Millet; her zaman sırf bir ırktan gelenlerin birlikteliği değildir. Fakat oluşması için bir maya şarttır. 

Türk Milleti ve Türkleşmiş yâni onunla et ile kemik gibi bir hâl almış olanlar için, o maya Türklerdir. 

Ama kendisi de oluştuğu, oluşturduğu “millet” mefhum ve kavramında asimile edilmiş, erimiş. Fakat bundan asla rahatsız değil. Bilakis her kavim ve unsurla kaynaşmış; onları kendisiyle kaynaştırırken; kendisi de her bir unsurla kaynaşmış, sentez ve terkip oluşturmuş; böylece “millet” denen ruh ve mâna birliği ortaya çıkmıştır.

Bu milletin oluşma sürecini başlattığı ve ortak hususların oluşmasına vesile ve sebep olduğu için millet; adını, en çok katkı payına sahip olan Türk Milleti’nden almıştır. 

Çünkü bu topraklar Âl-i  Selçuk ve Âl-i Osman’ın kılıç hakkıdır. Türkler, uğrunda öldükleri bu  yerleri  vatan  yapmışlar. Ücretini, kanlarıyla fazlasıyla ödemişler. Kurucu ve idareci olarak odak noktasını teşkil ettikleri için, Türkçe ortak dil olmuş; her unsurun ana dili seviyesine yükselmiştir. Değil müslüman unsurlar; Rum, Ermeni ve Musevî Türk vatandaşları bile Türkçeyi çok güzel konuşur ve söyler olmuşlardır. Nitekim Türkler; Türkçeden başka birdil bilmezken, diğer bütün unsurlar Türkçeyi ana dilleri mesabesinde konuşmakta ve yazmaktadırlar. Bu olgu; tabiî ve tarihî uzun bir sürecin en doğal sonucudur.

Zaten Dil, Din ve Vatan bir ise, millet birdir. Nitekim tüm unsurlar Türkçeleriyle ve aynı toprakları vatan bilmeleriyle, asırlarca bir bütünlük teşkil etmişler. Zira insanın milliyetini aynı zamanda konuştuğu dil belirler. 

Tıpkı Fransa’da Fransızlar, İngiltere’de İngilizler, Rusya’da Ruslar, Amerika’da Amerikalılar yaşadıkları gibi. Oysa adı geçen ülkelerde; maya ülkeyle kaynaşmış, tasa ve sevinçte kader birliği yapmış, nice değişik unsurlar bulunmakta ve onların hepsi de kendi ana dillerine ilâveten, mensup oldukları devletin kurucu unsurunun dilini gayet güzel konuşup yazmaktadırlar. 

Bunun gibi  Türkiye’de de Türkler yaşamaktadır. Tabiî ki, ihtiva ettiği / içerdiği diğer unsurlarıyla birlikte, onlarla yekvücut olarak.

Evet, bütün unsurlarıyla birlik  ve  vahdeti teşkil eden rükün ve bağlar; özellikle mânâda olup, daha çok dinîdir. O din ise Türklerin ortaya koyduğu bir din değil; aksine Türkleri de bünyesine alan cihanşümûl / evrensel İslâm Dinî’dir.

“Araptan sonra, İslâm’ın kıvamı olan (onu koruyup gözeten ve ayakta tutan) Türkler.”  İslâm uğrunda başı çektikleri  içindir ki, İslâm’ın Bayrakdarı ve Sancakdarı olmuş.  O bayrağın altında, bütün unsurlarla Hakk’ın Yolu’nda tarih boyunca birlikte yürümüşlerdir.

Bu plânlı bir mekanizma değil; bu milletin ihlâs ve samimiyeti sonucunda oluşmuş İlâhî bir kaderdir. Cümle İslâmî unsurların; O’na karşı çıkmak değil; bu ulvî İslâm dâvasında ona yardımcı olmaları gerekir.

Pek tabiî İslâmî olmayan unsurlara da varlıklarının idame ve devamı için, Sancaktar Türk Milleti’ne yardımcı olmaları icap eder. Çünkü varlıkları Türk Milleti’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcudiyetine bağlıdır. Bunun için olsa gerektir ki, Ebed-Müddet vasfıyla yâdedilen; belki de Dünya’da ilk millet, tek devletiz. 

Yoksa O’nsuz Ortadoğu hercümerce ve karmaşaya namzettir.

Belki de bu bakış açısı; aynı zamanda mânevî bir fazîletin de olmazsa olmazıdır.