Fırsat buldukça adalara takılmaya başladım. Prens Adalarına… Hani şu Bizans’ta zenginlerin sürgün yeri olan Bostancı Maltepe Kartal Yakacık ve maiyetinin onlara, onların da onlara baktığı adalar…

Fıkra bu ya; adam delikten bakarak konuştuğu deliye sormuş;

İçerde kaç kişisiniz diye. O da cevap vermiş;

‘Ya siz dışarıda…’ o misal

Adalar; çocukluğumuzun gençliğimizin muhteşem gezi keyfimiz…

Uzun uzun giderdik. Vapur seferleri azdı, özel sefer motorlar yoktu.. Deniz güzeldi. Güneş öyle ısırmadan parçalı bulutlu yakmadan bize gün boyu hizmet eder altında şapadak şapadak tüm gün yüzerdik. Mayomozun yanlarından ne kadar yandığımızı kontrol edemeden geçemezdik. Su kaydırmaca oynar gönlümüzün de kaydığına hava atardık. Kalabalıksak- ki fiyatıucuza gelirdi- faytona biner; ‘Sandık sandıklar içinde çok şanımız var’ cinsinden şarkılar söylerdik. Top oynar ip atlar denizde kaybettiğimiz enerjiyi yerine koyacağız diye habire debire tıkınırdık. Kilo almak diye bir terim yoktu.

Gece yarılarında eve dönerken ancak yer bulabildiğimiz ikinci sınıfın sıralarında birbirimize yaslanarak uyuklar, yanımızda getirdiğimiz navalelerden kalanları tırtıklardık. Yanıklarımız fazlaysa yoğurt sürerdik. Rüzgarın tatlı- soğuk esintisiyle pencereden dolunayı seyrederdik. O hiç bizi bırakmazdı, o hep oradaydı. 

Adalarda atlar ve faytonlar onların ekmek teknesiydi, gözleri gibi bakarlardı…Yerel giysili siyahi adamlar sigara içerler, faytona yolcu alırken dökülmüş sarı dişleriyle gülerdi … 

Sonra

Atlarına bakamadık adaların. Bakımlarını yapamadık, bazıları yağmurda  kaygan yollarda duramadılar yapılara çarparak öldüler. Barınaklarında yangınlar çıkarttık onları telef ettik. Aç bırakıp yollarına saldık adaların. Kim bilir bazıları insanoğlunun masasına mı  geldi acaba diye düşünmek bile acı veriyor.

Ve bir gün atlar gittiler. Adalar  yetim ve öksüz kaldı.

Herhalde yaradan insanoğlu kadar aç bir canlıyı daha göndermedi bu dünyaya. Nereye el atsak abartı hırs ruhlarımızı nasırlaştırıyor.

(Kendimize hakim olmayı beceremediğimizi görünce bir de yapay zekaya baş vurduk.)

Adaların atları üzerine ağıtlar yakarken, gidip geldikçe fark ettiğim şey,  bizi iskeleye kadar uğurlayan elimizden simitler yiyen martılar da yok oldu. Sadece adaların içinde az miktarda varlar.

Onlara ne oldu demeyeceğim sebep yine bizlerin bir halt yemesidir. İstanbul’da havai fişeklerin atılımlarında nasıl canhıraş çığlıklar attıklarını duymak lazım. Bu esnada kuşların kalp krizi bile geçirip öldüklerini duymuştum. Bu arada okumadıysanız Zülfü Livaneli’nin Ada kitabını okuyun. Etkilenmemek mümkün değil.

Martıları da bitiyor adaların… ‘Ada sensiz içime hiç sinmedi’ şarkısını söyleme zamanı. 

Evet

Şimdi körler sağırlar birbirini ağırlar misali, adalar beton yığınlarına bakarken, beton yığınları birbirini ite kaka pencerelerinden ada manzarası gösterip para kazanacağım diyen gökdelenler silüetinde ‘dünyanın sonu’ film platosu gibiler. 

Gel vatandaş; Katliamları tırıs geç silah fuarına gel !

Gidişat iç karartıcı. Psikolojik savaşlar bitmiyor. Ekonomi düze çıkmıyor. 

Anacığım serde bu ne perhiz bu ne lahana turşusu şeklinde  yaşamak varmış.