ZİYA PAŞA’DAN BEYİTLER

Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir

Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir

(Nasihat ile yola gelmeyeni azarlamalı.

Azardan anlamayanın hakkı dayaktır.)

Bî-baht olanın bağına bir katresi düşmez

Bârân yerine dürr ü güher yağsa semâdan

(Gökyüzünden yağmur yerine inci ve mücevher yağsa            

talihsiz olanın bahçesine bir damlası bile düşmez.)

Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim

Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzârinde

(Birçok acemi müneccim, gökte yeni yıldızlar

keşfedeyim derken gaflete dalarak yollarının      

üzerindeki kuyuyu görmez.)

Onlar ki verir lâf ile dünyâya nizâmât

Bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde

(Onlar ki dünyâyı sözleriyle düzene sokmak isterler, 

evlerinde bin türlü ihmal ve düzensizlik görürsünüz.)

Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz

Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde

(İnsanın aynası yaptığı işlerdir, laflarına bakılmaz; 

aklının seviyesi ancak yaptığı işlerle ortaya çıkar.)

                                           Nurten Bengi Aksoy

<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>

DUÂ HAKKINDA

Duâ, Cenâb-ı Allah’ın azâmeti karşısında kulun aczini itiraf etmesi, Allah’ı sevgi ve saygı duyguları içinde lütuf ve yardımını bütün benliğiyle yüce yaratana yönelerek yalvararak, yakararak ondan istek ve dilekte bulunmayı, ibâdet etmeye, Allah’ın birliğini tanımayı ifâde eder. Duâ ibâdetin özü kulluğun da önemli bir esasıdır. Duâ kulun hâlini Cenâb-ı Hakk’a arz etmesi ile O’na niyazda bulunmasıdır.

Tasavvufta duâ; Allah ile kulu birbirine bağlayan en güçlü iletişim tarzı, muhabbet göstergesi, kalbi Cenab-ı Hakk’a açmak ve onunla manevî bağ kurmaktır.

Allah’ın azâmeti, dünyâ ve tabiat şartlarının gücü karşısında insan yaratılış itibâriyle âciz, zayıf ve güçsüz olduğundan, duâ etme isteği insanda yaratılıştan mevcuttur. Kendisinden daha kudretli ve her şeye gücü yeten bir varlığa inanan insan, hayatı boyunca karşılaştığı keder, sıkıntı, âcizlik, çâresizliğe karşı, işlediği günâh ve kusurlar sebebiyle bütün benliğiyle yüce yaratana yönelerek ondan istek ve dilekte bulunur, O’ndan yardım ister.

Hemen hemen bütün dinlerde duâ vardır. Semavî dinlerde ise duânın önemine daha çok vurgu yapılmıştır. Nitekim İslâm dininde duâ ibâdetin özü, ruhu ve esası kabul edilmektedir. Hadis-i şerif ve Âyet-i kerimelerde duâya çok yer verilmiş ve duânın fazileti adabı, kabul edilmesi mümkün olan ve olmayanlar, duâ için uygun zamanlar ve mekânlar hakkında bilgi verilmiştir. Hz. Peygamerin duâları bizdeki gibi maddî olarak ihtiyaç duyulan şeyleri isteme değildir. Onun duâlarında güzel ahlâk ve insanî faziletler toplumun huzur içinde yaşaması, adâlet, alçaklık içinde zillette olmamak, zülüm altında yaşamaktan ve insanî zayıflıktan kurtulma isteği vardır. Hz. Aişe (r.a)’nın söylediğine göre, Hz. Resulullah (s.a.v)’ın duâları özlü ve kapsamlı imiş.

 Günümüze ulaşan rivâyetlere göre sûfiler de duâlarını kısa tutarlarmış. Hatta yedi kelimeyi geçirmemeye çalışırlarmış.

İslâm dininde duâ her yerde ve her zaman yapılabilir. Bâzı İslâm âlimleri, belli zaman ve mekânlarda dile getirilen duâların kabul edilme ihtimalinin yüksek olduğunu belirtirler. Ancak bu ihtimal, her türlü duâ için değildir. Meselâ hiç ders çalışmayan bir öğrencinin; nerede ve hangi zaman diliminde duâ ederse kabul edilme mazhariyetine erişmez. (Allahu a‘lem / Doğrusunu Allah bilir.)

Mâkul ve mantıklı istekler için tavsiye edilen mekân ve zamanlar:

1. Seher vaktinde, namazlardan sonra bilhassa sabah namazından sonra... Oruçlu iken, arefe ve Cuma günlerinde secde hâlinde, üç aylarda, mübârek gecelerde, Ramazan gecelerinde, husussan Kadir gecesinde…

2. Arafatta, câmi ve mescit gibi mübârek yerlerde duâ etmek tercih edilebilir.

3. Duâ eden kişi maddî ve manevî kirlerden temizlenmeli, özelikle kibir, gösteriş, kabalık ve gaflet gibi ahlâkî kusurlardan temizlenmeli huşu içinde istekte bulunmalıdır. İstek ve arzularını kesin bir dil ile belirtip kabulü için acele etmeden duâsına devam etmelidir. İmkânsız veya haram bir şey istemek gibi aşırıya gidilmemelidir. Duâya başlamadan önce Allah’a hamdu senâ edip peygamber (s.a.v)’a selât u selâm getirmak, ondan sonra duânın kabul edileceğine tereddüt etmeden içtenlikle inanarak huşu ve huzur-u kalple kıbleye yönelerek ellerini kaldırıp; ‘Ey Rabbimiz bana ve âilemin fertlerine dünyâda ve âhirete iyilikler, güzellikler insan eyle. Bizleri cehennem ateşinin azabından koru…’ Gibi tesirli cümlelerle duâ etmek ve sonunda tekrar Resulullah’a salavat getirmek ve âmin deyip ellerini yüzüne sürerek duâ bitirilir.

************************************************************

İSLÂM BÜYÜKLERİNİN İSİMLERİ SONUNDAKİ KISALTMALAR:                                             

Cenâb-ı Allah (cc) = celle celaluhu: Cenab-ı Allah'ı yüceltmek için kullanılır. ‘Allah’ ismi işitildiği veya anıldığı anda, saygı göstermek maksadıyla söylenir.

Hazret-i Muhammed (sav) = Hazret-i Muhammed sallalhu aleyhi vesellem: Peygamberimize salât ve selâm olsun. Peygamberimize mahsus bir duâdır.

Kerremallahu vecheh (kav) = Allah yüzünü, yönünü şerefli kılsın meâlinde duâdır. Hz. Ali için söylenir.  

aleyhis selâm (as) = Selâm onun üzerine olsun. Peygamberlere mahsustur.

radiyallahu anh (ra) = Allah ondan razı olsun. Sahâbeler ve büyük zatlar için söylenir.

kuddise sirruhu (ks) = Allah'a onun sırrını mukaddes etsin. Veliler için kullanılır.

rahmetullahi aleyh (rh) = Allah ona rahmet etsin. Vefat eden imanlı-inançlı kimseler için söylenir.

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

KİTÂBİYAT:

ÖZER RAVANOĞLU’NUN, DOĞUDAN BATIDAN HİKÂYELER

İSİMLİ ESERİNDEN BİR HİKÂYE

AYAKKABI

Kazakistan’ın Türkistan şehrinde, Turan Oteli’nin lokantasındayız. Radyodan yükselen bir dombra sesi salonu kapladı. Dombra ile birlikte Kazakça bir şarkının nağmeleri de bütün salona yayıldı. Öyle içten, öyle insanı büyüleyici bir ses ki; etkilenmemek mümkün değil. Sözlerini anlayamadığım bu müzik içime müthiş bir hüzün verdi. Bir an dinledim, mânâsını anlamaya çalıştı isem de anlayamadım. Masadaki Kazakistanlı arkadaşımıza, ‘Bu söylenen şarkı neden bahsediyor?’ diye sordum. Arkadaşımız bu şarkının sözlerini ve şarkının hikâyesini önceden bildiği için tâne tâne anlattı. Yaşanmış bir olayın şarkı hâline getirildiğini söyledi.

Arkadaşımızın anlattığına göre fakir bir Kazak ailesi var. Ailenin küçük oğlu okula gidiyor. Çocuğun ayakkabıları delik deşik olmuş. Ama ailenin okula giden çocuğuna ayakkabı alacak gücü yok, maddî imkânsızlık içindeler ve çok zor geçiniyorlar. Anne bin bir güçlükle bir ayakkabı parası temin ediyor. Bu ayakkabı parası için o kadıncağız ne çetin mücâdele veriyor. Çünkü aile, günlük ekmek ihtiyaçlarını zor temin ediyor. Ülkenin tamamında had safhada geçim sıkıntısı var. Savaştan yeni çıkmış perişan bir ülke. Güçlükle temin edilen bu para, kuruş kuruş biriktirilen bu para, ayakkabı alması için babaya teslim ediliyor.

Baba kasabaya ayakkabı almaya gider. Adamın alkole zaafı var. Ama uzun süredir parası olmadığı için hiç alkol alamamıştır. Kasabada bir arkadaşına rastlar. O da alkolik. İstemediği halde, zorla, ısrarla babayı bir meyhâneye sokar. ‘Birer kadeh atarız sonra nereye gideceksen gidersin. Acele bir işin var mı? Yok. İki de laflarız…’ diyen arkadaşına direnemez.

Önce elli gramlık birer kadeh votka gelir. Geçmiş günlerden bahsederken laf, lafı açar. Birer elli gram daha içerler. Üçüncü elli gramdan sonra şişeler gelmeye başlar. Arkadaşının parası hesabı ödemeye yetmez. Bizimki tamamlar. Kalan para da bir işe yarayacak durumda değil. Bir iki kadeh daha atarlar.

Baba sızar kalır. Kendine geldiği zaman arkadaşı çoktan gitmiştir. Biraz kendini zorlayarak ayağa kalkar. Meyhâneden dışarı çıkınca serin havadan biraz etkilenir, kendine gelir. Başından geçenleri hatırlamaya çalışır. Ceplerini karıştırır, işe yaramaz birkaç kuruştan başka parası yoktur. Önce hayal meyal hatırladığı olaylar yavaş yavaş canlanmaya başlar. Meyhânede çok uzun süre kaldığını fark eder.

Olayları hatırladıkça içi ezilir. ‘Ben ne yaptım’ diye büyük bir acıya gömülür. Ertesi gün okula giderken giyeceği ayakkabıyı evin önünde bekleyen oğlu gözünün önüne gelir. Gerçekten de oğlu evin önünde, gözü yolda saatlerce babasını beklemiştir. Sabahleyin evden çıkan baba öğleden sonra dönerim diye söylemiş ama akşam olmasına rağmen henüz dönmemiştir.

Vakit ikindiyi geçince, hava soğumuş annesinin ısrarı ile içeriye giren küçük çocuk saatler geçmesine rağmen yine de bir ümitle pencereden babasının döneceği yolu gözlerken uyuyakalmış, gözü yaşlı anne kucağında taşıyarak onu yatağına yatırmıştır.

***

Kadıncağız ümitsizce arada bir yola bakmaktan kendini alamaz. Saatlerce, ‘Belki!’ diye, kocasını ümitsizce bekler. Alkole düşkün olduğunu biliyordu ama bir süredir içmediğini de göz önünde tutuyordu. Gerçi içmiyor değil de içemiyordu. Çünkü hiç parası yoktu. Nasıl alıp da içecekti. Yatakta uzun süre düşüncelere daldı. Sabaha yakın ancak uyuyabilmişti. Rüyasında kocasını gördü. Sisler içinde bir o tarafa bir bu tarafa kaçıyordu. Zaman zaman oğlu garip bir şekilde gülerek karşısına çıkıyor, bâzen da oğlunu ağlar vaziyette görüyordu.

Baba o gece kasabada saatlerce dolaştı. Bir parkta kuytu bir yer bulup orada sabahladı. Artık eve dönemezdi. Aslında onurlu bir insandı. Ne karısının ne de oğlunun yüzüne bakacak hali vardı. Utancından bir daha da eve dönmedi.

Çocuk ertesi gün yine her zamanki gibi yırtık, kar sularının girdiği ayakkabı ile okula gitti. Havalar her zamankinden daha soğuktu. Soğuk günden güne artarak devam etti. Çok soğuk bir günde hastalanan çocuğu okulda öğretmenleri hastâneye kaldırdılar. Çocuğun ayakları donmuştu. Ayaklarının kesilmesi gerekiyordu. Öyle de oldu, çocuğun iki ayağı kesildi.

***

Bu şarkı çocuğun ağzından yazılmıştı ve çocuğun içindeki fırtınaları anlatıyordu:

Baba seni çok özledim. Lütfen eve dön. İlk günkü gibi her gün seni gelecek diye yola bakıyorum. Lütfen eve dön. Bir araba sesi duyulsa annem de hemen yola bakıyor. O da eve dönmeni çok istiyor. Onu kaç defa gizli gizli ağlarken gördüm. Ağladığını benden saklıyor ama ben onun neden ağladığını biliyorum.

Baba lütfen eve dön.                                                                                                                                                                           

Ben de komşu çocukların babalarına sarıldığı gibi sana sarılmak istiyorum.                                                                

Lütfen baba eve dön.                                                                                                                                                                                   

Biz her şeyi unuttuk. Lütfen eve dön.                                                                                                                                            

Sen benim babamsın, senden asla vazgeçemem.                                                                                                                                        

Lütfen eve dön. Lütfen eve dön. Annemi de beni de daha fazla yola baktırma. Lütfen eve dön.

Uzunca bir süre; gözü yaşlı bir Kazak kadını ile bir Kazak balası, bu gariban ana ve oğlu, gözlerimin önünden hiç gitmedi.

Dombranın içimi ezen nağmelerini bastıran, onun önüne geçen, onu unutturan bir sedâ da olmadı.

(ÖTÜKEN NEŞRİYAT)

===================================================================

KIZIL ELMA

Türkler, özellikle Oğuz Türkleri arasında cihan hâkimiyetinin sembolü olarak ifadesini bulmuş bir mefhum veya mefkîredir. Kızıl Elma, Türklerin yaşadıkları bölgeye göre batı yönünde ulaşılması gereken bâzen bir belde, bazen de bir ülkedeki taht veya mâbet üzerinde parıldayan veya cihan hâkimiyetini temsil eden som altından yapılmış kızıl renkli altın bir yuvarlak yahut top olarak tahayyül edilmektedir.

Bu altıntop bâzen zaferin işareti, bâzen hâkimiyetin sembolü, bâzen de fethedilmek üzere hedef seçilen yerin sembolü olarak ifâde olunmuştur. Türklerde çok eski inanç ve töreye dayanan Kızıl Elma, Türkistan sâhasından Hazer Denizi’nin doğusundan gelen Oğuzların, Hazar kağanının ipek çadırının üzerinde hâkimiyetin ifâdesi olarak bulunan altın top  şeklindeki Kızıl Elma'yı ele geçirmeyi ülkü edinmişler.

Buradan İran'da hüküm süren Türk boylarına, oradan da Osmanlılara geçmiştir. Osmanlı Türk Devleti’nin Macaristan'da bulunan Kızıl Elma'yı bulup ele geçirmelerinden sonra fethetmek istedikleri yerlerde bir Kızıl Elma'nın varlığına inandığı ve bu uğurda mücâdele ettiği görülmektedir. Türkler, inandıkları Tek Tanrı'nın dünyâ hâkimiyetini kendilerine ihsan ettiğine iman etmişlerdi. Bunu Bilge Kağan'ın ; ‘Tanrı irâde ettiği için tahta oturdum; dört yandaki milletleri nizâma soktum.’ Sözlerinden de anlamaktayız. Yine Bilge Kağan'ın ağzından Türk imânı şöyle ifâde edilmekteydi; ‘rk Tanrısı, milleti yok olmasın diye babam İlteriş Kağan'ı ve anam İl Bilge Hatun'u gökten tutup yükseltmiştir.’

Oğuz Kağan'ın doğumundan itibâren ilâhî bir nurla beslendiği târihî ve efsânevî kaynaklarda yer almaktadır. Oğuz Kağan'ın Tanrı tarafından ilâhî kudretle teçhiz edilmesinin yanında yardımcısı ve rehberi de aynı kaynaktan beslenmiştir. Gökten indirilmiş Gök-Börü (Bozkurt) Oğuz'un seferleri sırasında ona kılavuzluk yapar. Oğuz Destanı'nda geçen şu mısralar bunu en güzel şekilde izah etmektedir:

Ben sizlere oldum kağan
Alalım yay ile kalkan

Nişan olsun bize buyan
Bozkurt olsun bize uran