Evet, herkes dünya denen bu çölde bir seyyah / bir gezgindir. Çöl mü? Nasıl çöl olur der gibisiniz? Şırıl şırıl akan ırmakları, yemyeşil çimenleri, göğe uzanmış ağaçları, binbir çeşit meyvaları, renk renk çiçekleriyle; nasıl olur da çöl sayılır?

     Hele dünyanın üçte ikisi sularla kaplıyken, nasıl olur da çöl sayılır? Cennet asa / Cennet gibi vasıfları saymakla bitip tükenmezken, nasıl olur da çöl sayılır?

     Üstelik, dünyamız uzaydan mavi bir bilye gibi gözükmüyor mu? Bütün bunlar doğru sevgili okur! Geçici olmakla beraber, her şeyiyle elbette dünya güzel. Güzel ne kelime, güzeller güzeli. Kâinat / evrenin bir tanesi. Kâinatın gül tanesi. Dünya evrenin incisidir.

     Peki öyleyse niçin dünya çöl olarak vasfedilip niteleniyor derseniz? Derim ki, dünya şüphesiz bu hâliyle Cennet gibi. Güzel mi güzel. Çünkü güzel olan Allahın isimleri / Esmaülhüsnânın özellikle Cemal isminin tecelli ettiği mekân / yerdir.

     Fakat dünyanın bütün bu güzellikleri, Cennet’le kıyaslanınca çöl hükmündedir. Yemyeşil, zümrüt gibi hurma ağaçlarıyla, yerden fışkıran sularıyla, cıvıl cıvıl öten kuş sesleriyle bir vahayı göz önüne getirelim bir an. Ve bu vahanın etrafını çeviren çöle bakalım bir kez. Vahaya nazaran çöl nasıl sönük kalırsa.

     Cennet karşısında bir çöl hükmünde olan dünya da, o nispette sönük kalır. Yoksa dünya muhakkak ki çok güzel. Fakat Cennet’le karşılaştırılınca, vahaya  nispetle dünya ancak bir çölü andırır. Zira dünya âdeta gölgeler âlemidir. Asıllarının yeri ise Cennet’tir. Yani Esmaülhüsna’nın asıl tecellileri Cennet’te zuhur ediyor, daha da edecek / Cennet’te kendini gösteriyor, daha da gösterecek.

     Dünyadaki zuhûrât / ortaya çıkışlar ise, Esmaülhüsna’nın gölgeleridir. Esmaülhüsna’nın gölgeleri bile, böyle güzel bir dünya oluşturuyorsa, Esmaülhüsna’nın asıllarının oluşturacağı Cennet; dünyadan kat be kat güzel ve muhteşemdir. İşte dünyanın çöl diye nitelenmesindeki hikmet / maksat ve gaye bu olsa gerek.

     Böyle bir dünyadaki insan ise, bazen demirden sert, ama çok zaman pamuktan yumuşaktır. Hastalık onu yere serer, bir anda sararır soldurabilir. Gerçekten insan çok acizdir. Açlığa dayanamaz. Lâkin çok da yiyemez. Susuz kalamaz. Fakat çok da içemez. Uykusuz edemez. Fakat devamlı uyuyamaz. Hele yalnız hiç yapamaz. Soğukta kalamaz. Sıcağa gelemez. Sözü ne yere geçer ne göğe. Olacaklar karşısında elinden bir şey gelmez. Kendi vücuduna bile hâkimiyeti çok sınırlı. Bedendeki iradeli ve isteğe bağlı hareketleri sayılıdır.

     Velhasıl insanın aczi ve fakrı hadsiz / sınırsız. Evet insan fakirdir. Fakat bu fakirlik bizim bildiğimiz ve yoksulluk mânasına gelen fakirlik anlamında değildir. Eğer böyle sanılsaydı, Hz. Muhammed: “Veren el, alan elden üstündür.” demezdi. Şayet böyle anlaşılmış olsaydı “Çalışanı Allah sever.” anlamında hükmedilmezdi. Böyle bir mâna taşısaydı, Kur’anı Kerîm “İnsana, ancak çalıştığı vardır.” (Necm: 39) demezdi.

     Böyle sanılmış olsaydı, Hz. Peygamber: “Ben fakrımla övünürüm.” anlamında konuşmazdı. Nitekim menfî felsefenin karanlık kanunları hayale, dünyayı dehşetli bir âlem olarak gösteriyor. Çünkü yaşlı dünya yetmiş defa top güllesinden daha hızlı bir hareketle, insan yürüyüşüyle 25 bin senede alınabilecek mesafeyi bir senede kat’ etmektedir.

     Üstelik bu köhne dünyanın her an dağılması ve parçalanması da mümkündür. Çünkü dünyamızın içi zelzeleli. Kendisi ihtiyar ve çok yaşlı. İşte zavallı insan, âlemin sonsuz fezasında böyle bir dünya üstünde seyahat etmekte. İnsanın bu vaziyeti, vahşetli bir karanlık içindeymiş gibi görünüyor. Bu durum insanın başını döndürüyor, gözünü karartıyor.

     Yine insan âlemine bu gözle bakıldığında; o âlem, çok zulümatlı / çok karanlık ve çok dehşetli görünmektedir. Ki dehşetinden feryat figan edilir / ağlanıp sızlanılır. İnsana eyvah dedirtir. 

     Çünkü insanın ebede uzanıp giden arzuları, emelleri var. 

     Çünkü insanın kâinatı kapsayan tasavvurları, fikirleri var. 

     Çünkü insanın beka ve ebedî saadeti ve Cennet’i gayet ciddî isteyen himmetleri, istidatları var.

     Çünkü insanın hadsiz maksat ve istekleri var.

     Fakat bütün bunlar karşısında, gayelerini gerçekleştirmek için elinde ihtiyaç, zaaf, fakr ve aczinden başka bir şey yok! Üstelik insan her yerden, her yönden hücumlara uğramakta! Sayısız musibetlere düşmekte, sayısız düşmanlarla karşılaşmaktadır!

     Bütün bunlarla karşı karşıya kalan bîçare insanın ömrü ise, gayet kısa. Hayatı ise gayet dağdağalı. Sıkıntı ve zorluklar içinde geçmekte. Geçim derdiyle bocalayıp durmakta. Kalbi acılarla kıvranmakta, daima ayrılık belâsı içinde yanıp kavrulmaktadır.

     Gaflet içinde olduğu için, kabir ve mezarları; sonsuz bir karanlığa açılan bir kapı olarak görmekte. 

     Gaflet içinde olduğu için, insanların birer birer, grup grup mezar denen o karanlık kuyuya atıldıklarını görmekte. Aslında böyle olmadığı hâlde böyle sanmakta. Bu da insanı dehşete düşürmektedir.

     Çünkü Allah kuluna, kendisine nasıl muamele edeceğini sanıyorsa, ona öyle davranacaktır.

     Çünkü Allah, bir kudsî hadiste: “Kulum Beni nasıl tanırsa, ona öyle muamele ederim” diyor.

     Evet insan; aczi ve düşmanların çokluğundan dolayı, bir istinad / dayanak noktasına muhtaçtır ki, düşmanlarını def’ için, o noktaya sığınabilsin. Yine ihtiyaçlarının çokluğu ve fakrı sebebiyle bir istimdad / bir yardım noktasına gereksinim duyar. Ki onun yardımı ile ihtiyaçlarını karşılayabilsin.

     İnsan, kendi zatında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki, ona dayansın. Kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki, onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki, ona yönelsin. Tıpkı ayna gibi.