Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Mübalâğa ihtilâlcidir.”
Yani aşırılıkta işi bozmak vardır.
Bir bakıma mevcuda isyan ve tabii hâline karşı çıkmak vardır. 
Var olanı beğenmemek hâli kendini gösterir.
Daha iyi; iyinin düşmanı olduğu gibi, aşırılık da iyinin düşmanıdır.
İyinin yok olmasını istemektir. 
İşte asıl o zaman düzensizlik baş gösterir.
Zaten aşırılık; iyilik zannıyla kötülük yapmaktır. 
İyinin hayatına son vermektir.
Gerçekten sevgili okur!
Aşırılık ve taassup yani bir şeyi lüzumundan fazla ileri götürmek veya gereğinden çok geri bırakmak doğru değildir. 
Kaldı ki, bunun dinde de yeri yok. 
Bir bakıma “Lâ ikrâhe fi’d-dîn.”  /  “Dinde zorlama yoktur.” Ayeti kerimesine de ters düşmektir.
Nitekim kraldan çok kralcı geçinmenin ne kadar yanlış olduğunu, şu somut örnekle de açıklayabiliriz:
Fatih Sultan Mehmed hazretleri, İstanbul’u fethettikten, aldıktan sonra, Hristiyanları, kendi din ve âyinlerinde, tamamen serbest bırakmıştı ya. 
İşte bu serbestiyeti tam anlamıyan kimi devletlular; Fatih Sultan Mehmedi, rahatsız etmeye başladılar!
Diyorlardı ki: Fatih İstanbul’un fethini tamamlasa ya! Bu kadar şehit verdik, şu kadar gazi olduk. Ama hıristiyanlar, hıristiyan olarak can, mal ve ırz emniyeti içinde şahâne yaşıyorlar!
Peki ne olacaktı? Ne istiyordu bunlar? Fatih’ten şunu istiyordu, bu mutaassıp zümreler:
Fatih, hıristiyanlara dayatsın! Neyi? İslâmı. Ya İslâm olsunlar veya İstanbul’u terk etsinler.
Koca Fatih’in bu mutaassıplara verdiği cevap, gerçekten  şahânedir. 
Şahlığına lâyık, şahcasına bir cevaptır. 
Nedir o cevap derseniz, şudur:
“Sizler Allah’ın dinini ibkaada, yerleştirmek ve yaymakta, Allah’tan daha mı gayursunuz, daha mı gayretlisiniz?
“O, böyle istiyor. Herkes dîninde, inancında serbesttir. Dinde zorlama yoktur. Hıristiyanlar, verir, gereken resmî vergileri  ve  eman içinde oturur, oturdukları yerde…”
Bu şahâne cevap karşısında, utanırlar ve geri çekilirler. Bu taassup içinde olan kişiler.