Böyle bir dâvada bulunmak, çarşıdaki sıradan üstadları da bilmemeğe bağlıdır. Aksine ruhun sinirlere ve bedenin bütün organlarına olan etki ve kuvvetini görürüz, ki ruh sahibi olan insan her ne vakit istese bedenini bile ateşe atabilir. Veya kendini suya bırakarak boğulur. Ya da başka şekillerde kendini öldürür. Nitekim Rabbin emaneti olan kendi bedenini, kendi arzusuyla intihar ederek öldüren alçaklar ve zâlimler meydandadır.

Ruh olmasa baş ve cisim kendi kendini hiçbir zaman telef etmez idi. Bu açıdan bakış da dikkate değer bir husustur. Ki, insanın (s. 25) hücreleri gıda ve hava münasebetiyle, her defa bir miktar ve yavaş yavaş dört beş senede bir kere, tamamen değişip bedende yeniden başka cüzler, hücreler meydana gelir.

Eğer insan yalnız bedenden ibaret olsa idi -çünkü tabib ve doktorlara göre beden dört beş senede bir yavaş yavaş ve tamamen değişmektedir- bu süre sonunda kendini unutup başka bir isim almak ve başka bir insan olmak lâzım gelirdi.

Fakat dört beş senede bir değil, insanın cismi; her ne kadar değişken olsa, velev ki parçalansa; yine de ruhu bâkî ve kalıcı oldukça, şahsiyetini muhafaza eder. Güzel ahlâk veya kötü ahlâkından meydana gelen sonuçları; vicdanının yücelik ve alçaklığı dereceleri nisbetinde iyice düşünür, kendini unutmaz.

Zira insanı insan eden değişmekte olan beden değil, değişmez olan ruhtur. Her an bir miktar ve bir kaç senede bir defada, insanın bedeni topluca değiştiği hâlde, yine ruh bâkî ve mânen belli bir şekilde var olduğu açık iken; dört beş senede bir değil de, birkaç gün veya birkaç saat, ya da birkaç dakikalar zarfında; hastalık ve diğer sebeplerden gelen ölüm üzere o vakte kadar bunca değişiklikler ve bedenin kayıplara uğramasında şahsiyetini kaybetmeyen manevî ruh, nasıl manevî şahsiyetini kaybedebilir?

Hayır ruh zerre kadar kendini kaybetmez. Zira yok olan beden başka, yok oluş ve mahvoluş sebeplerinden kurtulmuş olarak yaratılan insan ruhu başkadır.

Kısaca demek lâzımsa, çok deliller ile ruhun kalıcılığı ve ahirette devamı güneş gibi apaçık, sabit bir husustur. Ama bazı insanlar düşünmez de, bu hakikat ve gerçeklerin hükmünü anlıyamazlar ise kusuru; feraset, seziş ve mâlûmatlarının yokluğunda arasınlar.

Ünlü filozof Bakon derdi ki: İnsanların ekser galat ve yanlış üzere dayandırılmış fikirleri; eğitimlerini yarım bırakmalarından meydana gelir. Onlar büyüklenir ve halka bakarak derler ki:

“Halk hiçbir aklî delile dayanmıyarak ruh ve ahirete inanır. Biz ise eğitimli kişiler iken şimdi halk gibi şunun bunun sözlerine nasıl inanalım?”

Halbuki halkın akletmesinde gerçekte mahareti yok ise de, kabul ettiği yol ve inanç; ruhaniyet ve aklın kaynağı olan şanlı nebî ve peygamberlerin ortaya koyduğu esasa dayanır.

İnkâr eden düşünmez ki, büyük bir kumandanın emrine uyunca zafere ulaşır.

İnkâr eden: “Ruhaniyeti hiçbir vakit görmedim!” der de, ruhaniyeti görmek için kendi akıl, konuşma yeteneği, vicdan ve bedenine ve özellikle bunca muntazam / düzgün evrene hikmet nazarıyla bakmaz. Veya doğru bir tabirle, bakmak işine gelmez.

Çünkü inanç sahibi olarak hesaba çekileceğini bilmek; günahları (s. 26) işlemekten insanı alıkor. Hırslı ve meşru olmayan istek sahipleri ise, yasaklardan kurtulmak için ruhaniyeti, ceza ve mükafatı güya aklen inkâr ederler. İnkâr ettikçe kalpleri katılaşır. Sonra hakikaten münkir / inkârcı olurlar.

Hayrete şayandır ki, akıldan dem vuran akılsız inkârcılar; akıl ve ruhaniyete gark olmuş olan şanlı nebî ve peygamberlerden başka, deha sahibi ve ruhaniyetlerini itiraf eden büyük hakîm ve filozofların eserlerini de, hiçbir zaman okumaz ve düşünmezler.

Düşünseler bile zekâ yokluğu ve çok inatçı olduklarından anlamazlar. O doğru karşılanmayan topluluğun fert ve bireyleri: “Fenalık etmemek ve iyilik etmek için vicdanımız yeter!” derler.

(Abidin Paşa'nın (1843 – 1908) “Terceme ve Şerh-i Mesnevî-i Şerîf” adlı eserinden sadeleştirilerek alınmıştır.)