M. FATİH SALGAR
Oğuz ÇETİNOĞLU
Her türlü değerimizi korumak hayati bir meseledir
GİRİŞ:
Müzik insanların duygu ve düşüncelerini seslerle anlattıkları sanat dalıdır. Genel kabul görmüş anlayışa göre müzik; duygu, düşünce, tasarım ve izlenimleri düzenli / uyuşumlu seslerle estetik bir yapıda anlatan bir bütündür. İnsan hayatının her safhasında müzik vardır. Saatin tiktaklarında bile müzik âhengi bulunur. Bâzı konuşmalar insanlara müzik zevki verir.
İnsanlar, doğumdan önce müzikle dolaylı yoldan tanışırlar. Doğumdan sonra bebeklik döneminde ninnilerle ilk uyku yolculuklarına çıkılır. Musikili ninnilerle huzur bulunur. Çocukluk yıllarında müzikli oyunlarla müzik aktif olarak yaşanır. Gençlik yıllarında müziğe ilgiler artar, müzik dalında ürünler verilir. Yetişkinlik ve yaşlılık çalarında insanoğlu müzikle iç-içedir. Ve… son yolculuğa çıkarken dünyaya müzikle vedâ edilir.
Müzik insanlara çeşitli davranışlar kazandırır. Bu davranışlar insanlara çevresiyle daha bilinçli ve etkili bir iletişim kurmasını sağlar. Müzik sevgiler getirir. Sevgiler berâberlikleri doğurur, berâberliklerden yuvalar kurulur. Yuvalar yeni bireylerle şenlenir, onlar için ninniler söylenir, müzik devam eder.
İnsanlar, hayatın her safhasında müzikle ilgili bir şeyler bulur. Müzikle yaşar ve müziği yaşatır. Her insanın kendini bulduğu, kendisini ifâde ettiğini düşündüğü bir müzik türü mutlaka vardır. Müzik, hayatın vazgeçilmez bir güzelliğidir. Hayat musikidir. Musiki mutluluktur.
OĞUZ ÇETİNOĞLU
Oğuz Çetinoğlu: Türk müziği ile millî kültürümüz arasındaki ilişkiyi yorumlar mısınız?
Fatih Salgar: Millet olmanın en önde gelen unsuru olan dil konusu kadar önem arz eden, sosyal, kültürel ve sanat hayatımızın her noktasında karşılaştığımız musikimizin millî kültürümüzün de en önde gelen bir parçası olduğu, kendiliğinden meydana çıkar. Dolayısıyla da bu ilişki et-tırnak gibi bir bütün olarak değerlendirilmesi gereken bir ilişkidir.
Çetinoğlu: Türklerde müzik nasıl doğdu, nasıl gelişti?
Salgar: Bu soru çok kapsamlı ve oldukça önemli bir araştırma sonucunda, bir kitap haline gelebilecek özellikte bir soru. Dar kapsamda şu değerlendirmeyi yapabiliriz. İslamiyet öncesi Türk inanç sisteminin de dâhil olduğu sosyal hayat içinde, söze dayalı bir edebiyatın son derece etkili olduğunu bilmekteyiz. Bu dönem için, müziğin söze eşlik eden, onu etkili kılan ve hâfızalarda kolay kalmasını sağlayan bir önceliğe sâhip olduğunu söyleyebiliriz. Fakat tamamen geleneksel bir tarzda devamlılığını koruyan bu musikinin (dönemler ve sahip olduğu coğrafi alanın oluşturduğu üslup farklılıkları da düşünülürse) nasıl doğduğu konusunda bir hüküm vermek oldukça zordur. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Türkler, yapmış oldukları her türlü göç döneminde dahî, kopuzunu atının üzerinde taşıyıp, gittiği yerlerde sazını çalıp söyleyecek kadar musikiye bağlıdır.
İslamiyet’in kabulü, değişik coğrafyalarda kurulan devletler, kültür alışverişleri, oluşturulan büyük medeniyetler, bazı edebiyatçılarımızın da belirttiği gibi edebiyat ve mimarimizden de önde, üst düzeyde bir musikinin oluşumuna zemin hazırladı.
Bu arada ozan-âşık geleneği de bütün değerleriyle devam ediyordu. Tamamen halk musikisi ses sitemine dayalı ve bu gün ‘klasik’ diye adlandırdığımız makam ve usul zenginliğine sâhip musikimiz, 1360- 1435 yılları arasında yaşayan Abdülkadir Marağî ile bir çığır açmış, 1620-1794 yılları arasında yaşamış Hafız Post, 1638 (?)-1712 yılları arasında yaşamış Itri ve 1778-1846 yılları arasında yaşamış Dede Efendi gibi dehalarla zirveye ulaşmıştır. Sultan İkinci Mahmud Han’ın, 1826’dan itibaren batılılaşma anlayışını devletin resmî politikasına dönüştürmesiyle, musiki hayatımızda da büyük değişimler olmuş, mevcut şartlar şarkı formunu ve formun ünlü bestekârı Hacı Ârif Bey’i ortaya çıkarmış, yaklaşık 600 yıllık bir zaman diliminde yüzlerce bestekârımız, olağanüstü güzellikte eserler vermişlerdir. Bu gelişimde Devletin sanata ve sanatçıya olan bakış açısı, belirleyici olmuştur.
Çetinoğlu: Çok mükemmel özetlediniz. Teşekkür ederim.
Türkler, tarih sahnesine çıktıkları günden itibâren hep batıya yönelik yaşamışlardır. Bu yaşayışımızın müziğimiz üzerindeki etkilerini ve sonuçlarını tahlil eder misiniz?
Salgar: Türkler sazını ve ses sistemlerini gittikleri yerlere götürmüşler ve hayatlarının ayrılmaz bir parçası olarak bu musikiyi yaşamışlardır. Mutlaka gittikleri coğrafî alanların kültürlerinden uygun olanları da kendi anlayışları doğrultusunda değerlendirmişlerdir. Burada en büyük etkileşim, Türklerin İslamiyet’i kabulü ile olmuştur. Gerek edebiyatımızda, gerekse musikimizde bu, açık bir şekilde karşımıza çıkar. Özellikle Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile bu sanatın büyük bir medeniyet musikisi yolunda aşamalar yaptığını görmekteyiz. Tarih boyunca; ‘batı’ olarak adlandırdığımız yöne olan hareketlerin, bugün anladığımız batı ile önemli bir ilişkisinin olmadığı mâlumdur. Osmanlı Devleti de, günümüzdeki anlayışa yakın bir tarzda batıya yönelmiştir. Fakat, bu yönelişte belki de en az etkilenen veya hiç etkilenmeyen unsur, müziğimiz olmuştur. Ta ki Sultan İkinci Mahmud Han dönemine kadar. Kanuni Sultan Süleyman Han 1543 yılında Fransa kralı Birinci François’nın kendisine gönderdiği usta saz topluluğunu dinledikten sonra, insan üzerinde uyandırdıkları olumsuz etkiyi dikkate alarak onları hemen sınır dışı ettirmesi, o dönemde Türklerin, bu tür musikiye olan bakış açısını belirtmesi bakımından bir örnektir.
Çetinoğlu: Batı normlarıyla oluşturulan bestelerin geniş halk kütleleri tarafından benimsenmemiş olmasının sebepleri nelerdir?
Salgar: Güzeli, iyiyi kavramak ve ondan zevk almanın ilk şartı, insanların yabancılık çekmeyeceği, alışık olduğu kültür ortamıdır. Bunun bilinçli bir hâle dönüşmesi ise eğitim ile olur. Ayrıca kişinin istekli olması da bence önemlidir. 1826 yılından beri devlet politikası olarak benimsenen müzik politikası bu müziği elbette bir noktaya getirmiştir. Fakat batı normlarıyla oluşturulan bu üst düzey müziğin bunca emek ve çabanın karşılığı olmadığı da aşikârdır. Bana göre bu zamanda bile televizyon kültürünün dışında neredeyse kendi öz kültürüne yabancı olmaya başlayan halkımızın büyük bir bölümünün kendine oldukça yabancı gördüğü bu kültürü benimsemesi pek mümkün görünmemektedir. Başka bir deyişle, çok sınırlı kalmaktadır.
Çetinoğlu: Millî olunmadan beynelmilel olunamayacağı ifâde ediliyor. Müziğimizdeki değişimler, bu açıdan incelendiğinde hangi sonuçlara ulaşılır?
Salgar: İnsanların olduğu gibi milletlerin de bir kişiliği olması gerektiğini ve bu kişiliğin o milletlere has değerler bütünü ile oluşacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaman içinde, özellikle iletişim araçlarının dünyayı küçültmüştür. Diğer taraftan küreselleşme olgusu, bu farklılıkları gün geçtikçe azaltmaktadır. Başka bir deyişle etken ve edilgen sınıflandırma, bârizleşmektedir. Ülkemizin de bu durumdan etkilenmemesi söz konusu değildir. Dolayısıyla beynelmilel olunacak ise hangi dal olursa olsun kendi değerlerini temel olarak almayanların, bir sonuca ulaşması pek mümkün görünmemektedir. Kaldı ki üreten kişilerin çağdaş dünyanın geldiği noktaları iyi bilip değerlendirmesi gerekir. Bu mânâda gelinen nokta ise daha önce de bahsettiğimiz gibi sarf edilen emeğin karşılığı değildir.
Çetinoğlu: Bu sonuçlardan alınması gereken dersler var mı?
Salgar: Ben sadece yüzyılları aşarak bu güne gelmiş her türlü değerimizi korumanın hayatî bir mesele olduğunu söyleyebilirim.
Çetinoğlu: Yakın veya uzak bir gelecekte Dede Efendi, Hacı Ârif Bey, Zekâi Dede, Zeki Ârif Ataergin ve Alâeddin Yavaşça gibi bestekârlara sâhip olma şansımız var mı? Görüşlerinizi, görüşlerinizin oluşumunu hazırlayan etkenlerle birlikte açıklar mısınız?
Salgar: Mutlaka üst düzeyde yeteneğe sahip ve çalışkan müzisyenler olacaktır. Bunların bu musiki anlayışı çerçevesinde ortaya koyacakları eserler, bu eserleri sunuş şekli ve yine bu eserlerin kabul görmesi dar bir alanda da olsa kendisini gösterecektir kanaatindeyim. Saydığınız isimlerin birinci derecede ortak yönü, bir meşk silsilesinden geliyor olmaları ve bu musikiyi çok iyi biliyor olmalarıdır. Günümüz bestekârlarının da bu hususa çok dikkat etmeleri, bu olağanüstü zenginliğin detaylarına kadar bilmeleri gerekir.
Çetinoğlu: Adı geçen bestekârların eserlerine eşdeğerdeki ürünlerin musikimize kazandırılabilmesi için tavsiyeleriniz nelerdir?
Salgar: ‘Öncelikle bu güne kadar yapılmış musikimizi çeşitli yönleriyle iyi bilmek, sonra da çalışmak çalışmak ve çalışmak…’ olarak özetleyebilirim.
Çetinoğlu: Bestekâr olarak bir müzisyeni saygın, aranılır ve sevilir, duruma taşıyan özellikler nelerdir?
Salgar: Kendi müziğinin bilgisini birikimini, zevk ve estetik değerlerini, insan ruhunun değişmeyecek özelliklerini vurgulayarak ve her şeyden evvel sanat ahlakına sâhip bir tavırla sergilemesidir. Bu ifâde; bestekârlar, icracılar, eğitimciler ve yazarlar için aynı ölçüde geçerlidir. Bütün bunlar bir sanatkârın örnek olma sorumluluğunu sergiler.
Çetinoğlu: Bir bestenin 50-100 yıl sonra da seçkin yorumcuların, titiz şeflerin yönettiği koroların repertuarında yer alabilmesi için hangi özelliklere sâhip olması gerekir?
Salgar: Bu vasıflardaki eserlerin sanat, teknik üslup, dönem ve bestekâr gibi kıtaslar dâhilinde değerlendirmesini yapmak mümkündür. Fakat bence ‘bunlar içinde en belirleyici husus bu tarz eserlerin yüzlerce yılı aşacak ve insan ruhunun değişmeyen yönlerine hitap edebilecek özelliklere sahip olmasıdır. Bir sanat eserinin yıllar sonrasına kalabilmesinin en etkili yolu budur’ diye düşünüyorum.
Çetinoğlu: Müzik yolu ile; fikren ve rûhen daha sağlıklı, ahlaken daha yüksek , daha insancıl, inançlı, güçlü ve düzgün karakter sâhibi nesiller… özetle kâmil insanlar yetiştirmek mümkün mü?
Salgar: Musikinin, saydığınız vasıflara sahip insanların yetişmesine büyük katkı sağlayacağı kesindir. Yani insanı insan yapan, ruhları terbiye eden bir katkıdır bu.Tabi bu anlayıştaki müziğin yaygınlaşması şartı ile. Dostluğu, kardeşliği, insanî münasebetleri geliştiren, ruhen ve fikren olgun, inançlı, ahlaklı, içi yaşama sevinci ile dolu insan oluşumunu sağlayan değerlerin tümüne bizim musikimizin sâhip olduğunu da ayrıca belirtmek gerekir.
Çetinoğlu: ‘Sultan Üçüncü Selim Han’ isimli kitabı yazıp yayınladınız. Bize; mazlum, mağdur ve şehit edilmiş bu büyük devlet adamının, dehâ mertebesindeki mümtaz musikişînasın bestekârlığından söz eder misiniz?
Salgar: Aslında şu ana kadar 4 kitap hazırladım. İlk kitabım, musikimizin en önde gelen bestekârı olarak düşündüğüm Dede Efendi. Daha sonra Sultan 3. Selim, üçüncü olarak 50 Türk Müziği Bestekârı, son olarak da 45 Âyin-i Şerîf ve niyaz ilahilerinden oluşan Mevlevi Âyinleri kitabını Ötüken Neşriyat vasıtası ile yayımladık.
Üçüncü Selim’e gelince, gerçekten de hem Osmanlı padişahları içinde, hem de Türk musikisi bestekârları içinde seçkin bir yere sahip olan bir padişah. Bir bölüm eseri için; ‘Musikimizin şaheserlerindendir.’ Demek, hakkını teslim etmek olur. Bunun yanı sıra musikimize gösterdiği ilgi ve verdiği destek sâyesinde klasik musikimiz bu güne bütün ihtişamıyla gelmiştir.
Çetinoğlu: Sayın Salgar, Yüklü programınıza rağmen Vakit ayırdığınız, kültürümüze ve insanlarımıza faydalı olacak çok kıymetli bilgiler sunduğunuz için şahsım ve okuyucularım adına teşekkürlerimi sunarım.
Salgar: Ben de teşekkürler ediyorum.
M. FATİH SALGAR’ın biyografisi
22 Şubat 1954 tarihinde Adana'da doğdu. 1972 yılında başladığı İstanbul Belediye Konservatuarı'ndan, Nevzad Atlığ, Süheylâ Altmışdört, İsmail Hakkı Özkan ve Muazzam Sepetçioğlu gibi hocalardan eğitim görerek mezun oldu.
Nevzad Atlığ'ın düzenlediği koro çalışmalarına katılarak repertuarını geliştirdi. 1978 yılında mezun olduğu İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ndeki yüksek öğrenimi sırasında, 1973'ten itibaren Üniversite Korosu'nun çalışmalarına katıldı ve 1976-1988 arasında şef yardımcısı olarak yüzlerce üniversiteli gence Türk Musikisi klasiklerini öğretti.
1976'da kurulan Devlet Korosu'nun ilk kadrosunda ses sanatçısı olarak yer aldı. Belediye Konservatuarı'nda, 1978-2005 yılları arasında usûl öğretmenliği yaptı. Bir süre İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı'nda da öğretim görevlisi olarak çalıştı.
Nevzad Atlığ ile birlikte Türk Musikisi Klasikleri nota yayınını Bakırköy Musiki Vakfı Konservatuarı kanalıyla yayınlamaya devam etmektedir. Yesârî Âsım Arsoy ve İsmail Hakkı Özkan ile birlikte ayrıntılı musiki çalışmalarında bulundu. İstanbul Ânsiklopedisi'nin yanı sıra çeşitli dergilerde ve gazetelerde araştırmaları ve yazıları yayınlandı. Dede Efendi, Sultan Üçüncü Selim Han, Türk Musikisi'nde 50 Bestekâr ve Mevlevî Âyinleri adlı kitapları Ötüken Yayınları tarafından yayımladı.
Halen, kurucuları arasında yer aldığı Bakırköy Musiki Vakfı Konservatuvarı Türk Musikisi Bölümü'nün başkanlığını yürüten Salgar, 1998'de, Sanat Kurulu üyesi olduğu İstanbul Devlet Korosu'nun şef yardımcılığına, Ağustos 2006'da ise şefliğine tâyin edildi. Koro ses sanatçılarından Berna Salgar ile evli olan Fatih Salgar iki kız çocuk babasıdır.
BAKIRKÖY MUSİKİ KONSERVATUARI VAKFI
Bakırköy Musiki Vakfı’nın geçmişi 1900’lü yıllara kadar uzanır. Bestekâr Leon Hancıyan, o zamanki adı Makriköy olan Bakırköy’de Makriköy Musiki Cemiyeti’ni kurmuştu. Cemiyet bir müddet sonra kapandı.
Bakırköy’de, 1985 yılında Bestekâr - Şair Orhan Kızılsavaş ve öğrencilerinin gayretleriyle Ataköy 5. kısımdaki sâhil yolunda, elektriği ve suyu olmayan ufak bir şantiye binasında müzik çalışmalarına başladılar. Birkaç müzikseverin evlerinden getirdikleri eşya ve erzaklarla, gaz lambaları ve taşıma su ile ihtiyaçlar karşılandı. Soğuk havalarda çalışmalar, öğrenci evlerinde yapıldı. Önceleri on beş yirmi kişiyi zor bulan, sonraları dört beş kişiye inen kursiyer ve birkaç saz ile yemekli gecelerde yılda bir verilen konserlerle çalışmalar devam etti.
Ekipte Hikmet Özkahraman, Engin Eragan, Ali Savaşkan, Güngör Berke, Ayhan Solmaz, Ercan Doruk, Fuat Duygulu, Esen Keklik, Sema Agan, Gül Tüllek, Handan Ulu, Çiğdem Akbulut, Saliha Bardak gibi isimler vardı.
1992 yılında kursiyer sayısı 50’ye yükseldi. 1992 Mayıs ayında koro şefi Orhan Kızılsavaş, ders verirken rahatsızlandı ve vefat etti. Yerine Prof. Dr. Nevzat Atlığ’ın tavsiyesiyle Mehmet Güntekin koro şefliğine getirildi. Dernek başkanlığını önce Engin Erağan, 1994 yılından sonra Hikmet Özkahraman üstlendi.
Artık konserler yemekli gecelerde ve ayrıca konser salonlarında düzenli olarak verilebiliyordu. Itrî korosunun yanı sıra Dede Efendi ve Gençlik Koroları ile Fasıl Topluluğu kuruldu.
Yine de zor şartlar altında çalışılıyordu: Aynı anda birkaç koronun çalışmasını sağlayacak bir ortam yoktu. Bu şartlar altında yarı zamanlı Türk Müziği Konservatuarı kuruldu. Dernek, Bakırköy Musiki Vakfı adı ile vakıf hâline dönüştürüldü.
1999 yılına gelinceye kadar; çalışmalarda ve derneğin gelişmesinde büyük emekleri bulunan Giray İçözü, Sâliha Bardak, Engin Erağan vefat etti.
Ataköy 5. kısımdaki şantiye binasının sinirli imkânları ve genişlemeyi ve rahat çalışmayı imkânsız hâle getirince, yeni bir mekân arayışı başladı. Ataköy 7.-8. kısımdaki onarımı bitmek üzere olan tarihî İspirtohane binasının Bakırköy Musiki Vakfı’na tahsis edilmesi için teşebbüse geçildi. Uzun süren çalışmalardan sonra bütün engeller aşılarak binanın tahsisi sağlandı.
Çalışmalara devam edilerek; Millî Eğitim Bakanlığı nezdindeki işlemler tamamlanarak Yarı Zamanlı Konservatuar Bölümü kuruldu, 3 yıllık Türk Müziği ve 4 yıllık Batı Müziği müfredat programı hazırlanandı. Kuruluş ve program M.E.B. Talim terbiye Kurulu’nca onaylandı.
Türk Müziği Eğitimi Bölümü’nde Danışman olarak Prof. Dr. Nevzat Atlığ’ın desteği sağlandı. Bölüm Başkanı olarak Fatih Salgar’ın yanı sıra Faruk Salgar, Cengizhan Sönmez, Ayşegül Kostak Toksoy ve Suat Güney gibi localarla anlaşmaya varıldı.
Oluşturulan bu kadro ile; batı müziği bölümünde başta Mimar Sinan Konservatuarı eğitimli öğretmenler eşliğinde, çocuklara yönelik 8 kurluk müzik eğitimi başlatıldı, kitap yayınları yapıldı, konser kayıtları CD’lere alındı. Prof. Dr. Nevzat Atlığ ve Fatih Salgar tarafından Türk Müziği Nota Klasikleri seri halinde yayınlandı.
Bakırköy Musiki Vakfı; Ali Savaşkan ve Yıldırım Sutekin hocaların da katılımı ile amaçları doğrultusunda, müzik kültürümüzü yaşatmak ve yaymak yolunda çalışmalarına devam ediyor.
Yorumlar