Vefatının 21. Yılı Vesilesiyle  AHMET KABAKLI  Hayatı, Fikriyatı ve Eserleri - 20

<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>

RAHMETLİ HOCAM AHMET KABAKLI’YA DAİR… - 2

Oğuz Çetinoğlu: 1960’tan sonra siyâsî hayattaki değişiklikler, fikir dünyâmızı da etkiledi. Hocamızın fikrî çizgisinde değişiklik olmadı. Buna rağmen seçilmiş ve tâyin edilmiş vazifelilerle, geniş halk tabakası nezdindeki itibârı değişmedi, hattâ arttı. Şiddetli fırtınalara rağmen dengeyi koruyabilmesinin sırrı neydi ? 

Prof. Dr. Mehdi Ergüzel: Son zamanlardaki mülakatlarda “güzel soru..” demek âdet oldu. Bence bu soru,  soyadınızla mütenasip  “çetin bir soru”dur, düşünmeliyim. Hocamın hatırasına uygun cevap vermeliyim. Rahmetli Kabaklı Hoca, “partiler üstü” kalmaya hususî bir dikkat gösterirdi. Gayet tabiidir ki milliyetçi hatta “Turanî idealleri” ve hasretleri vardı.  Hayatının son 10-15 yılı içinde gittiği Orta Asya Türk diyarlarını görmek ve Orhun Âbidelerinin bulunduğu bölgeleri gezmek onu çok sevindirmişti. Diğer İslam ülkelerini de çeşitli vesilelerle görmüş, intibalarını yazmıştı. Avrupa’yı, Amerika’yı ve Uzakdoğu’yu ise gençliğinden itibaren Paris’ten başlayan  seyahatlerle, konferans davetlerine icabet ederek bizzat içinden tanımıştı. Çin’i görüp görmediğini hatırlayamadım. Görse de pek hoşlanmazdı, üzülürdü diye düşünüyorum. Her yurt dışı seferinden vatan hasretiyle dopdolu bir heyecanla dönerdi. Yurdumuzun neredeyse her köşesinden aldığı davetlere icabet etmiş, en çok da Harput gezilerinden “çocukluk, gençlik hatıraları”yla mesut dönmüştü. Böyle bir gönül adamının gündelik siyasete heveslenmesi mümkün değildi. O bir partinin adamı olamazdı. Kaç kere “milletvekilliği teklifi” aldığını, nezaketle geri çevirdiğini biliyorum. Bize dahi sorardı. Rahmetli Demirel ve rahmetli Türkeş’e hususî bir muhabbeti vardı, diğerleri ile belli mesafede medenice diyaloglar içindeydi. En son bir ara seçimde -tafsilatını tam bilmediğim- bazı ısrarlara kulak vererek Çiller’in liderliğindeki bir partiden aday oldu fakat seçim ertelenince bu niyet de yarım kaldı. Belki öylesi daha hayırlı oldu. Birilerinin mensubu gibi sanılmaktan kurtulmuş oldu. Hoca, siyasetin adamı değildi fakat yıllarca en sert siyasi yazıları da yazan oydu.”Ecurufya” ve “Bizim Alkibiades” bu yılların tipik yazılarıyla yüklüdür. Günümüzde, muhalefeti, iktidarları ve “devletlu”ları onun kadar ehliyetle ve medenice, asla taviz vermeden  değerlendirecek kalem olduğunu düşünmüyorum. Kimse de yazdıklarından dolayı onun üzerine gitmeye, onu susturmaya, sindirmeye cesaret edemezdi. Çünkü hakkı, hakikati yazardı. Milletin sesiydi. Her meslek mensubunun derdi onun köşesinde “Gün Işığında” aydınlanarak ayan beyan ortaya çıkardı.1970’lerde bizim “Çapa Yüksek Öğretmen Okulu”nun meselelerini bile kaç kere yazmış, davamızı sahiplenmişti. Milletimizin okur yazarları,  onu sever ve takip ederdi. Şimdiki onlarca yazardan ve konuşurdan  hangilerini kim ne kadar benimsemiştir, bilemiyorum.. Demek ki Ahmet Kabaklı olmak kolay iş değilmiş. Bu kadar sevilmesinin, yazdıklarına güvenilmesinin sırlarından biri; içinde yetişip geldiği milletinin iç dünyasını bilmesi, “iki yaşında yetim kalmış bir evlat” olarak “garibin hâlini ta derinden anlayabilmesi”ydi. Bir diğer sır, sağlam bir İslamî terbiyeden geçmesi, devletimizin kanatları altında yatılı okuyarak yükselebilmesi ve bu minnettarlığı, vefa borcunu, şükran hissini daima nefsinde taşımasıydı. Güvendiği yakın çevresiyle istişare eder, danışır ama temel değerlerden bir adım geri gitmezdi. Bu hayat düsturlarını; yıllar içinde okuduklarından, hocalarından öğrenmiş, şahsında pişirmiş, olgunlaştırmış olmalıydı.

Çetinoğlu: Başarılı olmak, zirveye çıkabilmek için ihtiraslı olmak gerekir’ deniliyor.  Kabaklı Hoca zirveye çıkabilmiş başarılı bir yazar ve fikir adamıydı. İhtiraslı mıydı? Cevabınız ‘evet’ ise ihtirasını; ‘hayır’ ise, başarısını nasıl yorumlar sınız ?

Prof. Ergüzel: Kabaklı Hoca için “ihtiraslıydı” diyemem ama rahatlıkla, “çok çalışkandı, hiç boş zamanı yok gibiydi, sürekli, okur, yazar, vazife addettiği bazı önemli işleri yetiştirmeye uğraşır dururdu” diyebilirim. Bence “ihtiras”; herhangi bir kazanç uğruna, başkalarının zararına bile olsa hırs içinde canını dişine takarak âdeta her vasıtayı mübah görmek, idealleri hiçe saymak, bir davası olmamak, hep kendi menfaatini düşünmektir. Kabaklı Hoca, Peygamberimizi seven ve onun yolunda giden adamdı. Peygamberimizin, kendisine vaad edilenlere karşılık “Bir elime Güneş’i, bir elime Ay’ı verseniz dâvamdan dönmem.” deyişini düşünüyorum da o büyük insana hayranlığım her seferinde daha da artıyor. Rahmetli Hoca da dâvasına sadıktı. Türk-İslam ülküsüne gönül vermişti. Bu bağlılığın adı “ihtiras” değil “mefkûre” olur, “ideal” olur, “davasına sadakat” olur. Başarılı insanlar; Rahmetli O. Şaik Gökyay’ın “Bu Vatan Kimin ? şiirindeki yiğitler gibidir. Onlar; ilimde, sanatta, siyasette ve hayatın her alanında “karınca misali”, menzile varamayacak olsalar bile “Hac yolu”na girenler, ömrünü bir hak uğruna “iyilik-güzellik-doğruluk” uğruna feda etmeyi göze alanlardır. İhtiraslı olmak, başarılı olmak için yetmez. İhtiras, insanı yerlerde süründürür ama bence dava adamlarını yükselten, onları ayakta tutan gerçek, çektikleri ıstıraplara rağmen benliklerinde taşıdıkları manevi kanatlardır. 

Çetinoğlu: Kabaklı Hoca, pek çok yazara, eğitimciye örnek oldu. Pek çok kişiyi etkiledi. Kendisinin örnek aldığı, etkilendiği kişi veya kişiler hakkındaki düşüncelerinizi lütfeder misiniz?

Prof. Ergüzel: Haklısınız. Ahmet Kabaklı, yarım asrı aşan, hocalık ve yazarlık hayatı boyunca bizim nesil dahil binlerce genci etkilemiş, şahsiyetleri üzerinde silinmez millî izler bırakmıştır. Bu 40 yıl içinde yazılarıyla her gün karşılaşan memleketin her yerinden, her meslekten vatan evladı, onu görmeden ondan ders almışlar, zihinlerindeki tereddütleri yenmişler, meselelere nasıl bakmak, nasıl tavır almak gerektiği konularında görüş sahibi olmuşlardır. Bu; “büyük sözü dinlemek, işin aslını bilene bilhassa, hocalara kulak vermek, onların sözünü  dikkate almak…” geleneği,  milletimizi asırlardır ayakta tutan, düşmanımızın aşamadığı manevi gücümüzdür. Rahmetli Hoca, bütün tevazuu ve vakarı içinde hocalığının itibarının farkında olarak yaşadı. Hep saygı gördü. Konuştuklarının ve yazdıklarının mesuliyetini müdrikti. Bu yaşama üslubu ve tavrını kimlerden öğrenmişti? Çocukluktan ve gençlik yıllarından itibaren şahsiyetini yoğuranlardan ve şüphesiz, son günlerine kadar okuduklarından, bitmeyen tefekkür zamanlarının kendisine öğrettiklerinden… Anadolu toprağı erenlerle doludur. Ana duasıyla başlayan terbiye hocalarla devam eder. Üniversite yıllarında Yahya Kemal, Tanpınar, Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Arif Nihat, Mehmet Kaplan, Ayverdiler, İbrahim Kafesoğlu, Kaya Bilgegil,.. Kabaklı Hocanın yaşayan fikir ve edebiyat çevresidir. Fakat edebî klasiklerimizi tanıma ihtiyacı, onu fakülte yıllarında Akif’ten, Namık Kemal’e, Gökalp’e, Mevlana’ya, Yunus Emre’ye, Fuzulî, Baki ve Nedim’e… kadar uzanan çok zengin metinlerle tanıştıracaktır. Hocaları, “Son Osmanlılar”dır. Kaybedilen koca bir imparatorluktan kalan son yadigâr nesildir. Onları okuya okuya, dinleye dinleye yetişmek, az tecrübe değildir. Bu mesele uzar gider…

Çetinoğlu: Kabaklı Hoca, hayatı boyunca pek çok başarı armağanlarına lâyık görüldü. Vefatından sonra resmî ve özel kuruluşların tavırlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Prof. Ergüzel: Hoca sağlığında, çeşitli millî kültür kuruluşlarından ödüller aldı, ilgi ve itibar gördü. En hoşuna giden de “Şeyhülmuharririn” unvanına layık görülmesiydi. Kendisine AKM’de muhteşem bir törenle tevdi edilen bu armağan ve orada yapılan konuşmalar ona hayatının en nadide saatlerinden birini yaşattı. O törenden 20 yıl kadar önce de aynı salonda kendisinin önayak olduğu programda Necip Fazıl’a sunduğu “Sultanüşşuara” unvanını hatırlamamış olamazdı. O daima vefalıydı. Kendisine de vefalı davranıldı. Bütün millî kuruluşlarla barış içindeydi, uzlaştırıcı ve birleştirici lider vasıflarına sahipti. Bu asil tavır, aziz milletimizin hasletlerindendi. Vakıf’ta değişik vesilelerle devrin ilim, sanat ve siyaset adamlarının gururunu okşayan, gönlünü alan törenler de yaptırdı. Hoca’yı üzecek neler olduğunu bilemeyiz. Resmî ve özel kuruluşlarla pek problemi olmadı. Belki bazı yazılarıyla ilgili mahkemelik olma problemleri de yazdığı gazetelerinin avukatlarınca hallediliyordu. Bir mahkemesinde de biz dinleyici olarak bulunmuştuk. Adalet karşısında da efendi ve ciddi tavırlı olduğunu söylemeliyim. Zaten kendisi aynı zamanda Hukuk Fakültesi mezunuydu.

Çetinoğlu: Ahmet Kabaklı, 1994 yılında milletvekili ara seçimlerinde aday idi. Seçim iptal edildi. ‘Hoca kurtuldu’ deyip sevinmek mi gerekir yoksa ‘siyâsî hizmetlerinden mahrum kaldık’ deyip üzülmek mi? 

Prof. Ergüzel: Rahmetli Hoca, çok sayıda siyasî yazı kaleme almasına rağmen, sözü ayağa düşürmediği için aktif siyaset yapacak bir mizaca sahip değildi. Meclis’e girseydi, Mehmet Âkif ve Yahya Kemal gibi olur, sessiz kalamaz, konuşur, mücadele ederse onu üzerler, yorarlar, yanıltırlar, bedbaht ederlerdi, diye düşünmekteyim. Bu yüzden siyasi hiziplerin tarafı olmadı,  çekişmelerden ve kliklerden uzak kaldı.  Şimdi olduğu gibi Meclis dışından Millî Eğitim veya Kültür Bakanı bile olsa bu kadar gruplaşma içinde Hoca’nın manevi dünyası zarar görür, huzuru kaçardı. Zaten aktif siyaset içinde yer almayışı biraz da bu endişeden kaynaklanıyordu. O ‘Cemiyet ve Vakıf Adamı’ydı, milletin dertlerinin avukatıydı. Bence sevdiği işi yaptı. Mükemmel bir eğitici, cesur bir kalem, sürekli okuyup kendini yenileyen “hezarfen bir edebiyatçı” olarak yaşadı… Fikir ve edebiyat hayatımızda bıraktığı boşluk ne yazık ki dolacağa benzemiyor.

Çetinoğlu: Sorularla sınırlı kaldığınız için veremediğiniz mesajınız var ise… Söz sizin efendim, buyurunuz…  

Prof. Ergüzel: Teşekkür ederim.  Ciddiyetle hazırlanmış sorularınızla mütenasip açıklamalar yapmaya çalıştım. Ben her asrın, her alandaki büyük adamlarının, yetişmekte olan nesillere, iyi hazırlanmış, görüntülü biyografik belgesellerle tanıtılmasının faydasına inanırım. Malazgirt’ten önce ve sonra bu aziz millet kimleri yetiştirmiş, hangi eserler, nasıl ortaya konulmuş, neler yaşanmış bilinsin isterim. Mükemmel senaryolarla, dizi filmlerle bizim ve insanlığın değerli şahsiyetlerini tanımağa, eserlerini ve sözlerini anlamağa daima ihtiyacımız vardır. Rahmetli Ahmet Kabaklı has bir Anadolu Türk çocuğu, kendi tabiriyle “Muhammed Oğuz Oğulları”ndan biriydi. Ruhu şad olsun, adı, sanı ve eserleri yarının nesillerine kalacak kadar “Yıldızların söneceği güne” dek yaşasın inşallah…

(BİTTİ)

Prof. Dr. M. MEHDİ ERGÜZEL 

İstanbul Yeniyüzyıl Üniversitesi Öğretim Üyesi

AHMET KABAKLI’DAN BİR SOHBET:

Azra Erhat’ın Osmanlı dili konusunda dikkate değer bir mesajı var: Dostlarına vasiyet ediyor: ‘Eski Türkçeyi hor görmeyin. Çünkü o uzun yüzyıllardır dilimizdi. Her dilin saygınlığını korumak, ilimini devam ettirmek gerçek devrimciliğin özelliklerindendir.’ 

O’nun bu vasiyeti hakkında Hilmi Yavuz diyor ki:

Müthiş bir vasiyet bu! Müthiş, çünkü gelenekten ya­rarlanmanın safsata olduğunu öne süren sözde aydınla­rın suratına Osmanlı tokadı gibi iniyor.’

Burada, merhum Erhat ve benzerleri ile hafiflik ve ay­dınsızlığın boş kafalı çalımını ölmeden önce sezmiş olanların uyanışlarını hayra alâmet görüyoruz. Fakat alperenlik sevdası ile biz, işte, onların pîr-i fânilikte ulaştıkları nokta­ya, doğduğumuz günlerde vasıl olduğumuza seviniyoruz. El­bet bu uğurlu kademli kurtuluşu bize sağlayan ise bağbançıların, esnafın, işçilerin, halk türkülerinin ve âşıkların iz’anları arasında yetişmek şansımızdır.

Necip Fâzıl üstadın bir koşuya çıkan yarış atlarına dair teşbihi bakın ne güzeldir:

‘Bazı iz’ansızlar derdi. Bizi yarış edenlerin en arkasında görerek, gerici olduğumuza hükmederler. Halbuki biz en önde giden atlardan iki dolam daha önde olan yarışçıyız. Ama onlar iki dolam daha önde olduğumuz halde en arka­da göründüğümüzü hangi zekâ ile idrak etsinler?

Üstadın parlak nüktelerine sıra gelmişken, ben de size komedya yazarı, bir hayli saldırgan tiyatrocu Aristofanes'le büyük Sokrates arasında geçen mâ’nalı atışmayı anlatayım. Bizdeki bazılarına benzetirsek şarlatanlıkla, ağırbaşlılığın bir yarışması gibidir bu:

Aristofanes, Atina'da Sokrates kılığında sahneye çıkarak, bu esiz filozofu gülünç etmeğe çalışırmış. Tuhaf tavılar, jestler, maskaralıklarla halkı güldürür, Sokrat'ın beş para etmez bir yalancı olduğunu bağıra çağıra söylermiş.

Bu tecavüzleri soukkanlılıkla seyreden Sokrates, onu dinledikten sonra, ağır ağır sahneye çıkarak ‘Ey Atinalılar’ dermiş. Aristofanes'in, çok usta olduğu sahnede beni nasıl gösterdiğini seyredip dinlediniz. Şimdi izin verirseniz! Bir de ben, olduğum gibi yani Sokrates gibi dolaşayım! Bir de beni seyredin ve dinleyin bakalım! Aristofanes’in çarpıtarak anlattığı insana benziyor muyum! Söyleyin Allah aşkına...’

İşte, asırlardan beri, biz muhafazakârları; Türk kültür târih ve medeniyetinden yücelikler çıkacağına inananları, mürteci gösterip gülünç etmeye kalkan, temelsiz, köksüz ilericilerle bir de siz bizi karşılaştırın. Ne yapacağını bilmeyen inançsız ye mukaddesatsız sözde aydınlarla, benim özendiğim gerçek Türk münevverlerini lütfen siz karşılaştırın. O zaman Sokrates'in asil ve hikmetli davranışındaki efendiliği daha iyi sezeceksiniz

Azra Erhat'ın geç fakat aydın bir olgunlukla itiraf ettiği üzere: Biz alperen inancı ile vadedilmiş kültür cennetimizi bulmak üzere dâima altın çağlarımızı özledik. Olgun İslam’a, büyük târihimize ve civanmert Türklüğe sevgi ile meylettik. Cenap Şahabettin'in ‘Sen durmadan bir eskiyi al, ondan bir yeni yap’ öğüdü kulaklarımızda idi. Hakîkatler köklere dönülerek, eski metinlerin havuzlarında yeniden yıkanılarak bulunacaktır; geleneğin, destanın, îmanın derinliklerine varıp mükemmel bir yeniyi bulmak; insanlara en değerli çâreler, icatlar, şiirler, sağlık terkipleri, yönetim ve fazilet tarzları bağışlayacaktır.

Derin göl ve ırmaklarda misilsiz servetler bularak, onları istifâdelere ve işletmelere açmak bizim hevesimizdir. Sözde aydının akıl erdiremediği için ‘halklar’ dediği sevimli cevherli insanları, aç çıplak ve hayalsiz bırakması ise onların katılıkları sonucudur. Geleceğe koşarken, Osmanlı Türkünün, 21. asırda tecelli eden akislerine gönül vermek, muhafazakâr aydına neler kazandırmaz ki?

Alperen özenişlerimizin bize neler kazandırdığını, saymakla bitiremeyiz. Mal, mülk, servet dağdağaları arasında nice cihanlar yitirildiğini çok kimse bilmez. Fuzuli'nin Leyla ve Mecnun'unu, Şeyh Galib'in Hüsn ü Aşk'ını ararken aşkı, aşk kabilelerini, aşk aşiretlerini yeniden buluyor, her bulduğunun sevgisinde bir yeni ‘aşkistan’ yaşıyoruz.

Alperen bize, insanları sevmenin, misli görülmemiş hazineler bahşettiğini hatırlatıyor. Aynı ölçüde, kula kul olmayan, köle olmayan kaleme, eşsiz hürriyete, riyâ dışındaki bulunmaz Çin ye Maçin kâinatına, hakîkati aşan masala, kinin, buğzun boynunu vuran nükteye espriye, görülmedik fetihler kazandırıyor.

Alperen bize ayrılıkları, bölücülükleri yıktırdı. İnsanlar arasında inanç ye sevgiden başka üstünlük olmadığını öğretti. Birbirimize severek bakmanın, hilâfsız, katıksız sevgisine ulaştık. Târihimizi; Selçuklu, Osmanlı, Cumhuriyet diye bölüp birbirine vuruşturuyorlardı. Biz onu kurtararak birbirini tâkip eden ve seven târih bölümleri diye onları birbirine kavuşturduk. Kimi divan şiirinin kâinatına ve ahengine karşı çıkardı, alperen elimizden tutup, onların aynı millet destanında eşsiz bağlar bulunduğunu anlattı.

Yüce Peygamberin hikmetiyle, ırklar, cinsler, gençler yaşlılar arasında ayırışlara, tercihlere, aşağılamalara kim cevaz yerebilir? Tamahtan, gururdan, hasislikten, yıkıcılık ve ayrılıktan, merhametsizlikten uzak bir dünya kurduk kendimize...

Görmesini bilen her göze Lâmekân'dan Adn Cennetleri fışkırtan imrenmeler bahşeden Rabbime şükürler olsun.