“Bir şeyin ne olduğu bilinmeden onun hakkında kesin, genel-geçer şeyler söylenemez” Platon 

Eski Yunan filozoflarından Platon’un (M.Ö. 427-347) bu sözünün bilginin doğası bakımından bilgi felsefesinde çok manidar bulunur. Çünkü bilme, öğrenme, öğretme ve dahası yargıda bulunma kavramlarla yapılan bilgi temelli bir etkinliktir. Kavramlar varolanı çerçeveleyen zihinsel yapılar olarak düşüncededir, dile geçmediği, yani tanımlanmadığı zaman öznel ve bulanık kalır. Kavramın dile geçmesi demek, kavramın tanımlanması demektir. Kavramın tanımının yapılmasıyla birlikte öğrenmenin yolu da açılmış olur. Bu bakımdan bir şey hakkında “kesin”, “genel-geçer” yargılarda bulunmadan önce “bu nedir?” sorusunun cevabının iyi bilinmesi ve dahası bu soruya ayrıntılı bir biçimde yanıt verilmesi gerekir. Söz konusu yazının başlığı “eleştirel düşünme” gibi önemli bir tümel kavram olunca “tanımlama” öncelik kazanıyor. Bir tür zihinsel faaliyet olarak “eleştirel düşünme” deyiminin, hem “bilim” hem de “etik” alanında “doğruyu” arama ve bulmaya ilişkin olanı imleyen bir anlam kazandığını ve bu bakımdan da eğitimle ilgili önemli değerleri içerdiğini görüyoruz. Burada geçen “doğruluk” sözcüğü, bilimsel alanda, bilginin nesnesine uygun olması anlamındadır. Bilgi, ise nesnesi olan önermelerdir ve nesnesine gidilerek doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir. Böylelikle bilgi kuramı, öğrenilen her şeyin olduğu gibi kabul edilmesini değil, tam aksine öğretilenlerin doğruluğunun enine boyuna sorgulanmasını amaç edinir. Belli kalıplarda kalarak doğruluğa yaklaşmak ya onu da bulmak mümkün olabilir mi? Böyle bir tutum olsa olsa bir tür dogma olur, dogmanın doğası da düşünerek eleştirmeye açık değildir. Şimdi konuyu adım adım açmaya gayret gösterelim.  

 “Eleştirme” kavramı olur olmaz herşeye karşı çıkmak anlamında değildir. Böyle bir terim, daha çok bir şeyin “doğru” ya da “yanlış” olduğunu gerekçeleriyle, nedenleriyle ortaya koyma biçimini ifade eder. Burada yeri gelmişken “doğruluk” ve “gerçeklik” arasındaki  bir ayrımın altını çizelim. Günlük yaşamda bu iki önemli kavramı çoğu zaman aynı anlamda kullandığımız oluyor. Oysa ki,  ikisi arasında dikkate değer bir fark var. Doğruluk epistemolojik bir kavram; bilginin, mantıksal önermelerin ve  eylemlerin ya da davranışların doğruluğundan söz etmek mümkün. Gerçeklik ise daha çok ontolojik, yani varlıksal bir şey, bir var olma tarzı. Varolan şeyin gerçekliğinden söz ediyoruz. Başka bir anlatımla; varlığı biz gerçeklikle tanımlarken, varlığa ilişkin önermelerin bilgisini ise “doğru” ya da “yanlış” gibi terimlerle değerlendiriyoruz.  Şimdi bu önemli ayrıma kısaca değindikten sonra doğruluğun üç ayrı anlamına bakmaya çalışalım. 

Doğruluğun  mantıktaki karşılığı “mantıksal tutarlılık” biçiminde ortaya çıkıyor. Buna doğruluğun birinci anlamı diyelim. Kişinin okuduğu bir metinde benzer veya farklı  düşünceleri ayırt etmesi,  bunları  tek tek bir araya getirerek kendi aralarında gruplaması, dahası çelişkileri ve mantıksal tutarsızlıkları fark etmesi  ya da kendi söylemleriyle  pratiği arasındaki örtüşmeyi yoklaması, uyumsuzluğu fark etmesi eleştirel düşünmekle mümkün.  Demek ki,  bir yanıyla  eleştirel düşünme çelişkileri, tutarsızlıkları fark etmek, yakalamak ve ortaya koymak gibi bir etkinliği yerine getiriyor, böyle bir görev üstleniyor.   

Ünlü Matematikçi Cahit Arf  “bilimde kesinlik yoktur; eğer kesin olsaydı bilim değil dogma olurdu” demektedir. “Dogma” sözcüğü doğruluğundan asla kuşku duyulmayan görüş ya da öğretiler alanı olarak tanımlanıyor. Bilim felsefesi, bilimin bütününde “tam” ve “tutarlılığın” olanaklı olup olamayacağını tartışıyor. Burayı biraz açalım. “Tamlık” kavramı, bir sistemde birbiriyle çelişen iki önermeden yalnız birinin, yani “p”nin ya da değilleyeni olan                           (p')’nin  ispatlanmasını şart koşar. Tutarlılık kavramı ise bir önerme ile değilleyeninin, yani ikisinin birlikte doğru olmaması gerektiğine işaret eder. Bir başka deyişle; bir dizgenin “tutarlı” olabilmesi için “p” ya da (p') gibi önermelerin birlikte doğru olmaması gerekirken, dizgenin “tam” olabilmesi için bu önermelerden yalnızca birinin sistemde doğru olması, bir anlamda ispatlanabilir olması gerekir. Kimi matematikçiler yakın tarihte çok iddialı bir biçimde matematiğin tümünün “tam” ve “tutarlı” olduğunu ileri sürdüler. Bu konuda önemli girişimlerde bulundular. Fakat, büyük matematikçi Kurt Gödel genç yaşında yaptığı çalışmalarla matematikte tamlık ve tutarlılığın sadece sınırlı dizgelerde mümkün olabildiğini, bütününde ise imkânsız olduğunu ispat etti. Buradan hareketle şunun altını önemle çizelim. Bilimin tümü “keşfedilmiş”, “olmuş-bitmiş”, “doğrulanmış” ve “kesin” bir alan değildir. Matematik en sağlam, kesin, evrensel, zorunlu önermeler olarak kabul edilse bile, matematiğin bütününün de “tam” ve “tutarlı” olması imkânsızdır. İşte burada, bilimi, bilimin doğruluğunu sorgulama biçimi olarak eleştirel düşünme zorunlu olarak eğitimin merkezinde yer almaktadır. Bu açıdan bakıldığında, eğitimin esas hedeflerinden birinin öğrendiklerinin çoğundan şüphe edebilen ve her bilgiyi yeniden gözden geçirebilen insanlar yetiştirmesi gerektiği daha net olarak ortaya çıkıyor. Bu yönüyle eleştirel düşünme bize, doğruluğun ikinci anlamını, yani bilim özelindeki önermelerin doğruluğunu sorgulama olanağını kazandırıyor. Bilimsel önermelerin nesnesine bakmada bize ışık tutuyor eleştirel düşünme.  

Doğruluğun üçüncü anlamıyla daha çok “etik” alanında yüzleşiyoruz. Buradaki “doğruluk”; bir durumu, bir olguyu doğru anlayıp doğru değerlendirme ve doğru eylemde bulunma biçimi olarak  karşımıza çıkıyor. Her toplumda yerleşik kültür ya da kültürler etik alanındaki doğruluğun anlamını, yönünü değiştirmede etkili olabiliyor. Sadece yerleşik kültür mü? Elbette hayır. Öznellik, değer yargıları, önkabuller ve başka şeyler ... doğru değerlerdirme  ve doğru etkinlikte bulunmada önemli engeller. Böyle durumlarda bilen özne için gerçeği, hakikati bütün ayrıntılarıyla görmek hiç kolay değil. Çünkü bilgi varolanın, varlığın bilgisi olması bakımından gerçeğin bilgisi olmayı amaç edinir. İşte bu durumda gerçeğin, hakikatin  bilgisini görmek için onun üzerindeki perdenin kaldırılması gerekir. Bilginin nesnesini gözden kaçırmadan “nesnel ve bilimsel” bir bakışla bu perde, öznenin nesneye yönelmesini engelleyen bir yapı olmaktan çıkabilir ve olguların bilgisi gözler önüne serilebilir. Dolayısıyla eleştirel düşünme kişiye, etik alanında doğru bilgiye ulaşılabilme ve doğru değerlendirme yapabilme olanağı kazandırıyor. Kişi, kişisel değer yargıları temelinde değil insanlığın değerleri üzerinden bir değerlendirme yaptığında ve eylemde bulunduğunda değer üretiyor. Böylelikle eleştirel düşünme  kişiye daha çok değerler temelinde düşünme, hareket etme ve doğru değerlendirme imkânı veriyor, kişinin insanlaşmasına katkıda bulunuyor. Yani, insana insan olmanın bilgisini kazandırıyor eleştirel düşünme...