Türkiye dâhil olmak üzere Ortadoğu’daki ülkelerin en büyük belası, uzun süredir devam eden/ettirilen terördür. Bilindiği gibi bu terörü yapan örgütlerin(!) biri İsrail, diğeri ise PKK’dır. PKK’nın PJK ismiyle İran’ı hedef alan bir uzantısının varlığı da bilinmektedir. Her ikisi de özellikle batılı ülkelerin desteği ile kurulmuş ve yaşatılmış olan bu örgütler, daha sonra değişik sebeplerle bu desteği önemli ölçüde yitirdiler. İsrail’e Batı desteğinin zayıflamasında, bir devlete yakışmayacak icraatlarındaki aşırılıkları; PKK’ya Batı desteğinin zayıflamasında ise, giriştiği uyuşturucu ve silah kaçakçılığı etken olmuştur. Şüphesiz ki bu iki terör örgütünün maskelerini indirip gerçek yüzlerini ortaya çıkaran da başta Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu olmak üzere Ak Parti hükümetinin kararlı ve aktif politikalarıdır. Bu parti iktidara gelmeden dört yıl önce, batıda PKK sempatisi öylesine büyüktü ki, 1998 yılı Eylül ayının 29 ve 30. günlerinde İtalya kendi meclis binasını, sözde “Sürgündeki Kürt Parlamentosu üyeleri”ne tahsis etmişti. İsrail ise zaten Batı’nın şımarık çocuğuydu. Bu şımarıklıklar sonucunda sadece İsrail’e değil, topyekûn Yahudiliğe karşı da bir nefret doğmasına sebep olduğu için dünyadaki etkin birçok Yahudi’nin de İsrail’e karşı tavır koyduğunu bilmekteyiz. Önceki yazımızda buna örnek olarak Noam Chomsky ve Avi Shlaim isimli iki Yahudi bilim adamından bahsetmiştik. Ak Parti hükümetinin demokratik açılım politikası neticesinde Kürt halkının da PKK’ya çok daha fazla soğuk baktığı bilinmektedir. Dış desteklerini kaybetmenin yanı sıra, dayanmak istedikleri sosyal tabanın da önemli ölçüde kendilerinden uzaklaştığını görmek, bu iki örgütün iyice çıldırmasına sebep olmuş görünmektedir. İsrail’in İHH yardım kafilesine karşı, PKK’nın ise İskenderun, Çukurca ve Tunceli’de güvenlik güçlerimize karşı yaptığı son kanlı saldırılar bu çerçevede değerlendirilebilir. İHH yardım hareketi ve hemen ardından Ak Parti hükümetinin kararlı diplomasisi, Mısır yönetimini de utandırmış ve kapalı tuttuğu Gazze şeridiyle arasındaki Refah sınır kapısını açacağını bildirmiştir. İsrail’in 1967 öncesi sınırlarına çekilmesi gerektiği de artık daha gür sesle ifade edilmektedir. Ancak ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’in, insanî yardım kafilesine karşı yapılan vahşi baskını haklı göstererek, İsrail’i geçmiştekinden daha fazla destekliyoruz, şeklinde açıklama yapması, İsrail isimli terör örgütünün daha zayıf hâlde de olsa vahşete devam edebileceğine delalet etmektedir. İmralı’daki terörist başının 1 Haziran’dan itibaren PKK terörünün gittikçe artacağını açıkça söylemesi ile BDP milletvekili Emine Ayna’nın “savaş”ın bütün Türkiye’ye yayılacağını söylemesi, bu cenahtaki huzursuzluğun da uzun süre sürdürülmek istendiğinin delilidir. Bundan sonra İsrail ve PKK isimli bu iki vahşi örgütün tam bir dayanışma içinde olacağı kesin görünmektedir. Bu arada Ak Parti hükümetinin “Demokratik Açılım” politikasının başından beri CHP, MHP, BDP ve PKK’ya mensup Türk ve Kürt ulusalcı/milliyetçilerinin tepkisi ile karşılaştığı da hâlen hafızalarımızdadır. Etnik milliyetçi olmak hasebiyle birbiriyle temelde benzeşen bu kesimler, Ak Parti’nin açılım politikasına karşı olmakla müşterek tavır sergilemişlerdir. Siyasî hayatımızdaki son gelişmeler, iç politikada o zihniyetin sesini yükselteceği bir döneme geçildiğini göstermektedir. Hatta bazı odakların Türk siyasetini tamamen o zihniyetin çekişmesine terk etmek istediği yönünde karar aldığı da düşünülebilir. Deniz Baykal’ı CHP liderliğinden indirten, Gürsel Tekin’i ise yönetimden ekarte eden gelişmeler bunu düşündürmektedir. Samimi olup olmadıkları bir yana, Baykal ve Tekin’in son zamanlardaki tutumları, CHP’nin de bir “açılım” sürecine girmesini sağlamıştı. Dindar çevrelere dostça yaklaşılıp tesettürlü kadınlara CHP rozetleri takılması, Kutlu Doğum Haftası aktivitelerine konuşmacı olarak katılınması, Alevî ve Kürt kimliklerinin ismen anılarak kardeşlik mesajları verilmesi bu kabil uygulamalardandı. Baykal ve Tekin’in öncülüğünde başlayan bu demokratik tavır, bir kaset ve bir kongre marifetiyle tarihe karışmış görünmektedir. Her ne kadar bu operasyondan sonra, CHP genel başkanlığına “Alevî Kürt” diye tanınan Kemal Kılıçdaroğlu getirilmişse de bu yeni başkanın seçilmesi/seçtirilmesi ile açılım bekleyen kitlelerin sadece teskin edilmek istendiği izlenimi edinmekteyiz. Bu yeni genel başkanın Alevî, Kürt ve onları da kucaklayacak şekilde Türk kimliklerini zikretmekten kaçınmasından, partide başlamış olan “kimliklerin özgürlüğü” hareketinin akamete uğratıldığı anlaşılmaktadır. MHP ise zaten hiçbir zaman bu özgürlüklere sempati ile bakmamıştı. BDP ve PKK, esasen üzüm yemek değil, bahçıvanı dövmek arzusunda oldukları için açılımı hoş karşılamamış, o politikanın kendilerini lüzumsuz konuma düşürme planı olduğunu söylemişlerdi. BDP’nin değilse bile muhalefetteki diğer partilerin bu yeni dönemde sorumluluk duygusunu daha fazla duymaları gerekmektedir. İsrail ve PKK teröristlerinin sosyal ve siyasî desteklerinin çok zayıfladığı bu dönemde bellerinin tam kırılması, muhalefetin iktidara tam destek vermesi, Türkiye’deki bütün etnik ve dinî inanç gruplarının kendi kimlikleriyle bu milletin öz evlatları olduğunun kabul edilmesiyle mümkündür. Elbette ki tercihi terör olanlara karşı güvenlik güçlerinin eskisinden daha fazla olarak silahla mukabele etmesi, asla tartışılmayacak bir mecburiyettir.