Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine

Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine 

İBNÜLEMİN MAHMUD KEMAL İNAL VE ESERLERİ - 17

<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>

ESERLERİ-10

İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Diğer Eserleri-2

İslâm Mütefekkiri ve Ahlâkçısı: 1895 yılı Aralık ayı başında Tercümân-ı Hakîkat’teki yazılarına tekrar dönen İbnülemin’in bu târihten itibâren yazı hayatının ikinci devresi başlar. Bu devrenin ilk yazısı olarak çıkan ‘İslâmiyet, Mârifet’ başlıklı makalesi ve bunu tâkip eden İslâm dini, medeniyeti ve ahlâkı hakkında düşüncelerini ortaya koyan diğer yazıları İbnülemin’in İslâm dininin yüceliğini, ahlâkî, medenî ve insanî değerleriyle anlatma ve savunma vazifesini üzerine almış bir yazar ve mütefekkir olarak doğuşunun habercisi oldu. Başta Tercümân-ı Hakîkat olmak üzere gazete ve dergilerde 1895’ten 1900’e kadar devam eden bu yazılarında İbnülemin’in çıkış noktası, İslâmiyet’in terakkiye mâni olduğu yolundaki görüşün bâtıllığını gözler önüne sermek, kendinden önceki dinlere nisbetle medeniyete ve insanlık âlemine ne gibi değerler kazandırmış olduğunu ortaya koymaktır.

Üzerine aldığı bu dâvânın ilk yazısı ve öncüsü olan ‘İslâmiyet, Mârifet’ten başlayarak devamlı takdirle karşılanan, çeşitli okuyucu mektupları ile tebrik edilen ve aynı zamanda devrin önde gelen İslâmî otoritelerinin gittikçe ilgisini üzerlerinde toplayan bu yazılarda kendisini göstermekte olan bu İslâm mütefekkiri hüviyeti, aynı zamanda onun bütün hayatına hâkim olmuş bulunan bir İslâm ahlâkçısı olma yönünü de tam açıklığı ile meydana çıkarmaktadır. İslâm dininin insanlığa ve medeniyete olan hizmetini göstermek gibi bütün benliğiyle benimsediği bir dâvâda yazı yazmaları ve efkâr-ı umûmiyeyi aydınlatmaları gereken salâhiyet sâhiplerini kendilerinden beklenen bir gayret içinde görmediğini ifâde eden İbnülemin bu işin kendisine bir özel vazife olarak nasıl teveccüh ettiğini şöyle anlatır: ‘Âlem-i matbûatta mesâil-i dîniyye ve maârif-i İslâmiyye’ye dâir bir bahs-i mühim açılıp da bu yolda îrâd-ı makāle lüzum görüldüğü zaman himmet benim gibi aceze-i ümmete kalıyor’ 

Yerine oturmuş bir düşünce sistemiyle İslâm dini ve medeniyetine dikkat çekici bakışlar getiren bu yazılarında, İslâmiyet’in akıl ve bilgiye dayanan ve sâdece ona itibar eden bir din olmak sıfatıyla İslâmiyet’in doğuşu ile gerçekliğini yitiren kendinden önceki dinler ve o zamana kadar içinde yüzdüğü bâtıllar arasından sıyrılarak insanlığa nasıl saâdet ve aydınlık getirdiğini anlatıp sinesinden, ‘Eğer dünyada bir dine bağlanacak olsaydım tereddütsüz İslâm’ı kabul ederdim’ diyen mütefekkirler de çıkarabilmiş olan Hıristiyan Batı’ya ve günümüz insanına dinimizi derin gerçekleriyle öğretmenin, din ve inançları ne olursa olsun hakîkati arayanlara kılavuzluk ederek yardımcı olmanın farz-ı ayın derecesinde bir vazife olduğu üzerinde durur.

İbnülemin, Kur’ân-ı Kerîm’in mevcut tefsirlerinin şimdiki asrın ihtiyacı ile mütenâsip bulunmadığını, günümüze göre bir Türkçe tefsirin meydana getirilmesine büyük bir lüzum olduğuna ehemmiyetle işâret ederek böyle bir tefsirin, Avrupalı araştırmacıların İslâm âlimleri derecesinde Kur’ân-ı Kerîm’in derinliklerine vukufları mümkün olamadığından onlara da sağlayacağı fayda dolayısıyla neticede Avrupalıların geniş ölçüde şâhitliğini mümkün kılacağını belirtir . Bu makalesinden dolayı hakkındaki bir tebrik yazısına verdiği cevapta yazılarının gördüğü ilgi ve teşvikten aldığı cesaretle bundan böyle de kalemini bu yolda kullanacağını vaad eder.

Bilhassa ramazanlarda sıklaştırdığı bu yazı silsilesi içinde ‘İslâmiyet, Mârifet’ten başlayarak ‘Âlem-i İslâmiyyet’, ‘Dîn-i İslâm’, ‘Hayrü’n-nâs men yenfau’n-nâs’, ‘Hel yestevi’llezine ya‘lemûne vellezine lâ ya‘lemûn’, ‘Medeniyyet-i Sahîha’, ‘Bir Mektub-Fezâil-i İslâm’, ‘İslâm’, ‘Garb Mektubu’, ‘Fezâil-i İslâmiyye ve Üç Yüz Bin Nüfusun İhtidâsı’, ‘Şehr-i Ramazan’, ‘Aleyke’s-selâm Ey Nebiyyü’l-verâ’, ‘İltizâm-ı Hasenât ve İsti‘dâ-yı Merhamet’, ‘Nizâm-ı İlâhiyye’, ‘Terbiye-i Esâsiyye’, ‘Dîn-i Hak’ gibi makaleleri arasında ‘Medeniyyet-i Sahîha’ ile ‘Terbiye-i Esâsiyye’, O’nun İslâm’ın yüceliği ve fazîletleriyle ilgili görüşlerini en toplu şekilde aksettirdikleri kadar, uyandırdıkları büyük ilgi ve takdir dolayısıyla da özellikle zikredilmeyi gerektirir.

İbnülemin, Fâtih dersiâmlarından (daha sonra şeyhülislâm) Mûsâ Kâzım Efendi’ye hitâben, O’nun ‘Medeniyyet-i Sahîha-Diyânet-i Sahîha’ adlı yazısı dolayısıyla yüksek makam sâhibi bir şahsiyetin emri ve isteği üzerine kaleme aldığını bildirdiği ‘Medeniyyet-i Sahîha’ adlı makalesinde, Mûsâ Kâzım Efendi’nin düşüncelerine paralel olarak kendi görüşlerini geliştirip bundan önceki yazılarında olduğu gibi sonraki yazılarında da ifâde ettiği bir medeniyet felsefesinin esaslarını ortaya koyar. İbnülemin burada, ‘medeniyyet-i zâhire’ (medeniyyet-i kâzibe) ve ‘medeniyyet-i sahîha’ (medeniyyet-i hakîka) yahut ‘medeniyyet-i bâtına’ olmak üzere iki ayrı medeniyet tipinin varlığını bahis konusu etmektedir. O’na göre medeniyyet-i zâhire, teknik ve sanayiin meydana getirdiği birtakım göz kamaştıran görünüşleri sergiler. Ancak bu medeniyet tarzı mânevî değer ve fazîletlerden mahrum, insanların refah ve saâdetten aynı şekilde faydalanamadığı, bir kısmının açlıktan öldüğü veya intihar ettiği, işsizlerin yoksulluk içinde kıvrandığı ve insanı yücelten ahlâkî değerlerin mevcut olmayışı neticesi en başta cinâyet işlemek gibi kötü fiil ve yollara düşülen bir sistemdir. Medeniyyet-i sahîha ise din, ahlâk, adâlet gibi üstün mânevî değerlere sâhip, insanlara her türlü saâdet ve refahın sebep ve şartlarını sağlamayı gaye edinmiş bir medeniyettir. Bu medeniyet, insanlara maddî ve mânevî saâdetlerini kazandırma yolunda birbirlerine yardım ve merhamet etmek, her hususta adâlet, başkalarının hakkını çiğnememek, kendi menfaati için umûmun menfaatine zarar vermemek, nefsânî hazlar uğruna insanî meziyetleri fedâ etmemek, vicdanı her şeyin üstünde bir hakem olarak kabul etmek, Allah’ın rızâsını kazandıracak hayırlı işlerde bulunmak gibi ahlâkî güzellik ve erdemlerin hâkim olduğu bir medeniyettir. Allah’ın emrettiklerini yerine getirmek, menettiklerinden ise kaçınmak suretiyle kazanılan bu erdemlerin, bütün ahlâkî güzelliklerin temeli ve kaynağı dindir. Bütün bunlar hak din sâyesinde meydana gelir. Daha sonraki yıllarda bu konuda son hüküm olarak şöyle der: ‘Târihin kesin delillerle ortaya koyduğu ve ispat ettiği hakîkat, beşeriyetin tekâmülü ve medeniyyet-i hakîkiyyenin vücut buluşunun İslâmiyet’in gelişiyle mümkün olduğudur.’ 

İslâm’ı esas alan bu medeniyet görüşü etrafında toplanan diğer düşünceler de şöyledir: ‘Hak ve hakîkat ne ise onu görmek ve göstermektir’ diye târif ettiği mârifet onun temelini teşkil eder. İslâm dini mârifet ve fazîlet üzerine kurulu olduğundan mârifete itibar edilmekle dine de riâyet edilmiş olur. Buna göre insâniyet mârifet ve fazîletle kāim, diyânet de mârifetle dâimdir. Netice itibâriyle ahlâkî erdem ve güzelliklerin temeli dindedir. Hakikî saâdet de ahlâk güzelliğiyle kāimdir; Allah’ın rızâsı ahlâkın güzelliğiyle kazanılabilir. Medeniyet ve ahlâkî değerler maâriften doğmuştur. Bilgiyi, aydınlanmayı ve çalışmayı emreden İslâm, bu bakımdan getirdiği disiplinle öbür dinlerin çok üstünde olduğu gibi insanları öğrenme ve çalışmaya memur kılmakla hem ferdin hem toplumun refah, saâdet ve yükselme şartlarını sağlama yolunu da açık tutmuştur. İslâm dünyasında onun doğrultusuna girmeyenler geri kalmışlar, bilgi ve çalışmanın getireceği nimetlerden nasip alamamışlardır. Müslüman ülkeler, İslâm’ın bu disiplinine sâdık kaldıkları zamanlarda medeniyet ve refaha yükselmişler, onu ihmal ettiklerinde de gerilemişlerdir. Geri kalma, yüce dinin kendisinden kaynaklanmayıp onun emir ve hedeflerinden uzak kalmanın bir neticesidir.

İbnülemin, ‘medeniyyet-i sahîha’ diye adlandırdığı İslâm din ve medeniyetinin bu yönüne çeşitli yazılarında sâdece temas etmekle kalmayıp başta ‘Hayrü’n-nâs men yenfau’n-nâs’ olmak üzere ‘Teâvün-Tenâsur’, ‘İltizâm-ı Hasenât ve İstidâ-yı Merhamet’, ‘Vazîfe-i İnsâniyye’ gibi makalelerinde çok daha geniş şekilde yer vermektedir. Bu düşünce sistemi içindeki makalelerinin en hacimlisi olan ‘Terbiye-i Esâsiyye’de İbnülemin, medeniyet icabı diye gösteriş vesilesi olarak bir moda hâlinde almış yürümüş yabancı mürebbiye tutma meselesini etraflı bir tahlilden geçirerek Müslüman çocuklarının terbiyesinin Hıristiyan ülkelerinden gelmiş kadınların eline bırakılmasındaki mahzurları ele alır. İbnülemin, sağlam bir İslâmî terbiye görmeden çocuğu Frenk âdetlerine göre yönlendiren bir terbiye vermenin onu bir Frenk olarak yetiştirmek demek olacağını ifâde etmektedir. Büyük bir takdirle karşılanan makale kuvvetli bir akis uyandırmış, zamanın tanınmış doktorlarından Necmeddin Ârif’in yanı sıra Fâik Reşad gibi şahsiyetler yayımlandığı gazeteye tebrik yazıları göndermişlerdir.

İkinci Meşrutiyet devrine gelindiğinde İslâmî görüş etrafında bir müddet daha devam ettirdiği yazılarında, daha önceki düşünceleri dışında yeni bir unsur olarak İslâmiyet’in hürriyete verdiği değer meselesinin yer aldığı görülür. İbnülemin’in hürriyet kavramına İslâmî yönden yaptığı yorum, politik olmaktan çok vicdanî ve ahlâkî değerlerle adâlet ve insana saygı düşüncesine dayanmaktadır. Onun bu görüşleri, devrin diğer kalem sâhiplerinin politik merkezli düşüncelerinden farklı ve onlardan ileri bir seviyededir.

İbnülemin Mahmud Kemal İnal bu devrede İslâmî yazılarını arada Mir’ât-ı Maârif, Cerîde-i Sûfiyye gibi dergilere de vermekle beraber özellikle Beyânülhak dergisinde, fakat belirli bir süre için kaleme aldı. Derginin 15-38. sayıları arasında ‘Hak’, ‘Bekā Din ile Kāimdir’, ‘İdâre-i Meşrûta’, ‘Amel’, ‘Vazîfe-i İslâm’, ‘Mârifet-Din’, ‘İttihâd-ı Kulûb’, ‘Serbestî-i Mezâhib’, ‘Lâ musîbete a‘zam mine’l-cehl’, ‘Cezâ-yı Amel’, ‘Selâmet, İltizâm-ı Hakîkattedir’, ‘Ehemm-i Umûr’, ‘Hürriyyet’, ‘Nef‘-i Nâs’, ‘Vazîfe-i İnsâniyye’ adlı makaleleri yayımlandı.

Üstat Mahmud Kemal Bey bu yazılarından başka 1896-1897 yılları arasında Arap edebiyatının ve İslâmî edebiyatın Arap dili ile olan bazı klasik eserlerini tanıtmaya ve değerlendirmeye çalıştığı gibi özellikle de Arapçadan şâhit, kültür ve edebiyat dili olarak Arapçanın lüzumu meselesi üzerinde ehemmiyetle durmaktaydı. Böylece bir müddet sonra başta Hacı İbrâhim Efendi ve Hüseyin Câhid (Yalçın) gibi düşünce ve kalem erbabı arasında cereyan edecek, Arap dili ve ona bağlı kültürün gerekliliği hususunun karşı tarafça toptan inkâr zeminine götürüleceği bir münakaşanın kapısını bu yazılarla aralamış oluyordu. İslâm medeniyeti ve ahlâkının yüceliği konusunda yürüttüğü husûsi vazifenin İkinci Meşrutiyet sonrası ortaya çıkan Sırât-ı Müstakîm, İslâm Mecmuâsı gibi yayın organlarında, İslâm ilâhiyyâtında ihtisaslaşmış ve sayıları çoğalmakta olan salâhiyetli kalemler tarafından temsil edilmekte olduğunu gören İbnülemin, bu sahayı artık onlara bırakarak bundan böyle kendini yazı ve fikir hayatının esas merkezi hâline gelecek olan biyografi ve târih çalışmalarına verir.

İslâmî konulardaki önemli yazıları ve kültürümüzün çeşitli konuları etrafında dolaşan diğer makaleleri İbnülemin’e henüz genç yaşında iken îtibar ve şöhret sağlamıştı. Devrin basınında, O’nun kalem kudretini tasdik eden çevrelerce daha o yıllarda kendisinden ‘edîb-i şehîr’ unvânıyla söz edilmekteydi. Geçmişin gazete ve dergi koleksiyonlarında dağınık vaziyette kalmış yazılarının vaktiyle ortaya koyduğu İslâm mütefekkiri hüviyeti, daha sonraki yıllarda öne çıkan biyografi çalışmaları dolayısıyla gölgelenip perdelenmiş, bir devrin alkışladığı İslâmî konudaki yazılar kitap hâline gelemediği için bir müddet sonra unutulmuştur. Memleketimizde diğer sahalarda olduğu gibi günümüzde fikir târihiyle ilgili araştırmalarda, araya büyük zaman mesâfesi girmiş bulunan gazete ve dergi koleksiyonlarına gidilmek yerine kolay erişilebildiği için sâdece kitap hâlindeki hazır malzemeye müracaat olunmakla yetinildiğinden İbnülemin’in İslâm mütefekkiri ve ahlâkçısı yönü, Türkiye’de İslâm düşüncesi ve İslâmcılık konusunu işleyen çalışmaların meçhulü kalmıştır. Sonraları ‘Kemâlü’l-makāl’ adı altında bir araya getirmek istediği makalelerini bir kitap halinde yayımlamaya imkân bulamaması, ayrıca biyografi âlimi olarak ağır basan hüviyetinin çok öne geçmesi, o zamanki yazılarını ‘Külliyyât-ı Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım: Dinî, İçtimaî Makaleler’ adıyla kitap hâline getirebilmiş olan fikir yoldaşı ve ele aldıkları meselelerle aralarında paralellikler bulunan Hüseyin Kâzım gibi onun bu çeşit araştırmalarda hak ettiği yeri alabilmesini engellemiştir.

Hersekli Ârif Hikmet Bey: 1839-1903 yılları arasında yaşamış divân şâiridir. Osmanlı ülkesinin çeşitli yerlerindeki memuriyetlerinden sonra İstanbul’a yerleştiğinde dostluğunu kazanıp kendisiyle yakın temas içine girdiği şâir Ârif Hikmet Bey’in, esas kısmını sağlığında yazarak ölümünden yedi ay önce kendisine gösterdiği ve kontrolünden geçirdiği hal tercümesinin, ona dâir hâtıraları ve dostlarının ona dâir görüşlerini belirttikleri yazıları ile çok genişletilmiş şeklidir. Ölümünden iki buçuk ay kadar sonra tamamladığı eser önce Tercümân-ı Hakîkat’te tefrika halinde yayımlanmış, muhtelif değişikliklerle ‘Kemâlü’l-Hikmet’ adı altında kitap olarak da basılmıştır (İstanbul 1909). Hayatını en iyi bilen ve tahkik eden bir müellif sıfatı ile İbnülemin’in kaleminden çıkan bu eser, Hersekli Ârif Hikmet hakkında kendisine fazla bir şey ilâve edilemeyen bir kaynak olarak değerini günümüze kadar sürdürmüştür.

Kemâlü’l-kiyâse fî Keşfi’s-Siyâse: Siyâset ilminin bazı konularını târih felsefesinin bazı meseleleriyle birlikte belirli bir sisteme bağlı olmaksızın işleyen 503 sayfalık bu eser beş ana bölümden meydana gelmiştir. Eski siyâsetnâmelerinkine benzer bir ad verdiği, telifi 1906-1908 yılları arasında yayını devam etmiş olan eserde sırasıyla târihin lüzumu ve faydası, târihî eserlerde gerçek ve gerçek dışılık, târihte gerçek olanın gerçek olmayandan nasıl ayırt edileceği, siyâset ilminin önde gelen konuları ve ilkeleri, devletler hukukunun bazı meseleleri, sefirler ve bunların siyâset ve milletlerarası münasebetlerdeki rol ve fonksiyonları, hukuk ve politika bakımından askerlik ve harp konusu gibi meseleler işlenir. Bu bölümlerin hepsinde târihten alınmış misaller ve anekdotlara yer verilmiştir. Her bölüm veya faslın başında ilkin Doğulu yahut Batılı kaynaklardan seçilmiş ibâre ve paragraflar verilmekte, daha sonra bunlar üzerinde tahlil ve yorumlar, bazan da tenkitler yürütülmektedir. Batılı müelliflerden nakledilen parçalar esas itibâriyle bunların Türkçe’de mevcut tercümelerine dayanır. Seçilen metinler İbn Haldûn, İbnü’l-Esîr gibi târihçilere ve İbn Kemal, Naîmâ, Mansûrîzâde Nûri Paşa, Cevdet Paşa gibi Osmanlı târihçileriyle Mâverdî’ninki de dâhil siyâsetnâmelere, ahlâk, politika ve hukuk kitaplarına, askerlik ve harp sanatına dâir bâzı eserlere, Büyük Frederic, Bismarck gibi Batılı devlet ve politika adamlarının nutuk ve vecizelerine, zamanın fikir ve edebiyat dergileriyle günlük gazetelere, Nâmık Kemal, Hersekli Ârif Hikmet’e ve diğer bazı edebiyatçılara kadar uzanan geniş bir yelpaze içinden gelmektedir. Bunların esas itibâriyle harcıâlem kaynaklar olduğunu söylemek gerekir. Kitabın muhtevaca bir bakıma Feyz-i Cevâd’ın çok daha ileri götürülmüş ve geliştirilmiş bir şekli olduğu söylenebilir. Siyâset ilminin ayrılmaz bir parçası ve mühim bir kaynağı olması dolayısıyla eserinde târihin merkezî bir konumda olduğunu belirten İbnülemin, önsözden itibâren târihçinin sorumluluğu meselesi üzerinde hassasiyetle durarak târihî gerçek yerine yalana sapan târihçinin arkasında nasıl bir kötülük yolu bıraktığını ve kendisinden sonrakileri aldatıp yanlış hüküm ve zanlara sevkettiğini açıklamaktadır. Eser İbnülemin’in sosyolojik görüşleriyle birlikte târih, politika, hukuk sahasındaki zengin birikiminin aynasıdır. Çok itinalı bir rik‘a ile kaleme alınmış olan kitap tek yazma nüsha olarak İstanbul Üniversitesi Kütüphânesi’nde bulunmaktadır (İbnülemin, nr. 2479).

Kemâlü’l-İsmet: Zamanının en salâhiyetli ve en geniş bilgili biyografi otoritesi sayılan müverrih Fındıklılı İsmet Efendi’ye dâirdir. Bu küçük risâlede, o vakitlerin çoğu şahsiyetleri gibi kendi hal tercümesini vermekten kaçınan bu ünlü mütehassısın esas olarak biyografi araştırmaları yolunda neler meydana getirdiği üzerinde durulur. İbnülemin, çeşitli hâtıralarını anlattığı ve keskin dikkatiyle onun bir portresini çizdiği bu eseri de İsmet Efendi’nin ölümünü tâkip eden iki gün içinde yazarak 15 Aralık 1904’te tamamlamış, ancak yayımlanması 1912’de mümkün olmuştur.