İnsan hakları düşüncesi, siyasi iktidarların sınırlandırılması düşüncesine paralel olarak doğar. İnsan haklarının ulusalüstü bir nitelik kazanması ise uluslararası ilişkilerin büyük bir gelişme gösterdiği 20. yüzyılda ve özellikle de İkinci Dünya Savaşından sonra başlar.

Birleşmiş Milletler bünyesinde hazırlanan, iki önemli sözleşme: "Kişisel ve Siyasal Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme" (International Covenant on Civil and Political Rights) ile "Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme" (International Covenant on Economic, Social and Cultural Rights) adıyla Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 16 Aralık 1966 tarihli toplantısında onaylanarak kabul edilmiş. 

Bu sözleşmelerin yürürlük şartı olarak en az 35 devletin sözleşmeleri onaylamaları öngörüldüğünden, bu sözleşmeler ancak kabul edilmelerinden on yıl sonra yürürlüğe girebilmiş. Ancak Türkiye'nin bu sözleşmeleri hala imzalamamış olduğu da belirtilir.

İnsan Haklarının uluslararası düzeyde korunması yolunda Birleşmiş Milletler bünyesindeki girişimlerinin yanısıra bölgesel bazı girişimler de ortaya çıkmış. Bu bölgesel kuruluşlardan olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamında oluşturulan bir sistem. Bölgesel çapta ve hatta Birleşmiş Milletler sistemi de dahil olmak üzere, en etkili koruma mekanizmasını, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kurmuş.

Kalın çizgilerle yapılan bir ayırımın diğer eksikliği de gelişen toplumsal koşullarda ortaya çıkan ya da çıkması muhtemel yeni insan hakları tiplerini karşılayamayabilmesidir. İnsan hakları dinamik bir yapıya sahiptir ve her an yeni gelişmeler ve yeni hak tipleri ortaya çıkabilir. Son elli yıl içinde ortaya çıkan çeşitli hak kategorileri bunun en güzel kanıtıdır. 

Yeni hakların ortaya çıkmasını, insanoğlunun belli bir genel sorun ya da tehdit karşısındaki çözüm arayışına zorlar. Üçüncü kuşak hakların ortaya çıkması böyle gelişmiş. Uluslararası toplumun, genel sorunlar karşısındaki duyarlılığı ve gelişen uluslararası ilişkiler, devletlerin tek başlarına cesaret edemeyecekleri bazı adımların atılmasına önayak olur. Bu durum insan hakları dinamiğini canlı tutar.

İnsan haklarının kaynağı insanın ahlaki doğasıdır; bunun ise, bilimsel olarak araştırılan ihtiyaçlara dayanan "insan doğası" ile ilişkisi çok zayıftır. İnsan haklarına hayat için değil, fakat onurlu bir hayat için "ihtiyaç" duyulur. İnsan haklarından yararlanamayan bir kimsenin, kendi ahlaki doğasına yabancılaşmış olduğu söylenebilir. İnsan hakları öğretileri, insan haklarına sahip olmakla insan olmayı, kabaca eşit tutarlar.