Gazeteci-yazar, 21. dönem İstanbul milletvekili NAZİF OKUMUŞ ile sohbetin 3. ve son bölümünde; Türkiye’nin etnik yapısını anlatıyor. NAZİF OKUMUŞ DİYOR Kİ: Maalesef ortalık hiç de iyi değil. Herkes ya kendisini kandırıyor veya karşısındakini... Millî ve dînî kimliğimiz yok edilmek isteniyor. Irkçılığa ve inanca yönelik her türlü etnikçilik yapılıyor. Mozayikçilik özendiriliyor. Kardeşliği pekişmiş milletimiz ayrıştırılıyor. Birkaç sene öncesine kadar herkes bu vatanın ve coğrafyanın çocuğu olarak gururlanırken, şimdilerde alenen; ‘şuyuz, buyuz’ gibi târiflerle kendilerini tanıtanlar türetiliyor. Bilerek veya bilmeyerek ayrılık tohumları saçılıyor. Çok uyanık olalım. Büyük Türk milletinin evlatları olarak, her zamankinden daha uyanık olalım. Bizi, kendi içimizde kamplaştırmak isteyenlere fırsat vermeyelim. Sağcı-solcu, Alevi-Sünni diye parçalamayı başaramayanlar, uzun zamandır Kürt-Türk oyununu sahneliyor. Milletimize hiç yakışmayan bu kör plana alet olmayalım. Siyasetçi, ilim adamı, sivil toplum önderi, televizyoncu-gazeteci veya ne sıfatla, her kim olursa olsun, fikirlerini iyi tahlil edelim. Zehiri bal diye yutturanları görelim, bilelim. Bizi geçmişten bugünlere taşıyan ortak mukaddeslerimize laf söylettirmeyelim. Vatanımıza, milletimize, bayrağımıza ve önderlerimize hakarete yeltenenlere ağızlarının payını anında verelim. Bize düşmanlık edenlere karşı hoşgörü tavsiye edip, sindirmeye çalışanlar varsa itibar etmeyelim. Efendi ile efendi olan bizler, pamuk yığını gibi, üzerimize atılan her şeyi içimize çekmeyelim. İç ve dış ihânetleri seyretmeyelim. Sevdâlarımız kadar öfkelerimize de sâhip çıkalım. Sevgi, büyütüp olgunlaştırır, vatan ve millet için taşınan öfke ise var oldurur. Dolasıyla bize ‘soykırımcı’ diyerek iftira atanları unutmayıp, siyâsî protesto ve ekonomik boykotlardan vazgeçmeyelim. Biz, Türk milletiyiz. Dünyanın neresinde olursak olalım veya bu topraklara nerelerden gelmiş isek, hepimiz aynı koca çınarın dal-budakları ve kökleriyiz. İnadına sarılacağız birbirimize... Bin yıldır, bu coğrafyada nasıl var olduysak, dünyanın sonuna kadar da var olacağız. İnşallah... Atların nal sesi kılıç şıkırtılarıyla türkü olmuş, o türküler Türk’ü anlatmıştı. Onun için ejderha gibi dışarıdan uzanan küresel emperyalizmin bütün kollarını birlikte kıralım. İçimizdeki kışkırtıcı, bölücü, etnikçi, cemaatçi, torbacı, soyguncu ve işbirlikçi hainleri de gözardı etmeyelim. (KÖŞE YAZILARI YAZDIĞI GAZETEDEN, ÜSTLENDİĞİ SİYÂSÎ GÖREV SEBEBİYLE AYRILIRKEN YAZDIĞI VEDÂ YAZISI) Oğuz Çetinoğlu: Sümela Manastırı meselesi üzüncü bir olay. Bu ve benzeri müsamâhaların gösterilmesi, tâvizlerin verilmesi, batılılara; ‘Türkiye demokratikleşiyor’ dedirtmek için mi? Nazif Okumuş: Sorunuza, Ermeni Patriği Mutafyan’ın sözleriyle cevap vereyim: Şimdi hasta olan ve kendisine Cenab-ı Allah’tan şifa dilediğim Mutafyan; 2 yıl önce kendisine sorulan; ‘Türkiye’de azınlıklarla ilgili olarak yapılan değişikliklerden memnun musunuz’ şeklindeki soruya şu cevabı veriyor: ‘Evet, yeni ve önemli haklar elde edeceğimizden çok memnunuz. Bize ait olduğunu düşündüğümüz birtakım mekânlara, vaktiyle el konulmuştu. En azından bunları vakıflarımız kanalıyla tekrar elde edeceğiz ve sahipleneceğiz. Ama bir şey var. Her şey istenildiği gibi olmuyor. Biz yıllarca üzerimdeki dîni kıyafetlerimizle, kendimize özgü papaz kıyafetlerimizle sokağa çıktığımız zaman sokaktaki insanların çoğu bize tebessüm eder, hatta birçok anne-baba yanlarındaki çocuklara bizi göstererek gülümserlerdi. Biz de olara gülümseyerek karşılık verirdik. Ama demokratikleşmek her şey demek değil. Şimdi sokağa çıktığımız zaman insanların büyük bir kısmının bize öfkeyle baktığını görüyorum ve bundan çok tedirgin oluyorum. Demokratikleşme bizi bir araya getirmedi. Demokratikleşme bizi kucaklaştırmadı. Demokratikleşme birbirimizi daha çok anlamamızı sağlamadı. Dolayısıyla demokratikleşme olmadan bu anayasal ve yasal haklara sahip olmadan önceki dönemde bir tehlikenin nereden geleceğini şimdiki gibi düşünmüyordum.’ Bunu Mutafyan söyledi. Söylediğinde çok büyük bir gerçek var. Batının dayattığı demokratikleşme operasyonları ile azınlıklara bâzı haklar verildi. Verilen haklar, yeni talepleri gündeme getirdi. Gündeme gelen bu talepler ve verilen haklar sebebiyle birbirimizden uzaklaştık. Birbirimize ‘İyi ki varsın kardeşim!’ demek imkânını kaybettik. Ben Adapazarılı bir ailenin çocuğuyum. Adapazarı’na babam 93 Harbi’nde Kafkaslardan gelmiş. Anne tarafım da, aynı 93 Harbi’nden sonra sınırlar yeniden çizilip Osmanlı toprak kaybına uğrayınca Balkanlardan gelmiş. Onlar da İzmit’e yerleşmiş. Başka insanlar da Osmanlı coğrafyasında kaybedilen topraklardan; Kırım’dan, Trablusgarp’tan, Irak’tan, Suriye’den Yemen’den; ‘Bizim vatanımız Osmanlı toprağıdır. Biz ancak Türk bayrağı altında yaşayabiliriz’ diyerek Anadolu’ya gelmiş. Adapazarı hem Osmanlı’nın hem de cumhuriyetin iskân politikasının, iskân siyasetinin uygulandığı bölgelerden bir tanesiydi. Ve en önemlisi bana göre şimdi 21. yüzyıldayız, 2010’dayız, üçüncü bin yıldayız. Türkiye’de etnikçilik yapan zihniyet bunu görebilmeli. Türkiye eğer, iddia edildiği gibi etnik mozaikse bu mozaiğin en mükemmel örneği Adapazarı’dır. Sakarya vilayetidir. Türkiye’de onların ifadesine göre bu mozaiği oluşturan parçaların eşit miktarda ve hepsinin bir arada yaşadığı tek vilayet Sakarya’dır. Kayseri’ye gidersiniz. Kayseri’de Uzun Yayla civarında Çerkezleri görebilirsiniz, Kafkas orjinli insanları. Ama başkasını göremezsiniz. Mersin’e gidersiniz 300 bin Güney Doğu’dan göç etmiş ana dilim Kürtçe diyen insanları görebilirsiniz. Ama gerisi Yörük’tür. Bursa’ya gidersiniz İnegöl ve civarında Kafkaslardan gelen Çerkezce, Gürcüce, Lazca konuşabilen insanları görürüsünüz. Ama sonrası tamamen bir Balkan Türkleridir. Bir tek Adapazarı’nda 20.000 civarında Çerkezce, 20.000 civarında Abazaca, 20.000 civarında Gürcüce, 20.000 civarında Lazca, 20.000 civarında Boşnakça, 20.000 civarında Arnavutça…konuşan insan görebilirsiniz. Hepsi bir arada ve birbirine üstünlük iddia etmeden yaşarlar. Niçin Adapazarı’nda bölücülük yok? Asla bölücülük yok. Her aile birbirine kaynaşmış. Benim ailemde rahmetli annem Balkan. Benim eşim Güneyli. Ailemin içinde Gürcü eniştem var. Ailemin içinde Çerkez yengem var. Ailemin içinde Abaza eniştem var. Ailemin içinde Arnavut gelinimiz var. Hemhâl olmuş ama hiç kimsenin aklına kendisini tarif ederken ‘Ben Arnavutum, ben Lazım, Çerkezim’ demek gelmiyor. Herkes Adapazarı’nda benim ailemdekiler gibi kendilerini Türk ve Müslüman olarak târif ediyor. Bu mensubiyet şuurunun ötesinde bir şey. Sadece mensubiyet şuuru ile kendini târif ederken böyle demiyor. İçine kadar işlemiş, damarlarına kadar işlemiş. Hiçbir şey söylemesine gerek yok. Böylesine bir milleti nasıl parçalayacağız? Nasıl etnik anlamda târif edeceğiz? Günümüz Türkiye’sinde en büyük hassasiyetimiz bu olmalı. Etnik tuzağa düşmemek… Çetinoğlu: Bizi kendi kendimize bıraksalar, etnik tuzağa düşmeyiz… Okumuş: Hüzünle, acıyla görüyorum ‘Irkçılık yapmayın’ Ayet-i Kerime’sini bilen, ‘Türk milliyetçisi’ olarak tanınan insanlara, o Âyet-i Kerime’yi hatırlatan insanlar, şimdi ırkçılık yapıyorlar. Ve milleti tarif ederken, ‘milletimiz’ demesi gereken insanlar, Türk milletini 36 etnik kökenle birtakım dinî farklılıklarıyla târif etmeye çalışıyor. Asıl ırkçılığı şimdi onlar yapıyorlar. Kur’an’ı Kerim’de Cenab-ı Allah’ın reddettiği o pis ırkçılığı inşallah bilmeden yapıyorlardır. Bilerek yaparlarsa çok daha üzülürüm. Onların nasıl imanını kaybedeceklerini not edecek insan değilim. Onu tartacak baskülü bulunan bir insan değilim ama ne olursa olsun o insanlardan korkarım. Bundan uzaklaşmalarını tavsiye ederim. Çetinoğlu: Sohbetimizin baş tarafında, basının milletimizle ilişkisini anlattınız. Meseleye bir de milletimiz açısından bakar mısınız? Milletimiz basın hakkında ne düşünüyor? Okumuş: Milletimiz basını güvenilmez buluyor. 35 senelik basın mensubuyum. 1973’de fikir işçisi olarak, yani muhabir olarak başladığım medyada Allah hep bana yöneticilik nasip etti. Ve Türkiye’de bu toplumun değerleriyle, inançlarıyla kavga eden medyada da maalesef diyeceğim, ilk yetkili olarak hemen hemen birçoğunda çalışan ben oldum. Yâni birçok gazetede yazı işleri müdürlüğü, haber müdürlüğü, genel yayın müdürlükleri yaptım. Ve gittiğim her gazetede mümkün olduğu kadar da bu milleti bilen arkadaşları istihdam etmeye, onları kadrolaştırmaya çalıştım. Dolayısıyla bunu çok net görüyorum. Çok iyi biliyorum. Medyada öyle bir hava var ki, medya çalışanlarının o medyada topluma tabii ki fikir emekçisi diyebileceğimiz, neticede düşüncesini topluma yansıtan, nakleden insanları kastederek söylüyorum. Sözüm onlara. Orada bir de beden işçileri var farklı alanda. Onlara hiçbir sözüm yok. Medyada kalemşör olan yani aydın sınıfının içersine girerek milletin ülkenin meselelerini yorumlayan veya kendi düşüncelerini millete aktarmaya çalışan insanların ağırlıklı bir bölümünün bu milletin değerlerinden habersiz olduğunu çok kesin bir şekilde söylüyorum. Gördüm. Çetinoğlu: Neler gördünüz? Okumuş: Dalga geçerlerdi… Cinler var mı? Cinler yok. Periler var mı? Periler yok. Gülerlerdi… Cinlerin perilerin olmadığını iddia eden bir zihniyet, ramazanda da Müslümanlaşmaya başlardı. Toplumun buna tepkisinin ne olduğunu da biz çok açık bir şekilde görürdük. Toplum inanılır ağızları keşfediyor. Milletimiz âlim değil ama âriftir. Âriflerde anlama yeteneği, kabiliyeti insanları keşfetme yeteneği kimden nasıl bir malzeme çıkar bunu tespit etme yeteneği çok yüksektir. Onun için milletimiz bu tip medyayı ayırt etmesini bilirdi. Çetinoğlu: Günümüzde durum nasıl? Okumuş: Günümüzde de ayırt edebilir. Fakat şimdi farklı bir şey ortaya çıktı. Kendi hedeflerine varmak için çok tehlikeli bir ortam oluşturuldu. Türk medyası çok tehlikeli bir ortamda. Kendi dünyevî, küçük hedeflerine varabilmek için her şeyi âlet edebilir, her şeyi istismar edebiliyor şu anda. Dün bu milletin değerlerine materyalist olan, milletin materyalist Allahsız bildiği, milletin değerlerine sahip olmadığını bildiği, milletin geçmişine küfretmesinden ötürü tanıdığı insanlar vardı. Medya aktörleri vardı. Millet onları hiç dikkate almazdı ve dolayısıyla tanıdığı için, onlar kendilerini böyle gösterdiği için millet onların söylediklerini dikte ettirdiklerinin etkisinde fazlaca kalmazdı. Çetinoğlu: Şimdi? Okumuş: Dilinden ‘Allah’ adı düşmeyen, ‘İslam kardeşliği’ kavramı düşmeyen insanlar çok farklı şeyler söylüyor. O insanlar şimdi ‘sosyal uzlaşma’ diyerek, ‘demokratikleşme’ diyerek inanılmaz çevrelerle kol kola girebiliyorlar. O insanlar çok küçük siyâsetler uğruna çok büyük yıkımları, felaketleri hazırlayabiliyorlar. O insanlar milletin kahramanlarını bile değiştirmeye çalışıyorlar. Çok eski kahramanlara gitmeyelim. Yani bu milletin, Anadolu insanının gönlünde 20. yüzyılın 2. yarısının en büyük kahramanı belirlemek için bir anket yapılsa, inanıyorum ki, Rauf Denktaş ismi öne çıkar. Kısa günün kârı peşinde siyaset yapanlar Rauf Denktaş’a ve O’nun gibilerine saldırıyorlar. Denilebilir ki düşmana şöyle sesleniyorlar: ‘Ey düşmanım sen benim irademde hızımsın gündüz geceye nasıl muhtaç ise ben de sana muhtacım.’ Çünkü batı, Rauf Denktaş’ı sevmiyor ya… Bunlar da sevmiyorlar. Hatta bir adın öne gidip, düşmanlıklarını ilân ediyorlar. O’nunla kavgaya hazırlar. Kavga için en az iki kişiye ihtiyaç olduğundan kavga çıkmıyor. Milletin bu durumda bir travma yaşaması da çok tabiidir. Bu hareketler millete haksızlık değil mi? Çetinoğlu: ‘Batıya yaranmak’ dediniz… Batıya yaranmak için Anadolu’nun değişik yerlerinde kiliseler açılıyor… Okumuş: Gayrimüslimler şu veya bu sebeple Alanya’ya, Didim’e yerleşmişler. Orada yaşıyorlar.. E tabi onların ibâdetlerini yapacakları, neye inanıyorlarsa… kiliseye, sinagoga, havraya ihtiyaçları var. Yapsınlar tabi. Tabii yapacaklar. Bizim insanımız da, bir Müslüman da, dünyada farklı bölgelere gidebilir, oralarda ibâdet edebileceği bir mescit, câmiye ihtiyacı olacaktır. Yapması gerekir tabii. Kütahya’da, Şanlıurfa’da başka dinlere mensup insanlar mı var da biz dinler bahçesi adı altında caminin, kilisenin, havranın bir arada olduğu mekânları açıyoruz. İhtiyaç varsa, açılacak elbette. Fakat ihtiyaç olduğunu düşünemiyorum. Gazetede okudum. Sivas’ın Hafik ilçesinden bir haber: Hafik Belediye Başkanı; ‘İlçemizde hâlen samanlık olarak kullanılan bir eski Ermeni kilisesi tespit ettik. Onu şimdi gün yüzen çıkartıp, Kültür Bakanlığımızla da görüştük, ortaklaşa restore edip ibâdet ve turizme açacağız.’ Diyor. Aradım. O zannetti ki tebrik edecek. Beni de tanıyor. ‘Başkan sana mı düştü?’ dedim. ‘Sivas’ta yaşayan Ermeniler… ve de Turistler…Hafik’te bir Ermeni kilisesi açılsa da ibâdet etsek diye bekleşiyorlar mıydı? Kaç kişidir bunlar? Veya ‘Hafik’te kilise açın da, görmeye gidelim, hem de alış-veriş yaparız, Hafiklileri zengin ederiz…’ Diyerek talepte bulunan mı oldu? Çetinoğlu: Malatya’da cami yaptırma derneğinin alışılmadık bir teşebbüsü var… Okumuş: Malatya’da bir mahallenin Cami yaptırma derneği, Hırant Dink’in çocukluğunun geçtiği mahalledeki kiliseyi restore edip ibâdete açacaklarmış. Gerekiyorsa bunu devlet yapmalı. Eğer kiliseye gelip ibâdet edecek Ermeni varsa… Ben o projenin, cami yaptırma derneği üyelerinin kafasında oluşmuş olabileceğine ihtimal veremiyorum. DEĞERLİ OKUYUCULARIMIZ! Mübârek Ramazan Bayramınızı tebrik eder, nice Ramazanlara ve bayramlara, sevdikleriniz ve sevenlerinizle birlikte; sağlık, huzur ve mutluluklarla ulaşmanızı Cenab-ı Allah’tan dileriz. OĞUZ ÇETİNOĞLU – NAZİF OKUMUŞ Çetinoğlu: Son zamanlarda ‘eski ülkücü’ tâbiri kullanılıyor. Nasıl yorumluyorsunuz? Okumuş: Siyasî tercihleri, parti anlamında adresleri değişik olsa da gönlündeki vatan sevgisi, bayrak sevgisi, Allah sevgisi, Peygamber sevgisi dolayısıyla toplumun ortalama değerlerine sahip olarak o değerlere tercümanlık yapmaya çalışan ve o değerleri kendi hayat anlayışı hâline getiren bütün inanların ülkücü olduğuna yürekten inanıyorum. Dolayısıyla bu sevgi, bu hassasiyet, bu ülkü gönülde, fikirde olduğu müddetçe, bu ateş kor gibi durduğu müddetçe ülkücünün eskisi yenisi olmaz. Ne zaman ki bunlardan feragat etmeye başlar, ne zaman ki bunlarla ilgili hassasiyet alanları, törpülenir ve yok olmaya başlar o zaman eski ülküdaşımız, eski kardeşimiz, arkadaşımız deme durumu kendiliğinden oluşur. Dolayısıyla ben ülkücülere, eski-yeni sıfatlarının yakıştırılmasını anlamsız buluyorum. Madem Galip Erdem Ağabey’den örnek vererek girdiniz, ben de Galip Ağabeyden birkaç cümle naklederek, rûhunu şâd etmeye çalışayım. söyleyeyim. Rahmetlinin çok muhteşem, bugünlerde içinden bulunduğumuz şartlara göre hatırlanmamız ve birbirimize bir parola gibi söylememiz gerek bir sözü daha var. O da şu: ‘Zirveleri hedeflemiştik. Dâvâmızı zirvelere çıkartacaktık. Bunun için ahdettik. Büyük bir mücâdelenin içersine girdik. Ve bütün engelleri tek tek aşarak o zirvelere doğru çıkmaya başladık. Ve bir gün zirveye çıktık. Ama bir şeyi unutmuşuz. Baktık ki, zirveye çıkarken dağın eteklerde dâvâmızı unutmuşuz. Kendimiz zirvedeydik ama dâvâmız yoktu.’ Cenab-ı Allah bizleri bu unutkanlıklardan (?!) korusun. Dâvâmız varsa biz varız. Dâvâmız yoksa, biz de yok olmuşuz demektir. Cenab-ı Allah yeryüzündeki bize imtihanıdır. Bu imtihanı vermek sorumluluğunu taşımaya çalışmalıyız. Çetinoğlu: Millî hassasiyet sâhipleri ile İslamî hassasiyet sâhiplerinin birbirlerini ‘öteki’leştirmeye çalışmakta oldukları dikkatinizi çekiyor mu? Okumuş: Maalesef ülkemizdeki Müslümanların bir bölümü enternasyonal oldu. Enternasyonal düşünen zihniyet millîlikten uzaklaşır. Millîkten uzaklaşan zihniyet toplumun temel dinamiklerini göz ardı eder. Toplumun temel dinamiklerinden uzaklaşan zihniyet, zaman içersinde de kendi toplumunu ötekileştirmeye, kendisi başkalaşıp başkaları gibi yaşamaya başlar. Ben, İslamî hassasiyetini ön plana çıkaran Müslüman kardeşlerimin bir kısmında bunu görüyorum. Bu kesim, Türkiye’deki millî mekanizmalara sırt çeviriyorlar. Adlarını vermeyi uygun görmüyorum. Okuyanlar anlayacaklardır. Çetinoğlu: Millî hassasiyetleri ön planda tutanlar da, İslamî hassasiyetlerini ön planda tutanlara şaşı bakıyorlar… Okumuş: Onlar da yanlış yapıyorlar. Fakat onların çok azınlıkta olduklarını görüyorum, biliyorum. Bu sebeple dikkate almanın, ciddiye almanın gereği yok diyorum. Bu insanları neye bakarak değerlendirmemiz lazım? Eğer bu tip insanlar siyâset cenâhında seslerini duyurabiliyorlarsa, bu tür insanlar kültür hayatı içersinde, akademik hayatın içersinde seslerini duyurabiliyorlarsa o zaman dikkate alalım. Türkiye’de körü körüne ırkçılık yapan yâni milletimizi, başka milletleri yererek öne çıkartırsak, başka milletleri yok farz ederek üstünlüğü sadece Türk milletinde görürsek bu bir ırkçılıktır. Ve dolayısıyla biz de haksızlık yapmış oluruz. Çetinoğlu: Irkçılık Türk milletinin genlerinde yoktur. Tarih boyunca Avrupa’da hükmettiğimiz topraklarda ırkçılık yapsaydık, oralarda Türk’ten ve Müslüman’dan başka, İslam-Türk eserlerinden başta bir varlık kalmazdı… Okumuş: Onun içindir ki Türk milliyetçiliğinin adı böyle konuldu: Nizam-ı Âlem Ülküsü… Nizam-ı Âlem Ülküsü, Türklerin İslam’la şereflendikten sonra benimsenen bir terimdir. Böyle bir ülküye sâhip olan ve bunu; ‘Kanımız aksa da zafer İslam’ın’ sloganıyla pekiştirecek ve perçinleyecek kadar şuurlu bir kitleye, ‘Siz ırkçılık yapıyorsunuz’ diye târizde bulunulması, haksızlıktır. Bu sohbetin son sözleri olarak şunu söyleyeyim: İdrak etmekte olduğumuz ramazana da uygun düşer: Yusuf’u kuyudan çıkartan ve O’nu sultan eden, İbrahim’i ateşten kurtaran ve O’nu gönüllere sultan eden, Hasret-i Muhammed (sav) Efendimizi de mağaradan çıkartıp insanlığın ebedî sultanı hâline getiren ilahî güç, bir gün bu milleti de sultan edecektir. O zaman biz, birbirimize değil, dünyaya nizam vereceğiz. NAZİF OKUMUŞ: Adapazarı İli’nin Sapanca İlçesi’nde 1959 yılında dünyaya geldi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden mezun oldu. İş hayatının tamamında; çeşitli gazetelerde, muhabir, haber müdürü, yazı işleri müdürü ve genel yayın yönetmeni olarak görev yaptı. 21. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, Milliyetçi Hareket Partisi listesinden milletvekili seçilerek girdi. İngilizce bilen Nazif Okumuş, Milletvekilliği döneminde,TBMM Hesaplarını İnceleme Komisyonu Başkanı olarak hizmet verdi. Evli ve 2 çocuk babasıdır. (NAZİF OKUMUŞLA YAPILAN RÖPORTAJIN SONU)