Seçimler yaklaştıkça kavganın kızışması, demokratik yarışın şiddetlenmesi, bölgemizdeki başka ülkelere bakınca sevindirici bir durum olsa gerek. Öyle ya siyasi beklentisi olanlar, gücü yettiğince muradını halka anlatıyor, halk da kimi isterse onu iktidara getiriyor. İktidar hiçbir zümrenin, grubun, şahsın tekelinde olmayıp fakat halkın oylarıyla yenisi geliyor, eskisi gidiyor. Bundan daha güzel ne olabilir? Buraya kadar hoş, güzel de ancak seçim meydanlarında halkın aklını, fikrini, hissiyatını daha faza etkileyebilirim Türkiye'yi yönetecek kişilere hiç de yakışmayan, belki köprü altı çocukları açısından mazur olabilecek bir üslup kullanmak ne bu sözlerin sahibine, ne ülkeye, ne de millete hayır getirir. Bir süre önce Mehmet Ağar'ın TÜSİAD üyelerine hitaben yaptığı konuşmada anlattığı örnek olay gerçekten de ülkenin şartlarıyla yakından ilgili. Sayın Ağar bu toplantısında bir hikâye anlatmıştı. Eski Çin soylularından Ma adında zengin bir erkeğin ilk evliliğinden çocuğu olmaz. Bunun için Cang Hai Tang adlı bir hanımla ikinci evliliğini yapar ve yeni hanımından çocuğu dünyaya gelir. İki hanım, bir erkek ve bir bebek bir müddet aynı şatoyu paylaşır ve Ma ölür. Ma'nın ilk karısı servete sahip olmak için çocuğun asıl annesi olduğunu iddia edince durum mahkemeye intikal eder. Hâkim tarafları dinler. Mübaşirden mahkemenin ortasına tebeşirden bir daire çizmesini ister. Dairenin ortasına çocuğu koyarlar. Hâkim her iki kadına da dönerek: "Kim daha önce çocuğu tutup kendi tarafına çekerse çocuk onundur" der. Üç kere bu tatbikat yapılır. Her seferinde Ma'nın eski karısı çocuğu daha süratli bir şekilde kendi tarafına çektiği halde, genç anne çocuğuna uzanır, ancak hızla kavrayıp, daha önce kendi tarafına çekme takati bulamaz. Bunun üzerine hâkim genç anneye dönerek: "A kadın, hem gerçek anneyim diyorsun, hem de çocuğu kendi tarafına çekmek için hiçbir gayret sarfetmiyorsun?" deyince genç anne: "Öbür kadın öyle hızlı saldırıyor ki, ben de onun gibi yaparsam oğlumun canı yanabilir. Hızla yavrumu kendime çekmeyi yavruma olan sevgim engelliyor, onun vücuduna zarar vermekten korkuyorum." Günümüzde Türkiye'yi kurtarmak, Türk insanını daha mutlu kılmak için söylenenlerin, anlatılanların büyük bir kısmı ya gerçekle ilgisiz veya halkın düşünce, nezaket, adap ve muaşeret kaidelerini hızla tıraşlamaktadır. Bu aşamadan sonra mutlu ve müreffeh olmanın da bir manası kalmayacaktır. TV kanalları arasında dolaşırken tesadüfen yine Mehmet Ağar'ın DP'sinden İstanbul milletvekili adayı Ömer Balıbey ile karşılaşıyorum. Yaklaşık 10 yıl İstanbul'da Milli Eğitim Müdürlüğü yaptığı ve olağanüstü hal dâhil birçok iktidarlarla başarılı bir hizmet verdiği halde bu dönemde kızağa çekilmiş. Balıbey'in konuşmasını, sunucunun sorularına cevaplarını dinlerken, İstanbul gibi bir kentte sorunsuz olarak hizmet verebilmenin sırlarını öğrenebiliyoruz. Sunucunun bütün tuzak sorularına rağmen, Balıbey bir muhalefet partisi adayı olduğu halde üsluptan taviz vermiyor, seviyesini muhafaza ediyor. Kendisini kızağa çeken iktidar aleyhinde dahi cümleleri özenle seçiyor, nezaket kaidelerine hassasiyet gösteriyor. Her ikisi de hemşehrim olan Mehmet Ağar ve Ömer Balıbey'in meclise seviye kazandırmak, ülkenin gerçek sahibi olarak hareket etmeyi öğretmek konusunda görevleri olduğunu düşünüyorum. Bu görevlerini de başarıyla yapacaklarına inanıyorum. Keşke siyasi partiler lider diktatörlüğü konusunda birbirlerine baka baka her gün biraz daha partilerde tek kişilik tiranlık kuracağı yerde, nezaket, görgü, kibarlık, âdâb-ı muâşeret kuralları konusunda da bir yarış başlasa. Rakip partileri eleştirirken zekânın incelikleriyle birlikte espri zenginliğini, kültür ve edebiyat dünyamızın derinlikleriyle harmanlayarak meramlarını ifade edebilseler. Yıllar önce iki Fransız cumhurbaşkanı adayının her şeyi birbirine yakın çıkmıştı da son olarak kelime hazineleri sayıldı, her ikisininki de 16 binin üstünde olduğu halde Mitterand'ınki biraz daha fazla olduğundan öne geçmişti. Dikkat edelim, bizdeki kelime hazineleri birkaç yüzdür. Birkaç bini geçen enderdir. Köprü altı üslubunu her yerde duyuyoruz. Evlerimizden içeri girmemesi için direniyoruz. Büyükannelerimizin terbiye ilkeleri olarak kelimelere dökülen öğütlerini seçim propagandalarında da pekâlâ uygulayabiliriz. Farklı bir şey söylemek isteyen adayların bunu dikkate almasını bekliyoruz. Temennimiz Mehmet Ağarların, Ömer Balıbeylerin sayılarının artması ve iktidara geldikten sonra da bu üsluplarını koruyarak geliştirmeleri. Eğitim politikamızın temelinde de âdâb-ı muâşerat yer almalıdır. Bu kurallarla hemhal olmak sadece bir sosyal statü meselesi olmayıp, aynı zamanda ülkenin gerçek sahipliği ilgili bir konudur. Refah, zenginlik bugün olmayabilir, yarın kazanılabilir. Ancak tıpkı bebeği çekiştirirken kolunu, bacağını kırıp sakat bırakmak gibi, üç tane oy için zibidi, zangoç, köprüaltı lisanıyla halka yaklaşmaya çalıştıktan sonra iktidar koltuğuna oturanın ülkeye, halkına verebileceği pek bir şey de yoktur. [email protected]