalışmışlardır. 

Çetinoğlu: Bu durumda Türk Sünniliği Arap tesirinin sonucu olmadı denilebilir mi?

Sezen: Kesinlikle böyledir. Türk Sünniliğini Arap tesiriyle açıklamak ve bu tesirle millî kimliğin zarar gördüğünü iddia etmek, tarihî ve sosyolojik gerçeklere uymaz. Ancak, farklı ideolojik tavırların iddiası olarak kalır. 

Çetinoğlu: Türk-İslam ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz? 

Sezen: İslam dünyası nasıl Türkler sâyesinde dinamiklik kazanmış ve yüksek yeviyelere erişmişse, Türkler de İslamiyet sâyesinde millî kimliklerine daha çok sâhip çıkmışlardır. Küçük gruplar ve devletçikler hâlinde birbiriyle didişen, çeşitli dinlere girip çıkan Türkler, kaybolup gitmeye mahkûm olmaktan, İslamiyet sâyesinde kurtulmuşlardır. İslamiyet’ten önce batıya giden Hıristiyanlaşmışlar, kimlik anlamında yok olup gitmişlerdir. Şurası kesindir: Eğer Türkler Müslüman olmasalardı, bugün hepsi Hıristiyanlaşmış yahut Çinlileşmiş olacaktı. Özellikle Rus Ortodoksluğu ve batı Hıristiyan kolları, Türkleri yutardı. Uzun süre Rus işgallerine rağmen İslam sâyesinde Türklüklerini muhafaza ettiler. Kürklerin millî kimlik meselesindeki bâzı zaaf noktalarını ve uğradıkları zararları, başka yerlerde aramak gerekir. Elbette İslamiyet’in yanlış algılanması ve yanlış uygulamalar, aşırılıklar, zafiyete düşme sebeplerine dâhildir. Şunu da unutmamak gerekir ki, bugün Hıristiyan dünyanın büyük ideallerinden olan Asya’nın bütününün Hıristiyanlaştırılmasını başlangıcından beri önleyen güç, Hindistan ve Uzakdoğu kültürü değildir. Asya’nın Hıristiyanlaşmasın Hıristiyanlaşmasını Türkler engellemişlerdir. Türklerin yetiştirdiği büyük âlim, mütefekkir, sanatkâr ve sûfilerle bizzat İslam’ı temsil ederek, İslam kültürünü zenginleştirmiş, yaşamış ve yaşatmıştır. Türkler sâyesinde onlarca kavim Müslüman olmuştur. Sünnet ehlini, Ümeyyeoğullarına tahsis etmemeye özen göstermişlerdir. Kültürel alt birimler, âdetleşmeler de bunu doğrular. 

Çetinoğlu: Örnekleyebilir misiniz?

Sezen: Çocuklarına Süfyan, Ebu Süfyan, Muaviye, Yezid gibi isimler koymamışlardır. Her birkaç isimden biri; Ali, Haydar, Hasan, Hüseyin, Zeynelabidin, Rıza, Ali Haydar … olmuştur. Osman, durumu itibâriyle bir ayrıcalık teşkil etmiş, Bekir ve Ömer isimleri de ön saflarda yer almıştır. Bunlar; Türklerin Sünni kesimlerinin, Hz. Ali-Muaviye meselesine âlet olmadığının, kültürel uçlara kaymadığının delilleridir. 

Esâsen tarihî sürecin başlarına baktığımız zaman da, ilk kadro içinde dinî ve siyasî bir ayrılık, ayrıcalık olmadığını görürüz. İlk dört halife de buna dâhildir. Hz. Ali’nin, Hz. Fâtıma dışındaki evliliklerinden olan çocuklarından üç oğlunun adları dikkatimizi çeker. 

Çetinğlu: Nedir, Efendim?

 Sezen: Birinin Ebu Bekir, diğerinin Ömer, üçüncüsünün de Osman’dır. Hz. Hasan’ın (veya Hz. Hüseyin’in) oğlunun adı da Ebu Bekir’dir.      

Çetinoğlu: Türkler İslamiyet’i kabul etmekle Arap kültür ve medeniyetine girmiş oldular mı? 

Sezen: Türkler İslamiyet’i kabul etmekle Arap kültürüne girmiş olmadılar. Zamana ve bölgeye bağlı aşırılıklar olmuş olabilir. Fakat bu, bütünlüğü ilgilendirmemiştir. Türkler kendi kültürlerinde Müslüman olarak yollarına devam etmişlerdir. 

Türklerin Müslüman olmalarının yoğun olduğu dönem, asimileci Emevilerin son zamanlarına ve gevşemiş dönemine rastlar. Artık ortada Arap Kültür ve Medeniyeti değil, İslam Kültür ve Medeniyeti vardır. Müslüman olan milletler de bu üst sistemin içinde yerlerini almışlardır. Türk-İslam Kültür ve Medeniyeti, Arap-İslam Kültür ve Medeniyeti, İran-İslam (veya Fars-İslam) Kültür ve Medeniyeti, Hind-İslam Kültür ve Medeniyeti gibi. Eğer batılılar da sâdece ferden değil, kütleler hâlinde İslamlaşırlarsa, şüphesiz Fransız-İslam Kültür ve Medeniyeti, Alman-İslam Kültür ve Medeniyeti vs. doğacaktır. Fakat bugün için bu, söz konusu değildir. Ferdî Müslümanlıklar kültüre intikal etmemiştir.

Çetinoğlu: Türklerin İslamiyet’i kabul etmekle Arap kültür ve medeniyetine girmemiş olmalarının açıklamasını nasıl yapabiliriz?

Sezen: Eski Türk âdet ve gelenekleriyle İslamî akideler örtüşmektedir. Türkler, eski âdet ve geleneklerindeki unsurlardan, İslamiyet’e aykırılıkları bulunmayanları, yaşamaya ve uygulamaya aynen devam etmişler, kültürlerinden atmamışlardır. 

Çetinoğlu: Örnekleyebilir miyiz?

Sezen: Kültür inanç sistemi devamlılık arz eder. Çok büyük inkılap hareketlerine bile direnen eskiler, yine de yenilere, kendi eski kültürlerinden belli unsurları da alarak geçişten vazgeçmemişlerdir. 

Türklerin İslâm'dan önce de tek tanrılı inanca sahip oldukları yolunda genel bir kanaat oluşmuştur. Bunun göstergesinin de Tengri anlayışı olduğu, dinî sistemin Gök-Tanrı ile ifade edildiği üzerinde durulur. Hatta Türk kavmi uzmanlarına göre Tengri aynı zamanda tüm insanların Allah'ı ve yegâne Allah'ıdır.

Meseleye nazarî olarak bakınca, bu durumu reddetme imkânına sâhip değiliz. Kur'ân-ı Kerîm, tevhidin ulaşmamış, haberci gönderilmemiş hiçbir toplumun bulunmadığı bilgisini verir ve Hz. Peygambere anlatılan peygamberlerin, bütünün bir kısmı olduğu bildirilir. Dinler Tarihçisi Mircea Elaede'a göre, eski toplumların dinî hayatı gerçekten karmaşıktır. Ne animizme ve totemizme, ne de atalar kültüne indirgenebilir. Yüce varlıkları da tanımaktadırlar. Ancak uygulamada yakın tesbitlerle, Türklerin bu genel durumun neresinde bulunduğu, hangi dönemde, ne zaman başlamış, ne zaman bozulmuş olduğu açıkça bilinmez. İslâm öncesi Araplarda hanifliğin mevcudiyetine bakarak, Türklerde de Gök-Tanrıcılık bulunuyordu gibi tevhid inanışı yaklaşımlarına başvurmamız, Kur'ân bilgisine aykırı değildir. Fakat bu dönem, oturmamış, olgunlaşmamış bir şekilde görünüyor ve belki de bir bozulma sürecinin kalıntısıdır.

Eski Türklerde güneş ve ay kültü, yer-su kültleri, Dağ kültü, ağaç kültü, ateş kültü, atalar kültü, su kültü, taş ve kaya kültü, totemizme benzer dönemler olmakla beraber, özellikle imparatorluk biçiminde büyük devletler kurduklarında, adeta bunları terk eden yahut bunların aşkınlığmı ifade eden veya bunları çok da belirgin olmayan tarzda himaye eden Gök-Tanrı (Kök-Tanrı) inanışını görüyoruz. Gök Tanrı tanrıların en büyüğü sayılmış, ‘Yüce Tanrı’ ifâdesine kavuşmuş görünüyor. 

İslamlaşma dönemine ait kısa bir sözlük; sorunuza cevap teşkil edebilir:

Ülgen = Yaratıcı (Altay Türklerinde Ülgen, Gök Tanrı’nın adıdır. İyilik eden varlıktır.)

Çalap = Rahman karşılığıdır.

İzi = Rab

Kut = Tanrı’nın lütfu

Köni / Küri  = Hesap günü

Tapınga = İbâdet

Yazuk = Günah

Tin = Ruh

Yarlık = Şefaat veya af. (Yarlığamak buradan geliyor.) 

Çetinoğlu: Türklerin İslamiyet’e ‘yumuşak geçiş’leri Kur’an hükümlerine uygun mu?

Sezen: Evet! Uygundur. İslamiyet geldiği zaman, üç şeyle karşı karşıya kalmıştır: 1- Hemen değiştirilmesi ve yanlışların atılması gerekenler. 2- Olgunlaşması zamana, ahlakî politikaya ve kalplerin ısınmasına bırakılanlar. 3- Devamında mahzur görülmeyenler. 

Bâzı mütefekkirler der ki; ‘Kur’an-ı kerim, ferdî ve sosyal gerekli değişiklikleri yaptıktan sonra, o toplumun örfü ve âdeti durumunda olanlarının geriye kalanlarını, sessizce onaylamıştır.’ 

Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim Hocam!  


Prof. Dr. YÜMNİ SEZEN

1938'de Urfa’nın Birecik ilçesinde doğdu. Aynı yerde ilk ve ortaokul öğreniminden sonra 1957'de Gaziantep Lisesini bitirdi. 1961’de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Millî Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975’de İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsü'nde öğretmenlik yaptı. 1976-1978 yıllarında İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1985'de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne öğretim görevlisi olarak geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalında doktorasını tamamladı. Sırasıyla Yardımcı Doçent, Doçent ve sonra Profesör unvanlarını aldı. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Din Sosyolojisi öğretim üyeliğinden emekli olarak çalışmalarına devam etmektedir.

Çalışmaları felsefe, sosyoloji, din sosyolojisi ve İslamî sosyoloji üzerinde yoğunlaşmıştır. 

Yayınlanmış kitapları: Günümüzde İslâmiyet ve Milliyetçilik (1978), Sosyolojiye Göre Halk-Millet-Devlet (1982), Târihî Maddeciliğin Tahlil ve Tenkidi (1984), Hayatın Manâsı (1984), Sosyoloji Açısından Din (1988, 1993,1998), Sosyolojide Temel Bilgiler ve Tartışmalar (1990,1997), Türk Toplumunun Lâiklik Anlayışı (1993), İslâm Sosyolojisine Giriş (1994), Maddeci Felsefenin Çıkmazları (1996), Çağdaşlaşma, Yabancılaşma ve Kimlik (2003), İslâm'ın Sosyolojik Yorumu (2004), Hümanizm ve Türkiye (2005), Kültür ve Din / Türk-İslam Örneği 2011. Ayrıca; Kültür adıyla Fransızcadan bir kitap tercümesi, çeşitli dergi ve gazetelerde makaleleri yayınlandı. 

Prof. Dr. Yümni Sezen evli ve üç kız babasıdır.