Vefatının 21. Yılı Vesilesiyle  AHMET KABAKLI  Hayatı, Fikriyatı ve Eserleri - 24

<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>

Yeğeni ve Hayr-ül-halefi SERHAT KABAKLI,  

AHMET KABAKLI HOCA’mızın 

Müstesna Şahsiyetini Anlattı. 

BİRİNCİ BÖLÜM                                                                                                                       

Oğuz Çetinoğlu: Uygun görürseniz Ahmet Kabaklı Hoca’mızla aranızdaki akrabalık bağı ile alâkalı bilgilerle başlayalım.  

Serhat Kabaklı: Önce rahmetli dedemden başlayayım, Ahmet Kabaklı’nın babası Hacı Ömer Efendi Harput’ta, Sâre Hâtun Camii’nde din görevlisi. Hacı Ömer Efendi’nin, o günün şartları sebebiyle 3 hanımı, Her bir hanımından da 2’şer oğlu var. Aile içinde, çocuklar arasında, bu öz, bu üvey ayırımı asla olmamıştır. Harput’un eteklerinde Hüseynik diye bir köy vardır; Şeyh Sait ayaklanmasında Şeyh Sait oraya kadar geliyor. Şeyh Sait, sonuçta bir din adamı. Bunun üzerine Harput’ta toplanıyorlar, “Şeyh Sait’e bir heyet yollayalım, Harput’a karışmasın” diyorlar ve dedemin de içinde olduğu 5-6 kişilik bir heyeti gönderiyorlar. Şeyh Sait, gelen bu insanların hepsini cephaneliğe bağlıyor ve havaya uçuruyor. Ahmet Kabaklı’nın babasının mezarı yoktur, çünkü parçalanmıştır. Belki ondan bize geçen Kabaklı hocanın Türkçülüğü, ondan bize geçen Türkçülük bu bakımdan biraz da tepki olarak gelişmiştir. Zaten Şecere-i Terakime’de, Harput’a ilk gelenlerden birinin Kabaklı Mehmet olduğu yazar. Bizim yerimiz yurdumuz, gelişimiz bellidir. Kabaklı hocanın annesi Münire Hanım hem Kabaklı hocanın annesidir, hem de benim babamın annesidir; yani babamla Ahmet amcam aynı karından olan çocuklardır. Ama Ahmet Kabaklı’nın en büyük idolü büyükannesinden olan Ârif ağabeydir. Onun gibi olmaya çalışmıştır. Yakışıklı, babayiğit, sözünü bilen, çok iyi ata binen biridir ve onun gibi olmaya çalışmıştır. Biraz önce sorduğunuz soruya şu cevabı vereyim: Kabaklı hoca benim amcamdır ve benim … Babam 4 tane çocukla Elâzığ’da, bir işçi maaşıyla hiçbir şey yapamayacak durumdayken, ben üniversiteyi kazanınca babama, “Artık Serhat bana ait, onun bütün masrafları bana ait” demiş ve babam beni o noktada tamamen Kabaklı hocaya bırakmıştır. Kabaklı hoca da bana geldiğimiz nokta itibarıyla hem hÂmilik, hem babalık yapmıştır. Ancak, şurası çok önemli: Ben eğitim camiasında bulundum ve Kabaklı hoca bir bakıma bana burs verdi mantığıyla bakarak, bugüne kadar, yaklaşık bir 40 yıl içinde 5 bine yakın öğrenciye burs verdim ve her verdiğim bursu da kabaklı hocanın hayrına vermiş oldum. Çünkü Kabaklı hoca olmasaydı, ben burs verecek durumda da olmazdım. 

Çetinoğlu: : Kabaklı Mehmet Harput’a nereden gelip yerleşmiş? Muhtemelen Türkistan’dandır. Bölge belli mi? 

Kabaklı: Kitapta ‘Horasan erenleri’ olarak kayıtlı. Oraya nereden geldikleri bilinmiyor. Bizim Harput’taki şivemiz tamamen Azerbaycan şivesidir. Yani şive olarak tamamen Azerbaycan kökenli olduğumuzu düşünüyorum. 

Çetinoğlu: : Sizin Ahmet Kabaklı hocamızla ilk temasa geçiş gününüzü, o anı hatırlıyor musunuz? 

Kabaklı: Oğuz hocam, o sırada biz ailece Elâzığ’dayız. Sıtkı amcam, Esat Kabaklı’nın babası askerî fırında çalışıyor; hamur yapıyor, ekmek yapıyor. Benim babam … greyder operatörü. Bizler mütevazı geçinen, mütevazı yaşayan insanlar olarak gidiyoruz; ama yavaş yavaş, amcam İstanbul'a geldikten sonra gazetelerde yazmaya başladı. Tabii, amcam Elâzığ’la hiç bağını koparmadı. Her yıl Elâzığ’a gelirdi. Gelir, ailesiyle birlikte en az bir hafta 10 gün geçirirdi. Onun gelişini çok büyük bir özlemle, çok büyük bir hasretle beklerdik. Geldiği zaman giderdik ailece. Otobüsle gelirdi o dönemler. Ailece giderdik, karşılardık, alıp gelirdik. Akşamları bütün aile bizde toplanırdı. Ailenin çocukları bütün maharetlerini göstermek için yarışırdı. Halamın oğlu vardı, Sabahattin; ud çalardı. Sabahattin daha sonra Elâzığ Musiki Cemiyetinin kurucularından oldu ve orada ud hocası olarak epeyce çalıştı. Esat sazını çalardı, rahmetli Servet şiirlerini okurdu. 

Çetinoğlu: Sonra Esat Bey devreye girdi. 

Kabaklı: Tabii, tabii. Esat bunu zaten çok net anlatır. Amcama, “Amca, şu TRT’de bana bir program yaptırsalar, biraz işler açılır, ekstra işler olur, ben de sana yardımcı olurum. Elâzığ’da herkese sen bakıyorsun” falan diyor. Amcam da, “Ben senin Nida Tüfekçi gibi olmanı istiyorum” diyor. Allah'a çok şükür, şimdi Esat da Nida Tüfekçi gibi oldu, en azından onun izinde giden biri oldu. 

O dönemlerde Harput’ta bağ var. Bağa gidip oturuyoruz.

Çetinoğlu:  Göllü Bağ. 

Kabaklı: Göllü Bağ.

Yerde yayılıyoruz, yayılıp oturuyoruz Kabaklı hocayla beraber. İçeride fotoğrafları var hocam. 

İlk temas bu geliş gidiş sırasında. 

Çetinoğlu: Kaç yaşındaydınız o dönemde? 

Kabaklı:13-14. 

Orta son sınıfta kendimi biraz futbola verdim. Elâzığspor’da falan futbol oynadım. O sıralar epey bir dersten ikmale kaldım. O sıra evlerde telefon yok, postaneden telefonla çağrılıyor. Amcam aramış, çağırmışlar, babam gidip konuşmuş. Babama demiş ki, “Serhat’ı da al da gel. Ben bir daha arayacağım.” Gittik, biraz bekledik, aradı. Babamı çağırdılar, babam beni çağırdı, bana telefonu verdi. “Ben senden çok ümitliydim. Beni hayal kırıklığına uğrattın. Hemen baban seni İstanbul'a gönderiyor, geliyorsun. Burada seni kursa yazdıracağım. O dersleri vereceksin, sınıfını geçeceksin” dedi. 15 yaşında kalktım, otobüsle tek başıma İstanbul'a geldim. Hatta öyle bir hatıra ki, beni ilkokuldaki sınıf arkadaşıma emanet ettiler; çünkü o kız evlenmişti, kocasıyla beraber geliyordu. Ona emanet ettiler. Geldik, Topkapı’da indik. Onlar taksiyle beni Haseki’de … Apartmanı önünde indirdiler. Ahmet diye bir çocuk vardı, kapıcının çocuğu. Ahmet beni karşıladı, hoş geldin dedi. 

Size sürpriz olacak, ama Ahmet kim, biliyor musunuz; Ahmet Maranki. 

Çetinoğlu: Kastamonulu. 

Kabaklı: Evet. Amcamlar yok, ben de biraz ağlama moduna girdim. Bunun üzerine, ‘Gelecekler, pazara gittiler’ dedi ve beni biraz oyaladı. Onlar geldi, ben rahatladım. 

Burada işin içine Sayın Ahmet Maranki’yi de katmış olduk. Ahmet Maranki, orada o apartmanın kapıcısının çocuğuydu ve ona okuma zevkini aşılayan da o zamanlar Kabaklı hoca olmuştu.  

Çetinoğlu: Ahmet Kabaklı’nın sizin üzerinizde bıraktığı ilk intiba neydi? Sevgi, korku, bağlılık?

Kabaklı: Sevgi vardı, bağlılık vardı. Korku yoktu. Hiçbir şekilde kendisinden korkmamızı istemezdi. Ama hoş bir yan vardı. Bir İstanbul beyefendisiydi. Sürekli güzelim İstanbul Türkçesiyle konuşurdu; akrabalarını, bizi gördüğü anda hemen Elâzığ şivesiyle konuşmaya başlardı. O bir hasLet olarak ortaya çıkardı. 

Çetinoğlu: Kabaklı Hocamızın hangi yönlerini beğeniyordunuz? ‘Ben de bu yönlerini alayım’ diye düşündüğünüz birtakım hasletleri olmuştur mutlaka. 

Kabaklı: Üniversiteye başladım ve üniversiteye başladıktan sonra da Türk Edebiyatı Cemiyetinde sürekli birlikte olmaya başladık. Türk Edebiyatı Cemiyeti Yeşilay binasındaydı. Ben, o sıra karşıda, Marmara Üniversitesi Fikirtepe Kampusunda okuyordum. Her gidiş sonrasında, dönüşümde vakfa gelmek zorundaydım, gelip orada sohbetlere katılmak zorundaydım. Turgut Güler ağabeyimiz vardı orada, yazı işleriyle uğraşıyordu. Biz de Beşir Ayvazoğlu’yla beraber gemici sandalyelerinde oturup dinleyen genç çocuklardık. Ama çok büyük aşama kaydetti Beşir. Biz, o sırada edebiyat camiasında kalmadık çünkü ekmek parası için öğretmenlik yollarına düştük. 

Kabaklı hoca ailesine çok bağlı bir insandı. Biraz önce saydığım, “Biz öz-üvey bilmezdik” dediğim kardeşlerine sürekli maddî ve manevî yardım yapardı, sürekli. Kız kardeşi vardı. Dedem vefat ettikten sonra, Yakup Bey diye bir insanla babaannemi ortada kalmasın diye evlendirmişler. O da son derece mükemmel bir insan. Ahmet Kabaklı’ya o da babalık etmiştir bir bakıma.

Herkese iyilik düşünen bir insandı. Biz çok büyük iyiliklerini gördük. Bir hatıramı anlatayım. Bu çok önemli. Bir gün, bayram öncesi, Kurban Bayramı olabilir -yola çıkıp Elâzığ’a gitseniz, bir gün gidiş sürüyor otobüsle, bir gün geliş sürüyor, kalıyor 2 gün- “Bizim gazete bizi yarın Fransa'ya gönderiyor. Yengenle biz Fransa'ya gideceğiz, ama seni götürme şansım yok. İstersen seni Elâzığ’a göndereyim. Turgut ağabeyin Aydın’a gidecek. İstersen Turgut ağabeyinle beraber git, oraları gez, gel” dedi bana. Ben de Elâzığ’a 2 gün otobüsle gideceğime, Turgut ağabeyle -zaten sevdiğim bir ağabeyim- beraber gideriz dedim, gittik. Orada çok farklı günler yaşadım gerçekten. 

Ondan sonra dönüşte bana dedi ki Kabaklı hoca, “Gittin, gördün, gezdin. Yediğin içtiğin senin olsun, ama bana bu 3-4 günü yazıp getireceksin bana. Neler gördün, neler oldu, neler yaşadın?” dedi. Bunları yazıp getirdim. 

Çetinoğlu:  İlk yazınız mıydı? 

Kabaklı: Tabii. Bunu yayınlamadı. 

Çetinoğlu:  Bazıları yazı işlerini sevmiyorlar. Siz ilk defa mı böyle bir yazı yazdınız?

Kabaklı: Tabii. Daha önce yazdığım şeyler vardı mutlaka, ama o ilk defaydı. 

Bir gün eve gittim. Edirnekapı yurdunda kalıyordum, ama haftada 3 gün eve yemeğe gidiyordum. Bu kuralımızdı o sırada. 2 yıl evde kaldım, ama diğer dönemde de yine amcam dedi ki gidişimden birinde, “Yavrum, ben Almanya'ya gidiyorum” dedi. Ama bunu söylemeden önce şunu anlatmam gerek. Her eve gidişimde bana o 3 günü geçirecek bir para verirdi. Giderdim, yemeğimi yerdim, bana 3 günü geçirecek bir para verirdi, o parayla 3 günü geçirirdim, bir dahaki gittiğimde tekrar verirdi; ama para verme yöntemleri çok farklıydı. Kitabın arasına koyardı parayı, “Bu kitabı oku” derdi, bana verirdi. Yani para noktasında beni hiç utandırmazdı. Kış günü, paltomu giyiyorum, çıkacağım, “Oğlum, paranı düşürdün yere” derdi. 

Ben Almanya'ya gidiyorum. Sen gelmeye devam edeceksin, yengen gerekeni yapacak” dedi. O gittikten 3 gün sonra gittim. 3 günde bütün paramı bitirmiştim. Gittim, yengeme hizmetimi yaptım, sohbet etti, iltifat etti, yemeğimi verdi, yemeğimi yedim. Sağ olsun. Çıkarken, yengem unuttu parayı. Zaten amcamın gidişi de bir haftalık bir şey. Elâzığ’la çok konuştuğum için, çoklu jeton almıştım. Herhâlde bir 20-25 tane jeton vardı. Kartım vardı. Edirnekapı’dan Karaköy’e kadar yürüyüp, vapur kartıyla karşıya geçip, oradan Marmara Üniversitesi Fikirtepe’ye kadar yürüyüp, dönerken aynı yolla gidip, yemek için de iskelede birkaç tane jeton satıp simit aldığımı çok iyi hatırlıyorum. Amcam geldiğinde, dişim şişmiş, çok kötü. “Ne olmuş sana oğlum?” dedi. Turgut ağabey durumu biliyordu, Turgut ağabey anlattı. Ertesi gün beni çağırdı, gittim. Bana o zamanın parasıyla 1000 lira para verdi. “Aklından geçen hangi bankaysa, gönlünde yatan banka hangisiyse, bunu götür, o bankaya yatır. Böyle bir durum olduğu zaman bu paradan harcayacaksın. Aksi takdirde, o orada kalacak” dedi ve bana böyle bir jest yaptı. Bana göre, bu bir bonkörlüktü. Bonkörlük değil, o bir tedbirdi de, bana göre bonkörlüktü. Ben, o paraya hiç dokunmadım, o para düyuna kaldı. 

Çetinoğlu: Hocamız genelde iyimser bir insandı. Onu en çok memnun eden olaylar nelerdi, neye dikkati çekecek kadar memnuniyet duyuyordu? 

Kabaklı: Birincisi, “Biz ailece sana Topkapı Sarayı’nı gezdireceğiz” dedi. Çıkıp geldik buralara, gezdik. Genç bir Fransız bayan tek başına geziyor. “Keşke bizim gençlerimiz de böyle olsa, tek başına böyle gidip gezecek seviyeye gelse” dedi. Bu, onun bir isteğiydi. Bir gün, ben yurttayım yine -o sırada cep telefonu falan yok- yurtta adımı anons ettiler. Aşağı indim, bir baktım, amcam gelmiş. Şaşırdım. Tabii, Edirnekapı yurdu da ülkücülerin elinde. Hocayı da görünce hemen almışlar aralarına. Gittim, biraz sohbet etti, “Hadi, gidiyoruz” dedi, çıktık. Araba kullanmayı yeni yeni öğrenmişti. Bir Murat 124’ü vardı; 34 PN 590. Arabaya bindik. Nereye gideceğini sormaya korkuyorum. “Kumburgaz’a gidiyoruz” dedi. Gittik Kumburgaz’a. Kumburgaz’da bir yazlığı vardı, küçük bir yazlık, bir apartman dairesi. Gittik oraya. Giderken hiçbir şey konuşmadı. Gittik, eve çıktık. Sinirlendiği zaman konuşa konuşa ferahlardı. “Yahu, ben daha ne yapayım?” falan diyordu. Yengemle ufak bir tartışmaları olmuş. “Ben ne yapayım? Nasıl olur?” falan. Çıkarken, “Kitaplarını al” demişti bana, ben de kitaplarımı almıştım. Oraya telefon çektirmişti, yazlığa. Ayrıca orada bir masası vardı, daktilosu vardı. Günlük yazılarını orada yazdı, telefonla yazdırdı, yazıları çıktı gazetede. Ben dersime çalıştım. Oradaki o 3 gün bana çok yaradı. Çıkıp yürüdük. Manavdan domates, biber, patates vesaire aldık, et aldık, geldik, ben amcama yemekler yaptım. Annem rahatsızken, yemekleri ben yapardım, o dönemde kardeşlerime yemekleri ben yapardım. Akşam amcam dedi ki, “Hadi, gidelim.” Giderken de çok gergin olduğunu görüyorum. Çünkü artık durumu biliyordum ve gerginliğini biliyordum. Gittik, arabayı park ettik, yukarı çıktık. 

Bunu söylerken ağlayabilirim. 

Yengem kapıyı açtı, “Ahmet, seni çok özledim” dedi. O da, “Ben de seni özledim” dedi. O tartışmanın hiçbir izi kalmadan -o sahneyi her hatırlayışımda ben böyle oluyorum- güldük, oynadık, sevindik, yemek yedik, ondan sonra beni gönderdi. 

Ahmet Kabaklı gibi olmak aklımızın ucundan bile geçmiyordu, geçmezdi. Onun her iyi özelliğini kapmaya çalışıyorduk, ama Ahmet Kabaklı gibi olmak bir mucizeydi. Anadolu’nun Harput’undan geleceksin, bir İstanbul beyefendisi olacaksın ve İstanbul'da insanlar seni sevecek. 

Çetinoğlu:  Hattâ Türkiye'nin bütün insanları sevecek…

Kabaklı: Türkiye'nin bütün insanları ve yurtdışından Türkler. Şimdi gidip bakıyorum, “Biz 50 yıldır Kabaklı hocayı okuyor, onun izinden gidiyoruz” diyorlar. Ama elbette, gördüğümüz her iyi özelliği kapmak durumundayız. 

Tayinim çıktı, Bitlis’e gittim. Bitlis Öğretmen Okuluna tayinim çıktı. İlk tayinim oraya çıktı. Kendisine, “Böyle böyle, ben gidiyorum” dedim. “Orada Ali Fuat Çapanoğlu validir, sana yardımcı olur” dedi. Ben Bitlis’e gittim. Bitlis’te, Öğretmen Okulunda çok huzurlu bir ortam bulamadım. Bir gün bir baktım, Vali geldi. Beni çağırdı, benimle tanıştı. “Hazırlan, gidiyoruz” dedi. Beni aldı, Ahlat’a götürdü. Ahlat Yatılı Bölge Okuluna vekâleten idareci yaptı. Biliyorsunuz Ahlat, Alpaslan Gazi’nin şehitlerini bile Malazgirt Ovası’nda bırakmayıp götürdüğü yerdir. Orada çok büyük bir Selçuklu mezarlığı vardır. Orada da Kabaklı hocanın bir özelliğini gördüm. 

Azerbaycan’da, Azerî lehçesinde kabak, ilk gelen, önce manasında. Bunu gördükten sonra, soyadımı hiç yüksünmedim. Bir gün bir öğrencim bana dedi ki… Öğrencimin adı da Ali Tilki. “Benim soyadımla çok dalga geçildi hocam. Sizin soyadınızla hiç dalga geçmediler mi?” dedi. Düşündüm, hiç dalga geçmediler; çünkü o soyadına bir özellik katmıştı o. Kim dalga geçer; onu tanımayan küçük çocuklar. Benim oğlum okula gittiğinde, “Ulan kabak” demiş olabilirler, o ayrı; ama onun dışında, böyle bir şey yaşadık hocam.

(DEVAM EDECEK)