Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine

Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine 

İBNÜLEMİN MAHMUD KEMAL İNAL VE ESERLERİ - 14

<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>

ESERLERİ-7

HOŞ SADÂ-2

İbnül Mahmud Kemal İnal Efendi Hazretleri bir toplantıdan çıkarken ‘Önümüzdeki Pazar bana geleceksin, seninle Necmettin Molla’ya gideceğiz.’ dedi. Söylediği günde konağa gittim ve birlikte yaz günü olmasına rağmen Yusuf Ziya Ortaç’ın makalesinde okuyacağınız kıyafetiyle Karaköy iskelesinden vapurla Necmettin Molla’nın Büyükdere’deki konağına ulaştık. Konağın bahçesinde karşılıklı koltuklarda oturmuş halde, bu bilgi hazînesi iki ihtiyar, geçmişteki hâtırâlarını dile getiriyorlardı: Ben de 22-23 yaşlarında bir genç olarak -bir köşeye âdeta büzülmüş halde- neler konuştuklarıı tâkip etmeye çalışıyordum. Daha sonra yemeğe geçildi; sofrada herhalde 15-20 kadar, yaşları, belki en genci 60-70 yaşlarında dâvetliler bulunuyordu. Efendi Hazretleri beni yanına oturtmuştu. O mecliste Enver Paşa’dan iki yaş küçük olan amcası ve Birinci Cihan Harbi’nde Osmanlı Devleti’nin yaptığı bütün savaşlara katılmış olan Halil (Kut) Paşa’yı tanımıştım.

Bu toplantıda bestekâr, hukukçu, politikacı aynı zamanda İttihat ve Terakki Fırkası’nın ileri gelenlerinden birisi olan Servet Yesari Bey’den bahsedilerek O’nun meşhur hisar buselik şarkısını okumam istendi. Şarkının aslı -bir hadise var can ile canan arsında- olmasına rağmen Efendi Hazretleri bu şarkıyı ‘can ile canan arasında hâdise olur mu hiç, olsa olsa râbıta olur’ diyerek bize hâdise’yi rabıta şeklinde çaldırıp söyletirdi. Ben de tabiî ki üstadın istediği şekilde okudum. Üstadın bu münâsebetle bir başka şarkıda da değişiklik yaptığını söylemeliyim. Yesari Asım Arsoy’un Hüseyni şarkısındaki -Çıkmam Allah etmesin meyhaneden- mısraını -Girmem Allah etmesin meyhaneye- şeklinde değiştirerek çaldırıp okuturdu.

Efendi Hazretlerinin pazartesi toplantılarına çok tanınmış da olsa şöhret de olsa hanım giremezdi. Doğrusu ben hiç rastlamadım; ancak son yıllarda Prof. Dr. Tevfik Remzi Kazancıgil’in hanımı, bir keresinde de Dr. Necmettin Hakkı İzmirli’nin hanımının katıldığını duymuştum.

Mesut Cemil Bey, 1952-1955 arasında İstanbul radyosu müdürlüğünü ifa ederken ‘Efendi Hazretleri’nin kendisini aramadığından şikâyet ederdi. Tamburi Cemil Bey’in ise Mühürdar Emin Paşa döneminde sazlarını bir faytona koyarak konağa geldiğinden bahisle kızgınlığını ifâde edecek sitemlerde bulunurdu.

Efendi Hazretlerine en yakın sima olarak tanınmış târihçi ve nüktedan Mükrimin Halil Bey’i hatırlıyorum; birbirlerine karşılıklı latîfeler ve şakalar bile yaparlardı. 

1950-1951 yıllarında Cerrah Prof. Dr. Kâzım İsmail Gürkan (1905-1972) İstanbul Üniversitesi rektörlüğüne seçilmişti. Rektörlük üniversite kapısının sağındaki binada idi. Efendi Hazretleri Prof. Dr. Kâzım İsmail Gürkan’ın yeni görevini tebrik etmek üzere önce rektörlüğe geliyor bulamayınca kapalı çarşıdan geçerek Cağaloğlu’nda Kâzım İsmail Bey’in apartmanına kadar yürüyor. Önce asansöre binip en üst kattaki oturduğu dâireye çıkıyor, orada bulamayınca da en aşağı kattaki muayenehanesine iniyor. Hocayı orada da bulamayınca şu latîfeyi ihtiva eden notu bırakarak ayrılıyor:

Rektörlüğünüzü tebrik için önce rektörhâneye geldik sizi bulamadık, kapalı çarşı tarîkiyle devlet hanenize geldik, orada da yoktunuz. Bir ümit ile muayenehânenize indik, ne çâre orada da yoktunuz. Bilmem ki hangi hânedesiniz?’

Efendi Hazretleri çok hatırşinas idi. 1952 yılında oğlum Bülent’in doğumunu öğrenince Lâleli’ye kadar gelerek ezan ve kameti kulaklarına okumuştu. Yakınlarının cenâzelerine çok uzak da olsa mutlaka giderdi, hastaları aradığını da çok iyi hatırlıyorum. Beni mahcup edecek kadar memnun eden davranışlarına da şâhit oldum: 1951 yılında Beyazıt’tan Tünel meydanına kadar zahmet ederek nikâh merasimimde bulunarak bizleri taltif etmişti. Daha sonra Cağaloğlu’ndaki evimize Kâzım İsmail Gürkan ve Sıddık Sami Onar ile birlikte gelerek şeref vermişlerdi.

Mûsikî Allah’a ve ahlâka götürücü yollardan biridir. Mûsikî, insanı arıtan, iyileştiren yöntem ve araçlardan biridir. Ayş ü nûş eylemeyi (yiyip içmeyi) mûsikînin ayrılmaz parçası sayan yeterince arınmamış insanlar, İbnülemin’in veya Ekrem Karadeniz’in konaklarındaki tertip olunan mûsikî iklimlerinde bulunabilmiş olsalardı… 

İbnülemin’in sekseninci yaşı dolayısıyla İstanbul Üniversitesinde yapılan muhteşem jübile töreninde ‘Efendi Hazretleri’nin şiirlerinden Ekrem Karadeniz tarafından bestelenmiş olanlarından meydana gelen ‘icra’yı dinlemiş olsalardı; o muhteşem törenin parçası olan o mûsikî icraâsındaki arındırıcı yüceliğinin orada bulananlardan biri ve benim gibi bir parçası olabilselerdi… O’nun ‘ilme, sanata hizmeti’ konusunda ‘jübile’ türünden büyük bir töreni İstanbul Üniversitesi Rektörlüğünün yapmış olması bir kadir bilirlik idi; görev almış olmaktan haz ve şeref duyduğum o günkü özel konser, gerçek aydınların Türk mûsikîsine saygısının da gösterilmesidir.

Hoş Şadâ’ isimli eserinden sık sık bahsederdi; biz o târihlerde bestekârlar ve mûsikî târihimiz hakkında bilgi edinecek kaynak bulamazdık ve bu eserin bir an evvel yayınlanması için duâ ederek bekleşirdik. Üstad 1957 de Hak’ın rahmetine kavuşunca müsveddeler Yeğeni Selma Hanım’dan alınarak, son kısmı Avni Bey tarafından tamamlanarak, kitap, Hasan Âli Yücel’in yönettiği İş Bankası kültür yayını olarak sonraları basıldı. Başına konulan yazılar da resimler de gerçek târihçilerin değerlendirebileceği metinlerdir. Eserin mûsikî kitaplığımızdaki yeri emsalsizdir.

İbnülemin Bey bilgisi ve yaşayışı ile bugün çok yaygın kullanılan niteleme ile bir ‘fenomen’ idi. Târihçi, biyograf, bibliyograf, hat ve ebru sanatı uzmanı, mûsikîyi bir zevk aracı değil, insanla cennet arasındaki uyumlandırma temrinleri sayan, fart-ı hassasiyet sâhibi bir şahsiyet idi. O’nun hakkında birçok yazı vardır. Merhum dostum Faruk Kadri Timurtaş’ın, Kâzım İsmail Bey merhum ile Tanpınar’ın yazıları mutlaka okunmalı. 

Yetmiş yıldır milletime ve kültür hayatımıza hekimlik ve mûsikî sanatı aracılığı ile hizmet etmeye çalıştım. Eskilerin ‘irfan’ dedikleri servetten hisseme düşenleri toplamaya, sonra da tekrar paylaşmaya gayret ederek yaşamanın mutluluğunu tadarak ömür sürdüm. Bu ömrün içinde ilim, sanat, siyâset, idaâre ve ticâret alanlarının gerçekten ışıklı yıldızları vardı. Bazılarının hakkının yenmiş, bazılarının ise dil ve zevk değişmeleri yüzünden gölgede kaldıklarını üzülerek ifâde etmek isterim. O yıldız şahsiyetlerden biri nev’i şahsına münhasır ‘Efendi Hazretleri’ veya ‘İbnülemin’ unvanıyla tanınan Mahmud Kemal İnal’dır.  

Prof. Dr. NEVZAD ATLIĞ  

Hoş Sadâ Hakkında…

Eser, Yusuf Ziya Ortaç’ın; ‘Takdim’, Hasan Âli Yücel’in; ‘Üstad İbnülemin Mahmud Kemal İnal’,  Ord. Prof. Dr. Kâzım İsmâil Gürkan’ın; ‘Üstad İbnülemin’e Dâir’, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın; ‘İbnülemin Mahmud Kemal İnal’a Dâir’, Muzaffer Esat Güçhan’ın; ‘Bâzı Husûsiyetleri ile İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ başlıklı makaleleri, Avni Aktunç’un; ‘Üstada Kaside’ başlıklı şiiri ve Üstâdın ‘Vasiyetnâmesi’nden sonra İbnülemin Mahmud Kemal İnal üstâdın, eserine yazdığı 12 sayfalık ‘Giriş’ başlıklı yazısı ile  ‘Hoş Sadâ’ isimli eseri başlıyor. Eserde yer alan bestekârlar, harf sırası ile tanzim ediliyor. Beste sâhibinin önce hayat hikâyesi, eşkali mezarının bulunduğu yer, bestelerinin güftesi yer alıyor. Gerekli açıklamalar dipnotlarda veriliyor. Birinci bestekâr ‘Basmacı’ unvânı ile anılan Abdi Efendi, ikinci bestekâr Hüseyin Avni Paşa önderliğindeki cinâyet şebekesi tarafından, hâince bir tertiple şehid edilen Sultan Abdülaziz Han’dır. Abdülbâki Nâsır Dede (1765-1820), Abdülkadir Bey (1873-1946), Âfet Mısırlıyan Efendi (1850-1922), Ahmed Ağa (vefatı: 1794), Ahmed Efendi (vefatı: 1883), Ahmed Efendi (Yağlıkçızâde)’den sonra 32 bestekâr hakkında bilgi verilmesini takiben üstâdın vefatı sebebiyle yarım kalan eser, hazırladığı belge ve notlardan faydalanarak Avni Aktunç tarafından tamamlanıyor. 

Üstâdın Jübile Nutku

Aziz vatanımızın medarı iftiharı olacak surette yetişeceklerini ümit ettiğim münevver geçlerimizin hakkı âcizanemde dâimâ ibraz ettikleri muhabbet ve hürmet âsarı cemilesinden olarak geçen sene yine bu mevsimde tertip ettikleri jübilenin teşekkürünü lâyıkiyle îfa edemediğim halde bu sene de namı âcizaneme izâfe ettikleri bu şerefli toplantıdan dolayı da hissiyatı müteşekkiranemi nasıl izah edeceğimi bilemiyorum. Çok defa mânalı sükût, sözden daha müessir olur. Ben de hâlisâne ve beligane şükür ve minnet ifâde eden sükûtu, riyâya mahmul olabilecek sözlere tercih ederim.

Memlekete hizmet edenlere gösterilen hürmet, görenlerden ziyâde gösterenlere aittir. Kıymeti olmıyan âdem kıymeti olan âdeme riâyet etmez. Esâsen o kabil âdemler indinde kıymetin mânâsı yoktur. Kıymeti, kıymeti olanlar bilir.

Yine erbabı bilir ehli kemalin kadrin / Nezd-i cühhalde âlim ile câhil birdir.

 diyenler, hakîkate tercüman olmuşlardır. Hayatını, vatanın saadetine vakfedenler, vatandaşların takdir ve tevkirine mazhar olurlarsa hizmetlerinin dünyaya teallük eden mükâfatını gördüklerine kanaat ederek mesrur ve daha fazla hizmet etmeğe vicdanen mecbur olurlar. Nankörlük, hem sâhibini, hem memleketi mutazarrır eder.

Vaktiyle bir İngiliz âliminin, bir eserde ‘İnsanlık âleminin velii ni’meti’ nam-ı hakikat encamiyle yâd ettiği Resuli âzam, mürebbii âlem efendimiz ‘Nâsın hayırlısı, nâse nef’i olandır’ buyurmuşlardır. Nâse hizmet edenler, madem ki nâsın hayırlısıdırlar, onların kadrini bilmek, lâyık oldukları hürmet ve muhabbette kusur etmemek hamiyyeti vataniyye, erbabı için en mühim bir vazifedir. O vazife hakkiyle eda olunursa pek çok hayırlı ve kıymetli insan yetişmesine ve hakîkatte vatanı azize büyük hizmet edilmiş olur. ‘Söyleyenden dinleyen ârif gerek’ müeddasını ihtar ile bu sadedde bu kadarla iktifa etmek münasiptir.

Mûsikî günü’ nâmı verilen bugünkü toplantıda - eyyamı sahavetten beri muhibbi olduğum - mûsikîden bahsetmemi arzu eden zevatı kırmamak iç bu husustaki aczimden iğmaz ederek ve malûmu i’lâm kabilinden olduğunu bilerek birkaç söz söyleyeceğim.

Mahlûkatın ekmeli olan insanda değil, can taşıyan diğer mahlûkatta da teganniye tabiî bir meyl vardır. Beşikteki çocuklar teganniden mütehassis olurlarken, mûsikînin mecnunlar üstünde tesiri görülürken, ejderler ve timsahlar mûsikî ile avlanırlarken, hattâ bazı erbabı fennin beyanlarına göre çiçekler bile mûsikîden müteessir olurken mûsikîden hazzetmeyenlere ne demek lâzım geleceğini yine onlar takdir etsinler. İslâm’ın en büyük âlimlerinden olan İmamı Gazali ‘Baharın, çiçeklerin, ve mûsikînin müteessir etmediği şahsın mizacı fasittir.’ demiştir.

Erbabı tetkik ‘Taam bedenin gıdası olduğu gibi gına da ruhun gıdasıdır. Gına, fehme safvet, zihne rikkat, haşine linet, cebine cesaret, bahîle sehavet verir.’ demişlerdir ki bütün tecrübeler, bu hakîkati ispat etmektedir. Ben de bir eserde mûsikîye ‘ruhun tekellümü’ demiştim. Ruh, cesede hâkim olduğu gibi ruhun tekellümü de havas üzerinde nafizül ahkâmdır. Bir yerde de ‘Aşkın lisanı’ demiştim. Aşkın lisanıdır ki tekellüm ettikçe ruhumuzu i’lâ ve hüsni ezeliyi temaşa etmişçesine can ve cananımızı ihya etmektedir. Bu sebepledir ki eski eserlerde mûsikî ‘ilmi şerif’ nâmiyle yâd edilmiştir. Şerâfeti muhâfaza etmek için nasıl hareket etmek lâzım geleceğini iz’an sâhipleri tâyin eder. Vaktiyle mûsikîden anlıyan bazı ehibba ile bir mûsikîhaneye gitmiştik. Okuduğunu bilen bir hanende, en kıymetli üstatlardan Kömürcüzâde Hafız Efendi merhumun en nefis eserlerinden olan Hüzzam bestesini şevku letâfet ile okurken zâhiri beşer, bâtını har olan bir şahıs ‘Biz güzel şeyler dinleyip eğlenmek için para verdik. Böyle can sıkıcı saçmalar dinlemeyiz.’ dedi, gitti. Anlamıyana anlatmak, hissetmeyene ettirmek kabil midir? Şu noktaya da işâret etmek lâzımdır ki bîpâyan bir deryâ olan mûsikîde biraz behre hâsıl etmekle bestekârlığa kalkışmamalıdır. Cüz’i malûmatla bestelenecek âsarın hayatı pek az zamana münhasırdır. Bir müddet terennüm olunur, sonra unutulur, gider. Yıllarca çalışarak ihtisas kesbeden üstatların eserleri, aradan asırlar geçerek - mâhiyeti asliyesini az çok kaybettiği halde de - kemâli zevk ve şevk ile okunuyor ve okunacaktır.

Mûsikîye müncezip olduğumdan envai müşkilâta rağmen elli yıldan beri haftada bir gece fakirhânede mûsikî bezmi tertip ederim. Mûsikî erbabından olan muhiplerimiz lütfen gelirler, bilerek okurlar, çalarlar. Şikâyet değil, hikâyet olarak söyliyeyim: ‘Mutlaka gelirim’ deyip de gelmiyen, bizi intizarda bırakan bazı hânende ve sâzende dostlarımızla mûsikî ile münâsebetleri olmadığı halde erbabı mûsikî arasına katılanlardan, fasıl esnâsında uykuya, yahut yanında oturan adamla lâfa dalanlardan, bahusus şahıslarını tanımadığım halde kendi kendilerini dâvet ederek, yahut tanıdıklarımdan birinin ardına takılarak çalgılı gazinolara gider gibi bîpervâ gelenlerden, vedâ etmeden gidenlerden maddî ve manevî çektiğim mihnet, aldığım zevke galebe eder. Ne diyeyim, ‘Bağban bir gül için bin hâre hizmetkâr olur.’

Pek uzayan söze nihâyet verirken bu toplantıyı tertip eden talebei kirama şükranımı kemâli ihlâs ile tekrar ederim ve mesleklerinde kesbi imtiyaz ve vatanı azize mühim hizmetler ibraz ile dünyâ ve ukbâda mesut olmalarını temenni ederim. Toplantıyı açmak lûtfunda bulunan üniversitemizin vücudiyle fâhir olduğu muhterem rektör beyefendiye ve istihkakımın fevkinde kelimatı tayyibe irat eden en büyük hukuk âlimlerimizden Ali Fuad ve en değerli şâir ve ediplerimizden Hamdi Beyefendilerle şâiri mümtaz Yenişehirli Avni Bey merhumun hafidi erbabı musikiden Avni Bey’e ve Talebe Cemiyeti Reisine, bahusus beni taltif için teşrif eden zevatı kirama arzı şükran ederim. Toplantıya ziynet ve letâfet vermek üzere buraya gelmek zahmetini ihtiyar eden mûsikî sanatkârlarımıza da teşekkür ederim.

          

Hoş Sadâ Hakkında Birkaç Kelime

Eserin son iki bölümünden birincisi ‘Sözlük’ başlığını taşıyor. Burada, eserde geçen; günümüze erişemeden kullanımdan düşmüş veya bâzı okuyucuların hatırlamakta zorluk çekeceği düşünülen kelimelerin açıklaması verilmiş. Ancak bu sayfalar için bir miktar ‘cimri-hasis’ davranıldığını düşünenler olabilir. Bu cümleden olmak üzere; Âsar, bikes, fart, ibraz… gibi kelimelerin karşılıklarının verildiği yerde ‘tesâvii ârâ’ tâbirinin, ‘intizar’ kelimesinin karşılıklarının da verilmesi faydalı olurdu. Çünkü okurken veya yazarken masasında lügat bulunduranlar çok azdır. Ferit Devellioğlu ve İlhan Ayverdi gibi leksikologların adını bile duymamış insanlarımızın ise pek çoktur. 

Kapağına, kâğıdına, cildine ve sayfa düzenine âzami ihtimam gösterilen bir kitabın tashihlerine de aynı ihtimam gösterilse idi; s: LXX’de ‘tevfiz’ kelimesi, ‘tefvîz’ şeklinde düzeltilir ve ‘sözlük’ bölümünde açıklaması verilirdi.  S: 73’de ‘sende dumak’, s: 158’de ‘Gözümde dâim hayali cânan’, s: 277’de ‘Sildi aşkım gözlerimden her şeyi’ gibi hatâlar gözden kaçmazdı. 

KETEBE YAYINLARI:  Maltepe Mahallesi, Fetih Caddesi Nu: 6 Dk: 2 Topkapı 34010 İstanbul.   Telefon: 0.212-612 29 30 e-posta: [email protected]  

………………..

Mesut Cemil Bey: (1902-1963) Tamburî Cemil Bey’in oğludur. Müzik eğitimine, batı mûsikîsi ile başladı. Daha sonra tambur ve viyolonsel sanatkârı oldu. Müzik hocalığı, Ankara ve İstanbul radyolarında müdürlük yaptı. 

Mükrimin Halil Yinanç: (1900-1961) Edebiyat Fakültesi Târih Bölümünü ve Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu, Türk Târihi Ord. Profesörü. 

gına: Halk arasında yaygın olarak kullanılan ‘gına’ kelimesinin mânâsı, ‘bıkma, usanma’ demektir. Az bilinen başka bir mânâsı daha vardır: ‘Nağme ile okumak, şarkı söylemek…’